ne ki zindan - ne ki tutsak olmak
ne ki kavga - ne ki dağlarda vurulmak
bir sehpada idam olmak ne ki
ihanet utancıyla yaşamak var ya hani
onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
üniformalı bir dehak önünde durmak
ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
işte buydu diyarbakır zindanında yaşam
özlenen ateş yakılmıştı sonunda
elden ele bütün dünyaya taşınmıştı
kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç
kavga dağlarda bilinci kuşanmış
zindanlarda dirence sarılmıştı
ve haykıran dudaklar
her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı
......
bir ağıttır belki ağrı'da zilan deresi
dersim'de lac deresi bir kanlı şiir
oysa bir destandı diyarbakır kalesi
ve diyarbakır zindanında
ateşle sevişen 'dörtlerin gecesi'
ne ki zindan - ne ki tutsak olmak
ne ki kavga - ne ki dağlarda vurulmak
bir sehpada idam olmak ne ki
ihanet utancıyla yaşamak var ya hani
onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
üniformalı bir dehak önünde durmak
ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
işte buydu diyarbakır zindanında yaşamak
sesler ihanete dönüşürdü her gece
bir tas çorba - bir dilim ekmek uğruna
ihanetler acılara dönüşürdü kalleşçe
acılar hep türkülere vururdu kendini
etten ve kemikten insan olur mu
beyinsiz insan ayakta durur mu
aynı kavgaya gönlünü verenler
dostunu ihanet ile vurur mu
o zindan ki zincir sesidir şarkısı
her sözünde bir çığlık yükselir
her notasında bin öfke
her dizesinde bin isyan beslenir
isyan şiirlere
şiirler yüreklere seslenir
o zindan ki her yemek vakti
tutsak ağızları kanla süslenir
onur kaleleri yıkılırken birer birer
yüreklerde dal budak salar ihanetler
ve düşman kasetinde ü'ç önder
beyinlerini kusarak düşmana sergiler
aynı anda sıradan bir nefer
hiç aldırmadan önderlerinin sesine
tutsaklık içinde özgürlüğü söyler
sus dostum sus - sözün yarıda kalsın
özgürlük dilinde kilitli kalsın
başlar eğilse de açılsın gözler
konuşan önderler geride kalsın
ne zaman umutsuzluk çökse direncin kıyısına
bir acı saplanır yüreğin tam ortasına
koğuşlar susar
parmaklıklar durur
ranzalarda küllenen umutlar ağlar
geriye doğru atılan her adım
yakılan ateş üstüne yağmur diye yağar
anlatılmaz bir destandır yaşanan
ne söze gelir ne saza
kırbaçlar sopalara ve zincirlere karışır
ölüler ayaklara dolanır geceleri
kanlı battaniyelere sarılır
her direnişte tabutlarla çıkılır dışarı
gözyaşları zılgıt seslerine katılır
elleri hep koynunda kalır kızların
anaların gözleri dikenli tellere takılır
bir acılı sessizlik sarar yürekleri
dicle'nin suları susuzluğa çakılır
kale burçlarındaki akbabalara
ve üniformalar giyinmiş yeni dehak'lara
yalnızca zindanın mazgallarından bakılır
bir adam çoğalır bir başına hücresinde
yüreği kawa'dadır gözleri babek'te
ateşler yanarken dağ doruklarında
ihanet zindan karanlığında kol gezmekte
kawa'lara babek'lere bir yandaş gerek
bu zindan karanlığına bir ateş gerek
çevrilen ihanet çarkını kırmak için
ölümü göğüsleyecek bir yoldaş gerek
bir anda yırtılır zindan karanlıkları
sessiz bir gürültüyle sarsılır duvarlar
patlar bir beyinde newroz ışıkları
ey ateşin ve güneşin çocukları
hani bilincin sesi yüreklerimizde
gözlerimizde inancın sancakları nerede
bu gidişe dur demek gerekir bilirim
hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim
bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde
