Cuma gecesi Twitter da yayınladığı "saat 00'dan sonra resmi gazeteye bakın" paylaşımını hararetli CNN tartışmasının moderatörüne mesajla iletip yeni bir kaos karışıklık çıkarma çabasına ne denir anlayın.
Ardından yanlış haber almışım özür dilerim demek de devlet terbiyesine yakışmayacak bir harekettir.
Pazarda yok da ah keşke olaydı vatan, bayrak sevgisi şırıngaya konabilseydi de şunların bir yerlerine saplasaydık ya. gerçi bünyeleri kabul etmez ya.
kişisel husumetlerini, ihtiraslarını devletin menfaatlerinin üstüne çıkarmak...
ayrıca yuh amk nasıl abandılar, hucum ettiler de resmi gazete sitesini çökerttiler la kodumun gezicileriiii...
“Hak etmediğim parayı niye alayım? 15 Ekim’den 1 Kasım’a kadar olan kısmı helal para. Ama milletvekilliğim düştüğü için geri kalanı hak edilmeyen bir para. Hakkım olmayan kısmını iade edeceğim”
merkez bankası guvernörlüğüne ( evet,ukalalık olacak ama merkez bankası başkanlarına böyle denir ) hak ettiği saygınlığı vermiş yüksek bürokrattır kendisi. gazi erçel,yaman törüner gibi adamlarla hayli örselenmişti,öncelikle itibar ve itimat ile akla gelmesi gereken o makam.
kimselere padişahım çok yaşa denmemesi gerektiğini söylemiş biridir. sırf birilerine yaranacağım diye ülke ekonomisi için hiçbir doğru karardan vazgeçmemiştir. yaptıkları her zaman ülke içindir.
röportajından güzel bir kısım.
--spoiler--
-Zaman zaman hükümetin bazı üyeleri sizi incitecek şeyler de söylediler. Zafer Çağlayan size "Şaban!" dedi. Kürşat Tüzmen'in yine sert eleştirilere muhatap oldunuz. Bunlar sizden beklenen minnet duygusunun göstergeleri miydi?
-Herkesin bir sorumluluk alanı var. Merkez Bankası'na verilen görev, fiyat istikrarını sağlamak. Sayın bakanımız da dış ticaretten sorumlu. Seçmenin ondan bir takım talepleri var. Sayın bakanın kendi söylediklerinin doğru olduğuna inandığı ve kendi işini, en iyi şekilde yapma isteğinden kaynaklanarak bunu yaptığı varsayımıyla söylüyorum. Ve bize eleştiri yöneltiyor. Bu eleştiri kutsaldır, bu eleştiri yapılmalıdır. Fakat biz de kendi penceremizden, ülke ekonomisinin bütünlüğü açısından kuşbakışı baktığımızda sayın bakanın dediklerini yapmak mümkün mü, mümkün. Fakat onu yaptığınız zaman bir başka şeyi bozuyorsunuz. O bozduğunuz başka şeyin maliyeti ile bu yaptığınız iyinin maksimum faydası eksi yönde mi, artı yönde mi? Bütün bunların hesaba, kitaba katılması gereken bir durum.
-Bunları kendi beyninizden mi geçiriyorsunuz, yoksa "Sayın Çağlayan siz ne diyorsunuz? Bu işin bir de bu yönü var" gibi konuşmalar geçiyor mu aranızda?
-Para politikasının en önemli unsurlarından biri doğru iletişim. Bunun yüzde ellisi teknik analiz, yüzde ellisi de doğru yerde, doğru ortamda, doğru kelimelerle ne yapmak istediğinizi anlatmak. Eğer sayın bakanı her defasında telefonla arayıp efendim öyle değil, böyle desek, veyahut da kamuoyu önüne çıkıp cevap verirsek ülkemiz bundan zarar görür. Biz genel olarak para politikasını anlatırız. Ve onun içerisinde de bunların cevapları vardır. Piyasa da bunu bunun içerisinden çıkartır. Dolayısıyla birebir her şeye cevap vermek doğru değil. Sayın bakanımız ne dedi? Merkez Bankası yanlış, kurda şöyle şöyle yapsaydı Türkiye 10 milyar dolar daha fazla ihracat yapabilirdi dedi.
