iki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı. Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı.
istediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
"Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. iyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
ikinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancaktelin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı :
* Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
* Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
* En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:
"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasinda ne fark vardır?"
"Bakın göstereyim" demiş Ermiş kişi.
Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanlari çağirarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da, derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup şöyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmisler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar,öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağiralim yemeğe."
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince herbiri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısında ki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
"işte" demiş ermiş: "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim karşısındakini düşünür de doyurursa o da bir başkası tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın; hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman...
allah'a inanmayan profesörün deneyi ( oxford üniversitesi )
ingiltere'deki oxfor üniversitesinde, hayatını insanları tanrı inancından vazgeçirmeye adayan bi felsefe profesörü varmış. bu herif bütün bi dönem boyunca öğrencilerine tanrının olmadığını... kanıtlamaya çalışırmış. her sömestr sonunda da, eğer aranızda hala tanrıya inanan varsa hemen ayağa kalksın diyerek bitirirmiş dersini. 20 yıl boyunca onun tersi düşünen pek çok öğrenci olmasına rağmen kimse ayağa kalkmaya cesaret edememiş. çünkü hoca sözlerini bitirdikten sonra cebinden bir yumurta çıkarıp, afferin! zaten eğer tanrı gerçekten olsaydı işte bu yumurtanın kırılmasını önlerdi diyerek yumurtayı yere doğru bırakırmış. sonra da yumurtanın kırılmasını zevkle seyreder, kahkahalar atarmış. (pis adam) ve maalesef, pek çok öğrenci bu gösteriden etkilenir, tanrının varlığı konusunda şüpheye düşermiş.
ancaaak, 20 yılın sonunda mümin bir öğrenci, profesörün nasıl bi kişiliğe sahip olduğunu duymuş olmasına rağmen felsefe dersi zorunlu olduğundan bu sınıfın öğrencisi olmuş. hocanın garip mantığından korktuğu için de üç ay boyunca bütün herşeyi itiraz etmeden dinlemek zorunda kalmış. derken son gün gelip çatmış. adet olduğu üzre hoca son gösterisini yaparak dönemi bitirecekmiş. fakat, aranızda hala tanrının varlığına inanan varsa şu an ayağa kalsın dediği anda sınıftaki 300 öğrenciden biri olan koyu müslüman genç ayağa kalkmış, yanlış yapıyosunuz sayın hocam. ben bütün kalbimle allah'ın varlığına inanıyorum demiş. zaten bu, hocanın da yıllardır beklediği anmış. yumurta testi çok daha keyifli olacakmış böylelikle. hemen cebinden yumurtayı çıkarmış, iyi o zaman, hadi tanrın bu yumurtayı kırılmaktan kurtarsın da görelim bakalım diyerek yumurtayı yere doğru bırakmış.
sınıftaki herkes nefesini tutmuş. herşey ağır çekim gibiymiş. yumurta yere doğru düşmüş düşmüş düşmüş ve yere çarpıp zıplamış, ordan bi daha gerisin geri aynı hızla yere çarpmış ama kirilmamiş! bunu gören felsefe profesörü ne yapacağını bilemeden, sararmış suratını öğrencilerden gizlemeye çalışıp sınıftan koşarak kaçmış. kalan öğrenciler, ''koyu müslüman'' öğrencinin eşliğinde kur'an dan ayetler okumuşlar ve akşamda namaza gitmişler...
olayın gerçek olup olmama ihtimalini siz yorumlayın bakalım...ben allahın büyük kudretinin böle bişeyi gerçekleştireceği kanısındayım...yani tüm inanmayanlara ibret olsun diye.
Vakti zamanında cahil biri bir üstadın kapısını calmış ve ona ;
- Efendim, bana kitabı anlatır mısın! demiş.
- Kitabı mı? demiş üstad, ben ömrümü kitabı okumaya adadım buna rağmen hala bildiklerim ancak bir hiçken sana nasıl olur da tüm kanunları ve bunlarin aralarındaki bağlantıları anlatabilirim ki?