o ateş sönerse yaşamayı neylerim
bu yüzden ü'ç kibrit ile newroz günü
yüreğimi sizlere armağan eylerim
ü'ç kibriti bayrak diye devralan
ki dağları delip dostlarına yol kılan
haykırdı ölüm haberini önde gidenin
özgürlüğü zindan karanlığında güneşleyenin
ey bu kavgaya gönül verenler
ser yerine sır verenler
serden geçip de sır vermeyenler
bu zindan karanlığı yırtılsın diye
bu ihanet duvarları yıkılsın diye
newroz gecesi bir önder
ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır
ölürken bile hücresinde
bizlere kıştan baharı muştulamıştır
ateşi saraylara - kömürlerde değil
bir ışık uğruna yüreğinde yakmıştır
silinmiyordu gözlerden süzülen yaşlar
aksın diyordu herkes - aksın
ağlamayı unutmuş gözler ağlasın
gözyaşları alev alev harlansın
dudaklarda tutuşup dillerde şahlansın
ölen artık yüreklerde bir bayraktır
ihanet yolunda durulan bir duraktır
karanlıkta bir çingi ateş
körlere yol gösteren bir ışıktır
atılan zılgıtlar bir başkadır o gün
bir bayram günü ölümü sevmek
ölümsüzlüğe duyulan bir aşkadır o gün
dolaştı ü'ç kibrit elden ele sessizce
hücreden hücreye
koğuştan koğuşa gizlice
konuşuldu uğrun uğrun
tartışıldı geceler boyu ince ince
zindandan dağlara vurdu şavkını
dağlardan en kalabalık kentlere
dallarda çiçeklere verdi rengini
nehirlerde en coşkulu köpüklere
dolaştı yurdunu boydan boya
sazda kırılmayan tel
dilde susmayan söz oldu türkülere
zindanda yürekler yine baskıda
eller bağlı - gövdeler askıda
ü'ç kibritin ateşi sönsün istenir
inançlar ihanete dönsün istenir
düşünceler zincire
sevgiler prangaya vurulsun istenir
yüreklerde çağlayan özgürlük suyu
bulana bulana durulsun istenir
üniformalı bir dehak'ın şahsında
zalimin zulmü kurulsun istenir
baskılar yetmezse itirafta bulunmalara
yapılan itiraflar dinletilir tutsaklara
işte biri - biri daha - biri daha
susardı bütün koğuşlar
dönerdi bir anda sessiz mezarlara
ve çığlık çığlığa o sessizlik
binlerce öfkeyi
binlerce isyanı doldururdu bakışlara
ü'ç kibriti dörtlemek derdi bir ses
dört kibriti beslemek
ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek
bir koğuş vardı koğuşlar içinde
ü'ç kibriti dörtleyenler yatardı içinde
dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde
teslimiyete gönül verilirken önlerinde
ateşi çoğaltarak yakmak gerek dediler
ölüme yaşamak diye bakmak gerek dediler
sönüyorsa yakılan ateşler birer birer
ateşi bedenlerde çoğaltmak gerek dediler
oturdular her gece diz dize
önce ölümü sevmeyi öğrendiler
ve ölümde ölümsüzlüğün rengini gördüler
karardan önce yurtlarında kalanlarını
çiçeklerinde açanlarını sordular
düş değildi yaşayıp gördükleri
sözlerini gelecek adına bir düş diye
dördü bir ağızdan hayra yordular
binlerce tutsak içinde
ve en kanlı kudurmuşluğunda vahşetin
ölüm cehenneminde bir cennet kurdular
havasızlık içinde veremler yaratılırken
gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla
her gece mahkemeler kurulurken
insanlar soyundurulup makatlar aranırken
hangi kuş konardı zindan penceresine
ve makatlara sigara takılıp yakılırken
insanlar dört ayak ile yürütülürken
hangi bayrak çekilirdi onur kalesine
ü'ç kibriti yüreklerinde dörtleyenler
açlığın ve yoksulluğun kötülüğünü gördüler
ama hiçbir şeyin
boyun eğmekten daha kötü olmadığını
ve boyun eğenlerin
yarınlara kalmadığını bildiler
her kötülüğün daha kötüsünü tartışıp
gözlerinde bütün korkuları sildiler
