adamın arabasının tekeri akıl hastanesinin yanında patlamıştı...
tekeri değiştirirken, talihsiz bir olay oldu ve bijonlar, yerdeki mazgaldan aşağı düştüler...
bijonlar gitmişti, onları düştükleri yerden alması imkansızdı...
çaresiz ne yapacağını düşünürken, duvarın üstünden onu izlemekte olan bir deli ona seslendi:
- ''ne düşünüyorsun kara kara?.. her tekerden birer tane bijon sök ve söktüğün bijonlarla o tekeri yerine tak... en azından bir lastikçiye kadar böyle gidersin...''
***
deli'nin söylediği doğruydu...
adam denileni yaptı ve diğer tekerlerden söktüğü bijonlarla tekeri taktı...
duvarın üstüne dönüp teşekkür etti deliye...
teşekkür ederken bir iltifat etmekten de geri kalmadı...
- ''ben de burada deliler kalıyor zannetmiştim...'' dedi...
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi battı. Gemiden tek bir kişi kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden artakalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. "Allahım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Allah'ın bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı!
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:
Bu resimde şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor, köpük köpük şelale akıyor...''
- ''Hayır...'' dedi Bilge Kral...
- ''Huzur; hiçbir gürültünün çıkmadığı, sıkıntı ya da zorluğun olmadığı bir yer demek değildir ki...
Tam tersine bütün bunların içinde, yüreğinizin sükun bulabilmesi sanatıdır...
Doğanın bu şiddetli koşullarında bile, gürül gürül akan şelalenin üzerinde kayalıklarda bir minnacık çalılığın arkasına yuvasını yapan anne kuş, yuvasını ve yavrusunu sukunetle koruyor...
O yuvada emek harcanarak sağlanan huzur, durağan sukunetinin sağladığı huzurdan çok daha kıymetli...''
Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış.
Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler.
Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.
Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:
"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz'de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz'ü vermişler aslanlara.
Bir tek yaşlı Öküz karşı çıkmış ''Vermeyin sarı öküzü, yoksa bu işin son gelmez'' demis ama kimseye derdini anlatamamış.
Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk'u istemişler:
"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."
Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk'u teslim etmiş, yine yaşlı Öküz karşı çıkmış ama dinleyen olmamis.
Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.
Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle.
Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış.
Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahaleye ederek,
"Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.
Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride.
içlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.
Boz Öküz, yaşlı Öküz'ün sözlerini hatırlayarak, "Biz" demiş, "Sarı Öküz'ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."
çıkmadan evvel de berbere gider, tutup kafasını bir güzel usturaya vurdururmuş.
yine vakit gelmiş, gitmiş berbere, kafayı bir güzel kazıttırmış.
o sırada dükkana komşu esnafın çırağı olan densiz bir delikanlı girmiş.
baba ereni tanımıyor tabi.
kafayı da cascavlak görünce kendisini tutamamış. şöyle şak şak iki şaplak vururken hem de ''kabağa bak kabağa'' deyip, narasını atmış, hiç durmadan fırlamış gitmiş.
berber mahcup tabi.
koltukta oturan baba ereni tanıyor, biliyor.
özür falan dileyip ''kusuruna bakma'' diyor.
lakin baba eren bu durumu önemsemiyor, aldırmıyor bile.
neyse, biraz sonra yokuşun dibinden bir feryat kopmuş.
meğer bir at arabası nasıl olmuşsa gelmiş, o densiz delikanlıyı yere yığmış.
herkes gibi berber de oraya koşmuş, delikanlı artık yaralı mı ölü mü belli değil.
dönmüş baba erenin yanına;
''efendim'' demiş, ''ne oldu yani, toy bi delikanlı kabağa bak kabağa deyip iki fiske vurdu diye o'na beddua mı ettin?''
baba eren de demiş ki,
''berber efendi, kabağın bu işe dediği bir şey yok, ama, iş bostancıya dokunmuş bostancıya...''
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş.
Öğrencilerine dönüp
'insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?' diye sormuş.
Öğrencilerden biri 'çünkü sükûnetimizi kaybederiz' deyince ermiş 'ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?' diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
'iki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.'
'Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.
Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?
Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur.
işte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.'