Ancak cahil adam ikna olmamış.
Onun ısrarını gören üstad ;
- O zaman şimdi beni iyice dinle. düşün ki bir eve bacadan iki kişi girdi, birinin yuzu kapkara, digerinin ise tertemiz. bunların hangisi yüzünü yıkar?"
- Bundan kolay ne var demiş adam ;
- tabi ki kirli olan!".
Üstad gülmüş, Düşünsene, kirli yüzlü olan adam digerinin yüzüne bakacak ve temiz yüzü görecek. böylece kendi yüzünün temiz olduğunu sanacak. oysa ki temiz yüzlü adam öbürünün yüzündeki kiri görüp kendi yüzünü de kirli sanacak ve yüzünü yıkayacak.
Adam bir süre düşünmüş, sonunda kafasını sallamış
- Size nasıl teşekkür edebilirim efendim? sanırım sonunda kitabı anladım.
- Aahh, ah.. Daha çok uzun bir yolun var demiş üstad üzüntü ile.
- Aynı bacadan sürünerek inen iki adamdan birinin yüzünün tertemiz ötekinin ise kirli olabileceğine nasıl inanabiliyorsun ki?..
Adam tarlasını kazarken toprağın altında naylona sarılı bir şey bulmuş... Hemen açmış... Başlığında kendi lisanıyla, BUNU okuyan hazineyi bulur! yazılıymış...
Ancak yazının alt tarafı ise okuyamadığı bir lisanmış..
Hemen yazıyı almış köyün imamına koşmuş... Köyün imamı ona göre büyük adam; belki de zamanın gavsı ya da müceddidi!.
imam efendi Kurân kursunu bitirmiş... Kur'ân okumasını biliyor...
Hemen almış kağıdı eline ve bakar bakmaz konuşmuş:
"-- Bunu okuyan hazineyi bulur! yazıyor... Altında da Arapça bir dua var!... Hemen bunu çoğaltalım!.. Ve herkes okusun!" demiş...
Mübarek elleriyle, bulunan yazıdakileri kopyalamışlar ve tüm köy halkına dağıtmışlar!..
Herkes okumaya başlamış imam efendinin kendi dillerinin harfleriyle yazdığı onbeş satırlık yazıyı... Aradan bir zaman geçmiş...
Derken biri köy kahvesinde demiş:
"-- Efendiler bu böyle günde bir kere okunmakla olmayacak sabah akşam okuyalım şunu... Elbette bir kerameti vardır!"
Birkaç gün daha geçmiş, günde kırk defa okumaya karar vermişler!.
Derken günde yüz defa!..
Bazıları bakmış, "hazine bulunmuyor" demişler:
"Bu safsata!.. Bizi umutlandırmak için böyle bir masal uydurmuş birisi!."
Kimi de inançla ve ısrarla devam etmiş okumaya..
Aradan aylar geçmiş ama ne çare ki hazineyi bulan yok!..
Derken günün birinde bir gezgin uğramış köye... Camide yatsıyı kıldıktan sonra bakmış bir dua yapıyor insanlar birlikte, hiç duyulmamış o güne kadar öyle birşey!
Demiş camiden çıkarken imama, "bana da öğretsenize bunu"...
Hemen yazılısını vermiş ona da imam...
Adamı misafir etmişler misafirhanede...
El etek çekilip insanlar uyuduktan sonra adam kalkmış mumu yakmış kağıttaki Arapça dua(!)yı okumaya başlamış!!!
Misafirhaneden çıkmış elinde mum ve kâğıt, köyün ortasındaki ulu çınarın altına gelmiş... Gene kâğıttaki duayı okumuş; çınardan köyün kuzey çıkışındaki dere boyuna doğru yürümüş.. Sonra Arapça dua(!)yı okumuş gene, dere yatağından uzanan salkım söğütün yanına varmış. Dua(!)da yazılı olduğu üzere söğüt ağacının yanından yüzünü köye dönüp yirmibir adım atmış ve oradaki koca kayanın dibini kazmaya başlamış...