binlerce baskıdan ve küfürden sonra
newroz ateşi yakıp şiirler söylediler
o günün adını milat koyup
ü'ç kibrit öncesi
ve ü'ç kibrit sonrası dediler
ötsün diye kendi yuvasında kuş
açsın diye kendi dalında çiçek
gördüler ki yepyeni kibritler gerek
ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
yanarken türkü söyleyen canlar gerek
ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek
patladı zindanlarda yepyeni bir isyan seli
ölümdür sınayan insan yiğitliğini
ölümü bedenimizde boğmak gerek
ölümsüzlüğe varıp ölümlerde
dağlarda kır çiçeklerince çoğalmak gerek
ölümü gamzelerde çiçeklemek ve gülmek
gülmek ki yaşama bilenmek demek
ille de insan sıcağı kokarken koğuşlar
gülmek ki
kurumuş derelerde sellenmek demek
çol kuraklığında güllenmek demek
var git dostum var git
kendin al bu gece nöbeti
bu gece ölmek
sonsuz bir ölümsüzlüğe yürümek demek
aylardan mayıs ki dallarda çiçektir
toprakta bereket ve doğada renktir
inançta güzellik ve zamanda gelecektir
dört yoldaş o gün baharın koynuna girdiler
ölümün alçaldığını gözleriyle gördüler
gömleklerini - kalemlerini ve saatlerini
anılsınlar diye sevdiklerine verdiler
ve dört ağızdan ü'ç kibritin ışıklı sesini
gök gürültüsünü çıldırtarak gürlediler
bu ihanet girdabında boğulmadan
şahsımızda davamız son bulmadan
ve geriye dönüşler virus gibi çoğalmadan
canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz
onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz
kawa'nın örsüne koyup davamızı
yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz
bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık
ü'ç kibriti dörtle çarpıp bu gece
bütün şehitlere konuk gitmeliyiz
saat dörtte dört canın etrafı dört duvar
duvarların ötesi mayıs gülleri ve bahar
analar ve bacılar ağlayacakmış ne çıkar
bu gece 'dörtlerin gecesi'
dört göğüste yar diye yalnızca ateş yanar
biri nöbet tutar - biri bildiri yazar
diğerleri dört kişilik bir ateş kurar
zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar
bütün dostlar uykuda
dörtlerin gözlerinde yalnız ateş var
dimdik başlarla
emin ve kararlı bakışlarla
ihaneti durdurmak için ateşe yürüyorlar
dördü de yaşamaya sevdalı
özgürlüğe nişanlıydılar
tutsaklık kesmişti mutluluk yollarını
bu zindanda ölüme nikahlıydılar
bu ölüm ki özgürlüğün ilk adımı
tutsaklığın ve ihanetin kırılma anı
takvimde on yedi mayıs kalkar
on sekiz mayıs dörtlere bakar
dışarda güne hazırlanırken tomurcuklar
dört candan başka uykudadır bütün tutsaklar
dağ - taş ve zindan uykudadır
yalnızca dört özgürlük yolcusu
o gece ölüme hesap sormaktadır
yıllar boyu işkenceler içinde
ihanetler ve direnmeler içinde
beklediler - beklediler de gelmedi ölüm
tuttular yakasından koydular önlerine
konuş be ölüm - konuş dediler
biz büyürüz sen böyle küçüldükçe
seninle kavgamız insanlık tarihiyledir
prometheus'tan spartakus'e
bruna'dan che guewera'ya
vr kawa'dan bizlere dek ateş iledir
gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm
senin alçaldığını görmek
özgürlük adına sunulan canlar iledir
zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
dört can el ele bir demire sarıldılar
tinerler - neftler ve boyalar
zindanda dört can
kazan altında betona çakılmış birer çiviydiler
demirin beline sarılmış dört perçindiler
ve bir potada erimeye hazır cevherdiler
yurt kitap yayın tarafından basılan ve fevzi yetkin ile mehmet tanbogan tarafından hazırlanan eser..
