Görüşlerinin önemli bir kısmına katılmasam dahi entelektüel kimliğine hayran olduğum düşün adamı. Mehmet Akif Ersoy ve Cemil Meriç üzerine yaptığı araştırmalar oldukça başarılıdır.
Bel ki ben Allah Teala'nun hak rasuliyem; sizi davet iderem: Allah'a kullık idün, asnama [putlara] kullık itmen!"
***
O "Fakir (muhtaç) değilim ki zenginlikle kandırılayım; mecnun değilim ki tedaviye ihtiyaç duyayım; bir kadına âşık değilim ki onunla tutkularımdan vazgeçeyim" diyebildi. Çokluğa değil, o, bu yüzden hep tekliğe çağırdı.
O bir tek O'na fakirdi. O bir tek O'nun mecnunuydu. O başkasına değil, bir tek O'na âşık idi.
Biliyordu ki O tekti. Teki severdi.
O'nun için, o, elini çekti. Güneş'i de, ay'ı da çokluğa terketti.
***
Nuh, gemisine almadı beni. Tektim çünkü.
Nuh da tekti, ama güvendeydi.
inananlarla. Hep seçtikleriyle. Eledikleriyle.
Hep 'tenzih' içinde.
***
Madem ki elenişin sırrını soruyorsun ey talib, o hâlde seni merakta bırakmayacağım:
"Her şey O mudur, O'ndan mıdır?" diye sordu Nuh ve "Her şey O'ndandır" diyenleri gemiye aldı.
28 kasım pazar günü yeni şafak'ta yayınlanan yazısında selçuklu mimari şekli mukarnaslar ve bunlarla ilgili türkiye'de ilk çalışmaları yapan turgut cansever'den bahsetmiş kendileri ve tanrı'yı aramamızı öğütlemiş taşların sessizliğinde. ardından da şunu eklemiş:
"* sesini duymakla yetinme sakın, bir de cemalini görmeyi iste!"
hayran olmamak elde değil. allah uzun ömürler versin.
facebook'ta adı aratılınca çıkan ilk sayfada kendisiyle ilgili program, seminer vs. ile ilgili tüm bilgilier bulunabilir. 2 aralık günü ankara ilahiyat'ta olacakmış.
son yazılarından biri.
--spoiler--
Ne işim var benim bunca cesedin arasında?
Niçin aşkı yüceltmekten kendimizi alamayız? Tutkuyu... Yanlış anlaşılmamalı, elde etmeyi, ele geçirmeyi, kavramayı, sahip olmayı değil, bilakis mahrum olduğumuzu/olacağımızı bile bile sevgilinin peşinden koşmayı... Bir ömür boyu hakikatine bile değil, sadece hayaline secde etmeyi...
Tekmelenmeyi... itilip kakılmayı... yerlerde sürünmeyi... hepsinden de ötesi sahip olmaktan vazgeçip hiç değilse yakınına düşmeyi...
Civarında bulunmayı...
Mahrumiyet bu kadar mı haz verir insana?
Ne bulmak, ne olmak, bizzat aramak...
Bu kadar mı sağaltır?
Ararken çıldırmak...
* * *
Hastalığı şifaya dönüştüren muammanın adıdır acziyet.
Hakkı verildiği takdirde duyguların en yücesi. Aşık'ın hâl-i pürmelâli.
Hâl-i pür-melâl, hiçliğimizi bize geri verir ey talib. Hakikatimizi. insanlığımızı yani.
"Sahip olma"yı küçültür gözünde Hz. insan'ın, ve ona "olma"nın hayalini bahşeder.
Hakikati, aramaktır hâl-i pürmelâl'in. Bulmak ve olmak ise hayali.
Acziyet ve mahrumiyet sayesinde.
Işık'ın değil, gölge'nin kıymetini. Nur'un değil, zulmet'in. Müphemin. Belirsizliğin. Boşuna kürek çekmenin.
Yenilmenin tadını öğretir hüzün bize. Bile isteye yenilmenin...
Ölürken gülümsemenin...