Bulmuş orada bir tahta kutu ve içinde çil çil altınlar!. Alıp yoluna devam etmiş!.
Köylünün her gün okuduğu dua(!) doğruyu yazıyormuş meğer inanmayanların aksine!
OKU muş duayı köylülerin okumasından farklı olarak; anlamış anlamını yazılanların ve gereğini de uygulayarak; hazineyi bulmuş!.
Köylülerse hâlâ devam ediyormuş sabah akşam anlamını bilmedikleri imam efendinin kendi lisanlarında yazıp ellerine verdiği Arapça duayı okumaya!!!
Aklı yaratan onu üstün özelliklerle bezedikten sonra beyne oturtmuş!... Ama akıl bakmış ki çevresine hiçbir şey görünmüyor!..
Şaşırmış... Etraf mı karanlık ben mi körüm, diye düşünmüş..
Çözememiş olayı ve sormuş :
-- Beni mükemmel yarattın ama galiba körüm!... Beni hareketli, oynak, kıvrak, her şeye anında adapte olabilir yarattın ama önümü, çevremi göremiyorum, bulunduğum yeri göremiyorum!.. Sadece bulunduğum yerden bana gelenleri değerlendirip onları amaçlarına göre en mükemmel şekilde yönlendiriyorum..
Cevap gelmiş:
-- Seni öylesine mükemmel yarattım ki, ayrıca bir de göze ihtiyacın yok!.. Kör olman daha hayırlı; işlevini hakkıyla yapabilmen için!.. Seni öyle bir mekâna yerleştirdim ki, orada her şey, sana ulaşabilecek şekilde var!. Sana, sadece gelen verileri değerlendirmek kalıyor!.. Sen evrenin merkezindesin bulunduğun mekân itibariyle!. Orada sana gelen verileri değerlendirirsen bulunduğun ortamın sultanı olursun!. Unutma ki çözümsüzlük anında sana yol gösterecek iman kuvvesini de koydum o mekâna hemen yanına!
Peki, demiş akıl ve işlevini hakkıyla yerine getirmeye başlamış...
Ama insanlar çoğalıp her birinde işlev gören akıl farklı verilerle karşılaşırken, bazen hayret ve şaşkınlıktan, bazen dışardan gelen yanlış verilerden, bazen de hormonların dürtmesinden ayağı kayıp kana karışıp, soluğu başka bir organda alıverir olmuş bir anda!.
Kör olduğu için de, gittiği yeni mekânı (organı) tanıyamayıp, kendini hâlâ eski mekânında sanarak, o organın kendisine sağladığı verilere göre, o organa en mükemmel şekilde hizmet vermek üzere işlevini, yerine getirir olmuş!..
Bu yeni mekân bazısında mide olurmuş, bazısında cinsel organ; bazısında ayak olurmuş, bazısında kalp!..
Kimi sadece yemek için yaşarmış bu durumda; kimi insanlığını imanını unutur yalnızca seks yapmak için yaşarmış; kimi kendini yalnızca spora verirmiş, kimi de tüm yaşamına duygularıyla yön veren davranışlar ortaya koyup sürekli pişmanlıkları yaşarmış akıl dinlenmeye geçtiğinde de!...
Evet, akıl, kutsal tahtı beyinden düşünce bir başka organa, insanlar ona aklını başına al derlermiş!...
Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat üzerine konuşurken şunları söylüyor:
içimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş. Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor.
Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.
Gençlerden biri hangi kurt kazanacak diye soruyor ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor:
yazvuz sultan selim' e iran şahı şah ismail bir sandık hediye yollar. sandık açılınca içinden kötü bir koku yükselir fakat içinde son derece kıymetli, görkemli ziynet eşyaları, kıyafetler vs. çıkar. eşyalar kaldırıldıkça koku daha da keskin ve kötü bir hal alır. en sonunda sandığın dibinden insan dışkısı çıkar. yavuz bu duruma çok sinirlenir ve uzun uzadıya nasıl bir cevap yollaması gerektiğini düşünür. en sonun da o da bir sandık yollamaya karar verir.
komşu devletin hükümdarı sandığı açtırır. içinden son derece güzel ve hoş kokular yükselir. eşyalar kaldırıldıkça daha da hoş kokular yükselir. bir de bakarlar ki dibinde gül kokulu lokum ve bir not:
- ismail herkes yediğinden ikram eder.