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
'Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz'
Yeni evli bir çift balayına çıkmışlar. Bir gece sahilde yürümeye başlamışlar, ellerine taş alıp denize atıyorlarmış. Kadın denize atıyorum diye yanlışlıkla çalılara doğru atmış ve bir şişenin kırıldığını ve bir sesin geldiğini duymuşlar. Hemen oraya gitmişler ve kadın oradaki şarapçıdan özür dilemeye başlamış. Şarapçı adam ise:
- Özüre gerek yok. Ben bir cinim. Bu şişenin içinde yıllardır hapistim. Beni kurtardınız, benden üç dilekte bulunabilirsiniz! demiş.
Adam:
- Çok paramın olmasını istiyorum! demiş.
Şarapçı uzunca bir süre konsantre olmuş ve şöyle demiş:
- isviçrenin şu bankasında, sizin adınıza şu numaralı bir hesap açıldı ve hesaba; 1 milyar dolar yatırıldı! demiş.
Kadın, bir yat istemiş, cin yine konsantre olmuş ve:
- Bodrumun şu koyunda, şu adlı, şu boyda, şu özellikli yat, sizi bekliyor! demiş.
Adam, kocaman bir ev istemiş. Cin yine konsantre olup:
- Miami'de bir villa sizi bekliyor! demiş.
Karı, koca teşekkür etmiş. Tam ayrılacaklarken cin:
- Benim de sizden bir isteğim var! demiş.
Karı, koca kabul etmiş. Cin:
- Uzun süre kadınsız kaldım. Karınızla yatmak istiyorum! demiş.
Karı, koca düşünmüşler: "Ulan bunun kadar paramız, malımız oldu. Kabul etmezsek bunları kaybedebiliriz!" demişler ve kabul etmişler. Cin bir otel odasında işini bitirmiş ve balkonda sigarasını tüttürüyorken kadına sormuş:
- Kocam kaç yaşında demiştin?
Kadın:
- 37.
Cin sonra kadına dönmüş:
- Demek kocan 37 yaşında ve hala cin hikayelerine inanıyor!...
Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında.
Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir 'yabancı'yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek...
O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.
Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.
Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.
O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar...
O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan...
Topal kuşlar birbirlerinin 'arıza'larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.
En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.
Aynı şekilde zengin , aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner.
Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran...
Meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..
Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını. Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile.. imama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..
imam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
''Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?''
Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar ''Âdetiniz böyle değil mi?''
''Ne âdeti?!'' der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..
Der ki meczub bu kez:
''Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!''
Hoca şaşırır:
''Benim sırtımda da mı var?'' der..
''Evet'' der meczub, ''Hepinizin sırtı yüklü!''..
Cemaatte ise hafiften ''deli işte!'' manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..
Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
''Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de
yaşlı annesi vardı!..''
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
''Boş yok, boş yok hiç!..'' diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
''Peki söyle bakalım bende ne vardı?'' der, bu kez endişeyle Hoca..
O da der ki:
''Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!''
Meğerse hocanın ineği hastaymış,'öldü mü ölecek mi?' diye düşünürmüş namazda..
- - -
''Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.''
doktorlar ''biz bu işi anlamadık'' demişler. ''gözlerinde bir sorun yok ama göremiyorsun.''
adamcağız kalkmış dünyayı dolaşmış derdine derman aramış.
bi yerde ona demişler ki ;
''bak efendi, sen bu derdinden kurtulmak istiyorsan ; hayatta hiç bir derdi olmayan birini bulacaksın, onun gömleğini gözlerine süreceksin ve gözlerin açılacak.''
adam yollara düşmüş yine
dertsiz birini aramış durmuş
sonra demişler ki ;
''falanca dağda bir çoban vardır, dünyada hiçbir derdi de yoktur''
adam düşmüş çobanın yoluna
bulmuş çobanı demiş ''senin hiçbir derdin yoktur doğrumu ?''
''doğrudur'' demiş çoban ''çok şükür yoktur hiçbir derdim''
Yer altındaki bir mağarada yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşün.
Bu insanlar sırtları mağaranın girişine dönük oturmaktadırlar.
Elleri ve ayakları bağlıdır ve yalnızca mağaranın duvarını görebilmektedirler.
Arkalarında yüksek bir duvar vardır.
Yine bu duvarın arkasında insana benzer bir takım görüntüler, duvarın üzerinde bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar.
Bu cisimlerin arkasında bir ateş yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır.
Mağarada yaşayanların gördüğü tek şey de bu "gölge tiyatrocudur".
Doğduklarından beri bu şekilde oturdukları için, var olan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar.