12 eylul dönemi diyarbakır cezaevinde siyasi mahkumlara uygulanan baskıları aktaran eser,esasında bu uygulamaları protesto için 18 mayıs 1982 * tarihinde bedenlerini ateşe veren ferhat kurtay, esref anık, necmi onen ve mahmut zengin'in direnis dolu oykusunu islemektedir.
kitapta, diyarbakır cezaevinde tutuklu bulunan mahkumların o anki ruh durumları ile ilgili yer alan paragraflardan cezaevinin içerigi ile ilgili net bilgilere sahip olmamıza yaramakta.
'' yarabbim ben nereye düsmüsüm? cehennemin hangi tabakasındayım? allahım eger burası bir cehennem ise nasıl bu kadar zalim olabilirsin? yok eger burası 5 nolu diyarbakır e tipi cezaevi ise bu kadar zulme nasıl tahammül edebiliyorsun? diye sorar. (sayfa 69)''
yine bir baska mahkum öldügüne inanmakta ve dünyada isledig günahı bedeli olarak kabir eziyeti çektigini sanmaktadır.yaşananların gerçek yaşamda olma olasılığının mümkün olmadığı düşünüldüğünden tutuklular ye öldüklerini , ya da kötü bir rüyada olduklarını sanırlar. yazar kitabın bir diğer sayfasında insanlar vardı, ama insanlık yoktu burada. diyerek (sayfa 73 ) tüm bu vahşet günlerini adeta tek bir cümlede özetler.
insanlık onurunu yerle bir eden uygulamalar devreye sokulurken,dunyanın bildiği işkence sistemlerinin yanında cezaevi müdürü esat oktay yıldıran 'ın turk usulu dediği işkence yöntemleri de denenmektedir.
bu atmosfer içeresinde, önce mazlum doğan ardından, dörtler olarak kabul edilen mahkumlar birer birer kendi bedenlerini feda ederek zulmun çemberini yarmaya çalışmışlardır.
eserde mahkumların kendi bedenlerini yakma anı şu şekilde aktarılmaktadır.
33. koğuş: 18 mayıs 1982
gece saat on. bu gece kimse uyumamış. yasaktı bu saatte yatmamak! ama dört kişi dörtlerin gecesini böyle ayarlamış! birinin adı ferhat kurtay`dı. elektrik mühendisiydi. orta boylu, mavi gözlü, güler yüzlü biriydi. o gece üzerinde beyaz yakasız bir gömlek, siyah bir pantolon vardı. yüzü her zamanki gibi güleç, gözleri ise ışık saçıyordu. ikincisinin adı nemci Önerdi.
Çermikliydi, bu delikanlı. boylu poslu sayılırdı. ferhat`a göre daha uzundu Üçüncüsüne mahmut diyorduk. kütüğe, mahmut zengin diye yazılmıştı siverekte. dördüncüsünü eşref! diye çağırırdık. viranşehirde kütüğe yazılırken bir de anyık yazmışlardı. yoksul sayılırdı ailesi, yüreği zengin olsa da. mahmut ve eşref devrimciliğin gizemini ferhat tan öğrenmişlerdi.