* * *
Sadece yakınlaşmak için...
Hepsi de kurbiyyet uğruna...
Sıfatlarından değil, vücudundan vazgeçen adamın tek talebi. "Kurbanın olayım!" diyenin değil, kurban olanın. Feda edenin. Talebi adına talebinden vazgeçenin.
Ar namus da neymiş? Şeref ve izzet? Gurur ve haysiyet?
Eşikte uykuya dalanın ne işi olur böylesi libas u melâbisle? Üryandır o! Korunmasız. Savunmasız. Aciz.
Bir tek hayretten büyümüş o gözler, gözler sevgilinin ayak izlerini. Ve en ufacık kıpırtıya duyarlı o kulaklar işitir onun çığlığını.
Ne "12 Angry Man" (1957), ne de "Verdict" (1982)... Henry Fonda da bir yana, Paul Newman da...
ikisi de iyidir. Ama hepsi o kadar. Oysa Equus'ta Richard Burton'un oyunculuğu eşsizdir. Gözleriyle oynar. Kâmilen. Öyle ki filmin bütün duygusu ingiliz oyuncunun gözlerindedir. Filmdeki adıyla, Dr. Martin Dysart'ın.
Gözleriyle oynayan iki büyük oyuncuyu daha hatırlıyorum. Ne ilginç, onlar da ingiliz. Biri Peter O'Toole, diğeriyse Anthony Hopkins.
Kudret ve ihtiras, kin ve nefret, hatta aşk ve cesaret... bildik bütün duyguları bu adamların gözlerinden seyretmek mümkün. Ne ki yenilmişliğin o buruk kavranışı bir tek Burton'un yüzüne yakışır. Bilhassa gözlerine.
Hicranla hüsranı birleştirir o gözler. Izdırab içinde kıvranır. Şaşkınlık içinde.
Metin, Peter Shaffer'a ait. Tıpkı Amadeus (1984) gibi.
Miloş Forman'ın tam da aksine Lumet'nin kusuru kendi zamanının ötesinde bir film çekmek. Zeitgeist bu filmin görülmesine izin vermez, farkedilmesine... ve bu yüzden erbabınca ıskalanır.
Bir meçhulden sözediyoruz. Bir saklı başyapıttan.
* * *
- "Birine, onu ibadetinden alıkoymaktan daha büyük bir kötülük yapabilir misin?" (Can yo do anything worse to somebody than to take away their worship?) diye sorar Dr. Martin Dysart.
Acısıyla arınanı acısından etmek istemez. Tutkusundan.
- "ibadet yıkıcı değildir" (Worship isn't destructiv) der arkadaşı.
Bu naif açıklama nasıl cevaplanabilir ki? Hele bir de ibadetin özü hâlâ gizini elevermemişse.
O da çaresiz, "Bir daha dört nala gidemez ki!" der, "eğer normali seçerse..." Tutkusundan arınırsa. iyileşirse. Acıdan arınmak tutkudan arınmaktır çünkü. Normalleşmektir. Vasata düşmektir. Oysa tutku iki memesiyle birden emzirir talibini. Birinden süt akar, birinden kan.
Meczubiyetin bu nedenle tek alâmetidir acziyet. Yenilmişliğin gücü vardır onda. Zayıflığın. Çelimsizliğin. Kırılganlığın. Terkedilmiş bir aklın.
- "ibadetin yoksa, küçülür kalırsın, daralırsın! Ne büyük vahşet, yaşamımı ben kendim daralttım". (Without worship you shrink! It's brutal. I shrank my life.)
dün akşam akl-i selim* programında döktürmüş ve aradan yine ince bir şekilde schopenhauer'den bahis ederken mükemmel almanca telaffuzunu kullanmış adam. dinlemek ve tekrar tekrar dinlemek farz-ı vacib olan insandır. ağzına sağlık üstad.
