Yağmurlu bir günün ortasında açan güneş gibi huzur vericiydi gözlerin. O güneş varken beni iliklerime kadar ıslatan yağmura aldırmadan, ayaklarım kasılana kadar yürürdüm ben.
Havada süzülen bir uçurtmanın etrafa saçtığı renkler gibiydin. Her renginde başka bir beni bulurdum. Son rengine gelince üzülür, bir adım geri kaçardım.
Susuz kalmış bir çiçek gibi zavallıydı yüreğim. Şiddetli rüzgarlara dayanamayacak kadar bitkin, başı önde, zavallıydı.
Ortalığa savrulmuş mutluluk fotoğrafları gibiydim ben. Yakılmayı, yok edilmeyi bekleyen. Aynı şarkıya saatlerce ağlayıp uyuyakalan bir ben vardı ortada.
Bir şeyi binlerce kağıda yazar, sonra yırtar atardım. Her kağıt ayrı bir duyguyu barındırırdı içinde. Aşk, sevgi, hüzün,
keder, nefret...
Sonra yağmurun delice yağdığı bir gün sen geldin. Dışarı çıkıp yürüdüm... yürüdüm... Üstüm başım sırılsıklam uzandım çimlere. Bir parça çikolata yemiş gibi aptal bir gülümseme kapladı yüzümü.
Sonra sen geldin... Rengarenktin. Sonuncu renkte yine hile yapıp geri kaçtım.
Halsiz kalbim başını kaldırıp güneşe baktı. Yaralarını yavaş yavaş saran bir sen vardın.
Küllerim rüzgarla bir araya geldi. Yeni doğmuş bir bebek gibi ilk gözyaşını döktü, ilk çığlığını attı ateşe doğru.
Bir deniz oldum. ilk dalgamı kıyılarına vurdum. Bir bulut oldun, ilk damlalarını bana yağdırdın.
Sade bir kahvenin damakta bıraktığı o acı tat gibiydi gidişin. Sensizliğin ne olduğunu sen bilemezdin. Güneşim yine kapkara bulutlara gömüldü. Uçurtmam unutulmuş bir çocuk parkına düştü.
Yüreğim başını eğdi, kurumayı bekledi. Fotoğraflar küllere dönüştü.
Yüreğim kurudu... öldü.
Dönüşün uzun sürmedi. Ama ben gidiyordum. Garaja gelsen belki yetişirdin. Bekledim... bekledim... geldin. Son kez seni gördüm ve son damlamı sana dökerek otobüse bindim.
Artık ben yoktum. Bensizliğin ne demek olduğunu da senden daha iyi biliyordum.