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Asya kıtasında maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.
Bir hindistancevizi oyulur ve iple bir ağaca bağlanır.
Hindistancevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.
Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.
Maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır.
Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz.
Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında bu maymunu, tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir.
Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.
Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur.
Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.
bu gün yiğenim anlattı hala düşünüyorum neyi anlatmak istedi diye sırayla birbirimize hikaye anlatıyoduk. sıra ondaydı uzun bi hikaye anlat dedim. direk özet geçti.*
bi tane çocuk varmış emekliyomuş sonra yürümüş büyümüş hikaye de burda bitmiş.
Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu'nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi.
Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:
- Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım," dedi. "Meğer seni bulmak için iyileşmişim.
Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı.
Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken
- Bugün soba yakamadım evladım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.
Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı.
Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?
Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu.
Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allah'ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu.
ihtiyar kurt, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak:
- iliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.
Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken
-iskemle dediğin, dünya malı be evladım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?
Köyün ağasıydı, dededen, babadan kalma bir zenginlikti onunki.
Malları da, namı da ata yadigârıydı.
Varsın olsun. Ona göre, sorun yoktu. Zira, onu köyün bir numaralı adamı yapmaya yetecek kadar malı da vardı, namı da...
Ağa demek, bir bakıma, köyün padişahı demekti.
Sözünün üstüne söz gelmezdi.
Hele bir gelsin; getiren ya anında özür diler, ya derhal karşısından kalkardı.
Hele kalkmasın; başkaları kaldırırdı.
Hele kaldırmasınlar; ağa yapacağını bilirdi. Önünde yürüyen de olmazdı, ardından konuşan da.
'Ağa'ydı bugüne bugün. Köy küçüktü gerçi, ama ağa büyük adamdı.
Herşey iyi hoştu da, ağanın ağzının tadını kaçıran bir sorun vardı. O da hallolsa, hiçbir sorun kalmayacaktı.
Ağa, köyün imamından yana dertliydi. Gerçi kendisinin namaz-niyazla fazlaca işi yoktu.
Yine de, köyün camisine hiç uğramamak olmazdı. ''Gavur değiliz herhalde.''
Ağa, her Cuma günü en yeni giysilerini giyer, abdestini alır, etrafına toplananların önüne düşer, caminin yolunu tutardı. Yolda beride görenler selam verir, cami kapısında ise köylüler ona yol açarlardı.
O da selamları karşılar, kendisine açılan yoldan gururlu bir eda ile ilerler ve en ön safa kurulurdu. Bu arada, kendi safındakilerden bir adım ileride durmayı da unutmazdı.
Buraya kadar sorun çıkmazdı da, sorun bundan sonra başlardı. Zira, hutbesini bitirir bitirmez minberden inen imam, kalabalığı yara yara öne doğru ilerler, tam da ağanın önüne yerleşirdi.
Her Cuma tekrar tekrar yaşanan bu durum ağayı elbette memnun etmiyordu.
Ağalık otoritesini rencide eden bu durum, ağa kadar, oğlunun da canını sıkıyor olmalıydı ki, bir keresinde, 'Niye babamın önüne geçiyorsun?' diye çıkışmıştı imama.
imam oğlunun bu densizliğini ağaya açınca, ağa da ağzındaki baklayı çıkarmadan rahat etmemişti.
'Oğlan yanlış yapmış imam efendi, ama sen de fazla önümde duruyorsun. Bu işi düzeltmek lâzım.'
Bu görüşmenin üstünden çok zaman geçmeden, sorun, hiçbir ilave sorun çıkmadan çözülüverdi.