seveni kadar sevmeyeni de çok olan insan. günümüz siyasetinin insanları nasıl kutuplaştırdığı ve insanların birbirleri hakkındaki kanaatlerini ne derece etkilediği göz önünde bulundurulursa çok da şaşırılacak bir durum değil bu. ancak sayın cündioğlu için farklı bir durum söz konusu, sevenlerini ve sevmeyenlerini aynı zeminde buluşturan bir durum.
dücane cündioğlu dokunanı yakan bir insan. yakıyor çünkü yanıyor. işte sevenleri ve sevmeyenleri de bu noktada yani yanmak noktasında buluşuyorlar. ateşe ve yanmaya olan tepkileri ise onları birbirlerinden ayırıyor. yani yanmayı seven, sayın cündioğlu nu da seviyor; yanmaktan rahatsız olan ise, cündioğlu ndan da rahatsızlık duyuyor.
elinde hakikatin aynası var ve o nun aynasında kendisi ile ilgili hakikati gören insanlar bu durumdan ister istemez rahatsız oluyorlar. cündioğlu nun hiç acıması yok. eğrilikleri doğru göstermemeye özen gösteriyor.
olduğunuz gibi kabul etmiyor sizi. dönüp kendinize bir bakmanızı ve bir daha bakmanızı ve bir kez daha bakmanızı istiyor sizden. kendinizi terazinin kefesinde tartmanızı, eksikliklerinizle yüzleşmenizi, nefsi emmareniz ile mücadele etmenizi tavsiye ediyor ve allah ın üzerine yemin ettiği nefsi levvame (kınayan, sorgulayan) ile tanışmanız için çabalıyor.
o ndan korkmanıza gerek yok. eğer o nun ateşini severseniz, bu ateşin artması ve her tarafınızı kuşatması için yoğun bir istek duyarsınız içinizde. istersiniz ki ben de yanayım, yandıkça yanayım; ta ki, yarın hakk ın divanında, yaratan’ın huzurunda yanık ruhum için “daha fazla yanmasına gerek yok” hükmü verilsin.
sözün kısası, o nu sevebilmek için profesör olmanız gerekiyor. profesör, yani professeur, yani bilmediğini itiraf eden…
birden fazla dil bilen, birden fazla disiplin arasında mekik dokuyabilen, katıldığı televizyon programlarında en iyi kelimeyi kullanabilmek için bayağı bir çaba sarfeden bütün bunların üstüne ayrıca iki yıl klasik tıp eğitimi almış düşünür.
"hz. insan" adlı yeni kitabı kapı yayınlarından yayınlanmıştır. yazarın "öldükten sonra arkamda kalmasını istediğim eserim" dediği "cenab-ı aşk" kitabına benzerliğiyle dikkat çekiyor. kapağı çok sade.
"Bil ki ey sevgili
Ben seni aklımdan hiç çıkarmadım;
ben sadece aklımı çıkardım
Ve böyle bilsin bütün dünya,
ben aklımı senin rağmına değil,
senin uğruna senden çıkardım..."
--spoiler--
- 12 Eylül öncesinde, 1978'de, siyasi olaylar sebebiyle henüz 16 yaşındayken cezaevine girdim. Toplam dört yıla yakın cezaevinde kaldım. Türk milliyetçisiydim. Siyasi kavgalara karıştığım için okuldan sürüldüm. Namaz kılmayı, Kur'an'ı okumayı öğrenişim hep cezaevi yıllarına rastlar.
--spoiler--
aynı röportajda ilgi çeken bir diğer husus ise tam bir istanbul çocuğu olan cündioğlu'nun hapiste sert görünmek için "Kardeşim kapıyı kapar mısın?" demek yerine, "Gardaş gapıyı gapa!" demeye çalışması.
Hayatımda duyduğum en sert Elif Şafak eleştirisini yapan güzide insan. kendisi diyorki: "Türkçe özürlü bir ev kadınının içinde yer aldığı bir mühendislik projesi"
sanırım ilk fırsatta çengelköye gidip ziyaret edeceğim yeni şafak yazarı. şu Kur'an Hermeneutiği konusundaki acabalarımı da giderirse kendisine hayran olurum.