ferhat ise mazlumun yaktığı ateşin öyküsünü mazlumların direniş kitabından okumuştu. dört arkadaş her şeyi konuşmuşlardı. bu gece bir şölen yapacaklardı, koğuşta ne var ne yok hepsini tutuklulara yedireceklerdi. herkes bağdaş kurunca, her şey sofraya serilmişti. Şiirler okunmuş, yemekler yenilmişti. ateş yolcusu dört devrimci en sevdikleri eşyalarını arkadaşlarına hediye olarak vermişti. eğer bir gün ölür veya öldürülürlerse ne yapmaları gerektiği konusunda son sözlerini desöylemişlerdi. bedenleriyle isyan ateşini yakacaklarına ilişkin hiçbir kimseyi kuşkuya düşürmemeye özel itina göstermişlerdi. nihayet geç saatlerde herkesi uyutmayı becermişlerdi gecenin gidişi, şafağın gelişiydi. ferhat geleceğe yazdığı mektubunun son satırlarını yazıyordu.dört can isyan ateşçisi tinerleri ranzaların altından çıkardılar. koğuşun orta yerinde bağdaş kurarak tinerle yıkandılar. yüz yüze, diz dize durdular.
ferhat kurtay elindeki kibrit kutusundan bir kibrit çıkardı. kibrite bakınca daldı. necmi Öner: ferhat abi daldın! deyince dört kibrit birden çaktılar. pimi çekildi isyan ateşinin. alev dört bedeni değil, bir zulüm kalesini yakıyor gibiydi. yataklarından fırladı tutuklular. korku..kaçışma..telaş..feryat;bidon bidon sularla ateşi söndürmeye çalıştılar. alevlerden sesler yükselir:ateşi söndürmeyin! alevleri yükseltin! alevleri yükseltin!!!alevler içende bedenleri görürler. ateşin isyan olduğunu onlar çok iyi bilirler. dört bedeni korkuyla telaşla söndürmeye çalıştılar.ve dördünü yan yana yatırdılar. telaşlı, gözleri ağlamaklı tutukluların arasından bir tutuklu, yerde yatan ferhat kurtay`ın yanına yanaştı.23 yaşlarında, orta boylu yakışıklı bir gençti. Üzerinde lacivert renkli bir eşofman vardı. adı selim dindar dı. ferhat hemşerisi ve dert ortağıydı. selim ferhat a doğru eğilerek kürtçe: mamostê min tiştekî bêje! (hocam bir şeyler söyle) dedi. ferhat hemen selim i sesinden tanıyarak. sanki kenetlenmiş dişleri arasından, tıslar gibi bir sesle,zorlukla wî stranê (o türküyü söyle) dedi.
selim göz yaşlarını tutamadı, ferhat ın başının yanına oturdu, elini kulağına götürdü, avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle ve ağlayarak, ferhat`ın sevdiği (sewdaliye) türküsünü güzel sesiyle söylemeye başladı. bu manzara karşısında üzerinde gece elbiseleri olan, hüngür hüngür ağlayan 45 e yakın tutuklu can çekişen arkadaşlarının etrafında oturup, derin bir sessizlik içinde selim dindar ın söylediği türküyü dinlemeye başladılar. selim in bakışları arasıra ferhat ın yüzünde dolaşır. ferhat tebessümleri ile selim i teselli etmeye
çalışır, yanaklarından etler dökülür.hayli uzun olan türkü bitince, bütün tutuklular ayağa kalkar.bir ses, korku yüklü bir heyecanla! dikkaaaaaatdiye bağırır.gelen yüzbaşı esat oktay yıldırandır. esat can vermiş bedenlerin başında dikilir: koğuş gardiyanı! kim bunlar?
komutanım, en baştaki ferhat kurtay
tamam evladım anlaşıldı diyor esat
bir sigara tüttürüyor ve hiçbir şey konuşmadan çekip gidiyor. esat isyan ateşinin, mazlum doğan'ın yaktığı ateşin, zulmün içine düştüğünü görmüştü. Şimdi de ferhat, hem ölümü hem korkuyu öldürmüştü. acaba ben, yakılan iki şeyin toplamı mıyım? diye düşününce heyecandan terliyor. bunlar nasıl insanlar? nasıl bir iradeye sahiptirler? bu insanlardaki iradeye şaşıyorum diye mırıldandı.