Ağa, en sonunda, muradına erdi. Artık en öndeydi, üstelik hiç itiraz eden de yoktu. imam dahil.
imam, 'Er kişi niyetine!' diyerek cenaze namazına çoktan başlamıştı bile...
Çok fakirmiş ama dillere destan bir beyaz atı yüzünden kral bile onu kıskanırmış.. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..
- "Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. insan dostunu satar mı" dermiş hep..
Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış;
- "Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler..
ihtiyar;
- "Karar vermek için acele etmeyin. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."
Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler.
Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın
etrafına toplanıp özür dilemişler..
- "Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var.."
- "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden - "Bu herif sahiden bunamış.." diye geçirmişler..
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara..
- "Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler..
ihtiyar ;
- "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış.
Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere
almışlar.
Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler..
- "Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.."
- "Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
anlatan şu nasihatla tamamlamış öyküyü :
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
Eski zamanlarda Hint imparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiştir.
Mektubun da oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır.
"Pers imparatoruna; kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. iŞTE HAYAT BUDUR..."
Pers imparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister.
Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyununu çözer daha sonra da on günde tavlayı icad eder ve imparatora sunar.
Hint imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır.
''Hint imparatoruna; Evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. AMA HAYAT BiRAZ DA ŞANSTIR..."
(Tavla Pers imparatorunun başveziri Buzur Mehir tarafından Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanmıstır. 4 köşesi 4 mevsimi, tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı, pulların toplamı ayın 30 gününü, siyah -beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12şer hane günün 24 saatini simgeler...)
iki kurbağa dolaşırken kendilerini krema dolu bir kabın içerisinde bulurlar. Kremanın içine batan kurbağalar can havli ile çırpınmaya başlarlar. Fakat nafile çırpındıkça batarlar kremaya. içlerinden biri artık kurtulamayacağı düşüncesi ile kendini bırakır ve krema içinde boğulur.
Diğeri ise pes etmez ve son nefesine kadar çırpınmaya devam eder. Kararlıdır. Çırpınır, çırpınır, çırpınır? Ve sonunda bir şey fark eder, kabın içindeki krema gittikçe sertleşmektedir. Çırpınmaya devam eder ve sonunda sertleşen kremanın üzerine çıkıp dışarı sıçrayarak kurtulur.
Hayatta kazananlar asla vazgeçmeyenlerdir. Başarmamız gereken işi pes etmeden sonuna kadar mücadele ederek sonuçlandırmalıyız.
Umutlar tükenmedikçe denemekten asla vazgeçmemeliyiz. Ancak sabırlı ve ısrarlı olanlar hedeflerine ulaşabilir.
UZUN YILLAR ÖNCE, Çin'de Li-li adında bir kız yaşıyordu. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve çoğu genç kız gibi Li-li de günün birinde bir delikanlıyla evlendi.
Li-li'nin kocası zengin biri olmadığı gibi, ailesine karşı sorumluluklarına dikkat eden biriydi de. O yüzden, Li-li'nin evi kocasıyla birlikte dul kayınvalidesi ile de paylaşması gerekiyordu.
Gelin görün ki, aylar geçtikçe, Li-li kayınvalidesiyle geçinmenin çok zor olduğunu anlamaya başladı. ikisinin de kişiliği çok farklıydı ve bu yüzden sık sık kavga ediyorlardı. Kavgalar gitgide o kadar şiddetlenmişti ki, konu komşu da evde olup bitenlerden haberdar olmaya başlamıştı.
Birkaç ay daha böyle geçtikten sonra, Li-li bu işin böyle gitmeyeceğinden iyice emin haldeydi. Bu durumun annesi ile eşi arasında kalan kocası için evliliği cehenneme çevirdiğini de görüyor; eşi için de üzülüyordu.