Şimdi mağaradakilerden bir tanesinin bu esaretten kurtulduğunu varsayalım.
Bunu öncelikle duvardaki gölgelerin nereden geldiğini kendi kendine sormaya başlayarak, sonunda da zincirlerini kopararak başarır.
Arkasını dönüp duvarın üzerinde tutulan cisimleri görünce ne düşünür sence?
ilkin, bu çok güçlü ışıktan gözleri kamaşır.
Gördüğü keskin hatlı cisimlerden de gözleri kamaşır, çünkü o ana dek yalnızca cisimlerin gölgelerini görmüştür.
Duvarın üstünden atlayıp ateşin yanından tırmanmaya başlar ve mağaranın dışındaki doğaya çıkınca gözleri daha da kamaşır.
Ancak gözlerini biraz ovuşturduktan sonra her şeyin ne kadar güzel olduğunu görüp şaşkınlığa uğrar.
Hayatında ilk kez renkleri ve keskin hatları görmektedir.
Gerçek hayvanları ve çiçekleri de görür.
Mağaradaki cisimlerin bunların kötü birer kopyasından başka bir şey olmadığını anlar.
Ancak şimdi kendisine tüm bu hayvanların ve çiçeklerin nereden geldiğini soracaktır.
O zaman gökyüzündeki Güneş'e bakıp, mağarada gölgeleri görmesini sağlayan şeyin yanan ateş olması gibi, doğadaki tüm çiçeklere, hayvanlara hayat veren şeyin de Güneş olduğunu anlayacaktır.
Şimdi, halinden son derece memnun olan mağara adamı doğaya koşup yeni kazandığı özgürlüğünün tadını çıkarabilir.
Ancak o, hâlâ mağarada olanları düşünüp geriye döner.
Döner dönmez diğer mağara adamlarını, duvarlarda gördükleri gölgelerin gerçek şeylerin yalnızca birer benzetmesi olduğuna ikna etmeye çalışır.
Ama ona kimse inanmaz.
Duvarı gösterip, gördükleri şeylerin var olan şeyler olduğunu söylerler.
Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan, "kurabiye hırsızı" kendisiydi işte.
Fırlamış bir fındık sıçanı sahanın içinden ve kaçıp gözden kaybolmuş!.
Önce şaşmış delikanlı... ''Bir fındık sıçanı için mi yolladı beni ta Mısır'a'' diye... Sonra, ''vardır bir hikmeti'', diye düşünmüş...
''Neyse, ben gene açmamış gibi kapağı kapatır, bohçaya sarar götürürüm sahanı!'' Demiş...
Öyle de yapmış!.
Niyazi Mısri'nin yanına gelip emaneti teslim ettiğinde kapağı kaldırmış Niyazî Mısrî, sahan boş!.
Evlat, Efendin boş sahan yollamaz... Ne vardı bunda?
Delikanlı biraz kem kümden sonra dökülmüş:
Efendim içindekini merak edip sahanın kapağını açtım yolda, bu sahanın sırrı ne ola ki, diye; içinden bir fındık sıçanı atlayıp kaçtı!.. O yüzden de sahanı boş getirmek zorunda kaldım!!!
Niyazi Mısrî gülmüş...
Evlat senin Efendin sana ders vermek istemiş...
Bir sahanın fındık sıçanı sırrını saklayamayıp kaçıracak kabiliyette olan birine hakikat sırrı nasıl emanet edilir ki!..
Hadi sen gene dünyana dön de, boyundan büyük konulara girme!
80'ine merdiven dayamış yaşlı anne ile onu ziyarete gelen (45 yaşında ve saygın bir işi olan) oğlu salonda oturuyorlardı.
Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı anne kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
- Bu ne oğlum?
Oğlu şaşkın, cevapladı:
- O bir karga anne.
Anne kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
- Bu ne oğlum?
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
- Anne, o bir karga
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu.
Anne üçüncü defa sordu:
- Bu ne?
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
- O bir karga annecim, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?!
Anne dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
-Anne bunu neden yapıyorsun?
Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun.
Sabrımı mı deniyorsun ?!
Anne -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü.
Bu bir hâtıra defteriydi.
Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.
Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:
''Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir
karga kondu.
Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.
23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı?
Hayır!
Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu''
* * * * *
''Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti.
Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile
deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.'' (isra, 23)
- - -
Tum anne olan uuserlerin Anneler gunu kutlu olsun *