Li-li, bir çare bulabilme ümidiyle, baba tarafından aile dostları olan bir baharatçıya gidip derdini anlattı. Baharatçı, Li-li'yi, bu işin kesin çözümünün kayınvalideyi ortadan kaldırmak olduğunu söyledi. Ama bu işi farkettirmeden halletmesi gerekiyordu. O yüzden, değişik bitkilerden hazırladığı bir ekstreyi Li-li üç ay boyunca azar azar kaynanası için yaptığı yemeklere koyacaktı. Zehir az az verilecek, böylece kayınvalideyi Li-li'nin öldürdüğü anlaşılmayacaktı. Yaşlı baharatçı, Li-li'ye, bunun için, zehiri azar azar verdiği üç ay içinde şüphe verici davranışlardan, özellikle kayınvalidesine karşı sert kavgalardan kaçınmasını tavsiye etti. Üç ay için sabredip kayınvalidesine olabildiğince iyi davranmalıydı Li-li.
Baharatçının hazırladığı zehir ekstresini de alarak sevinç içinde eve dönen Li-li, baharatçının önerdiği planı adım adım uygulamaya başladı. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kayınvalidesinin tabağına zehiri azar azar damlatıyor, bu arada ona iyi davranmayı ihmal etmiyordu.
Onun bu iyi muamelesi kayınvalideyi de etkilemiş, gün gün ona daha iyi davranmaya, haftalar geçtikçe de ona kendi kızı gibi sevgi ve ilgi göstermeye başlamıştı. Evde artık barış rüzgârları esiyordu.
Bu durum karşısında, Li-li yaptıklarından utanmaya başladı. Kayınvalidesinin aslında pek de kötü biri olmadığını, bilakis pekâlâ iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama, yemeğine azar azar damlattığı zehirler yüzünden onun ölmesi de an meselesiydi artık.
Vicdan azabı içinde kıvranan Li-li, yaptıklarından pişman vaziyette yine baharatçıya gitti ve bu kez, verdiği zehiri kandan temizleyecek bir iksir yapması için kendisine yalvardı. Artık yaşlı kadının ölmesini istemiyordu.
Yaşlı baharatçı, Li-li'nin bu yalvarmaları karşısında kahkahalarla gülmeye başladı. Li-li ise çok ciddiydi ve zehirin tesirini vücuddan atacak bir ilaç yapmasını ısrarla istiyordu.
''Ah Li-li!'' dedi baharatçı, ''Sana zehir diye verdiğim şey, vücudu güçlendiren bazı bitki özlerinin bir karışımıydı yalnızca. Çünkü, asıl zehir ikinizin kafasındaydı. Sen ona iyi davrandıkça bu zehir dağıldı ve yerini sevgi ve anlayışa bıraktı.''
Leonardo da Vinci; 'Son Aksam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı...
iyi'yi isa'nın bedeninde, Kötü'yü de isa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde
ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.
Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin isa tasvirine çok uyduğunu fark etti.
Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı....
Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı
sıkıştırmaya başladı.
Günlerce aradıktan sonra Leonardo; vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.
Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.
Leonardo; yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi.
Cünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.
Zavallı,başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen
inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. .
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan
berduş; gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.
Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
'Ben bu resmi daha önce gördüm...'
'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı..
'Üç yıl önce' dedi adam..'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce...
O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum. Pek çok hayalim vardı.
Bir ressam beni isa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'
iyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.
Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı.;
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.
Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?
Durup ondan keyif alıyor muyuz?
Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? idi...
Bu deneyden çıkarılacak soru ise,
dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?
Bir samuray, Zen tarikatı hocalarından birini ziyarete gelir.
Söz konusu samuray çok tanınmış biri olduğu halde hocanın bilgeliği karşısında, kendini ikinci sınıf biri gibi hisseder. ve duygularını açıksözlülükle aktarır :
''Kendimi bu kadar zavallı hissetmemistim bugune kadar. huzurunuza cıkar cıkmaz boyle hissetmeye basladım.
ölümle yüzyüze geldigimde oldu; o zaman bile bunca korku, heyecan duymamıstım.
Neden dersiniz hocam ?''
Hoca, diger konuklar gittikten sonra kendisini yanıtlayacagını bildirir.
Her gelen saygılarını sunup önerileri dinleyerek gider.