-Doğru muydu peki?
-Gerçekten Merkez Bankası öyle bir şey yapsaydı 10 milyar dolar fazla ihracat yapılırdı. Ama bütçe açığı ne olacaktı? Kamu borç stokunun milli gelire oranı ne olacaktı? Risk primi ne olacaktı? Kriz döneminde Türkiye iki defa derecelendirme artışı aldı. Bu not artışını alabilir miydi? Bütün bunların hesabını yapmak lazım. Çünkü A noktasından B noktasına giderken tek düz bir çizgide gitmiyorsunuz. A noktasına gitmek için aldığınız tedbirleri oynattığınız zaman sistemin 32 tekmil taşı birden oynuyor. Ve her şey değişiyor. Şaban'la ilgili şunu söyleyeyim. Ben alınmadım. Ama tek bir tespitim var. Filmlerinde Şaban hiçbir zaman kaybetmedi.
--spoiler--
--spoiler--
sizin de vardır öyle çemberleriniz: içinde hiçbir problem yokmuş gibi yaşadığınız,zaman zaman aklınıza geldikçe rahatsız olduğunuz... sonra belki yıllarca aklınıza getirmemek üzere kafanızdan kovduğunuz, ama illa ki gelip sizi bulan...
benim var birkaç tane.
bunların başında, sempatilerimi, siyasi-ideolojik açıdan kendime yakın insanlara yöneltmek gelir. bazen yıllar boyunca unuturum bunu, her şey normalmiş gibi gelir, sonra bir gün hatırlayıveririm, rahatsız olurum,"neden" diye sorarım kendi kendime. sanıyorum ortak kötü huylarımızdan biri bu; ama eminim bazılarımız bunu bir "çember" olarak kabul etmez, doğal bir insan hali sayar. doğrusu, bu tatsız refleksin gücünü sınadıkça bazen bana da öyle geliyor.
kemal sayar bir yazısında insanları siyasi, dinî, felsefi inançlarına göre bölüp ittifaklarımızı bu benzerlikler üzerinden oluşturmaya karşı çıkıyor, sonunda da "haram lokma yemeyenler koalisyonu" öneriyordu.
elbette bugünkü bilincimiz, ruh hallerimiz, hayatı algılamamızla ilgili hakikatlerle birlikte değerlendirildiğinde hayli "naif" bir önerme... fakat o yazı ve yazının sonundaki müthiş formülasyon benim ezeli "çember"imi öyle bir harekete geçirdi ki, o gün bu gün bir daha kafamdan atamadım onu. hakikaten: mesela erdemli bir solcuya, erdemli bir sağcıdansa alçak bir solcuyu tercih ettiren etmenler nelerdir acaba? neden biri sağcı, öbürü solcu iki erdemli insan bir "koalisyon" kurmaz da her biri gider kendi "alçağını" tercih eder?
"iyi insandır..."
aynı anlama gelmek ve konuyu yavaş yavaş durmuş yılmaza getirmek üzere soruyu şöyle de sorabiliriz: sempatilerimizi neden hayat tarzı bize yakın olan insanlara yöneltiriz? neden sırf bize benzemiyorlar diye iyi, diğerkâm, vicdanlı, dürüst insanların bu özelliklerini hiç görmeyiz, hayatlarını zehir ederiz de bize benzeyen vicdansız ve sahtekârları tolere etmek için bin dereden su getiririz?
iki yıl kadar önce merkez bankası başkanlığına atanan durmuş yılmazla ilgili olarak akrabalarından, yakın çevresinden, çalışma arkadaşlarından hep aynı şeyi duyduk: çok iyidir, çok dürüsttür, çok mütevazıdır. zaten o büyük gerilim içinde, seçilmesinden herkesin memnuniyet duymasından da belliydi bu. anlatılanlar içinde beni en çok, yılmazın karakterinin temellerinin nerelerden kaynaklandığını da gösteren yakınlarının sözleri etkilemişti.
ablası dulkadir kil (kardeşinin, annesinin "seni okutamayacağım" sözlerini izleyen kayboluşundan sonra): "akşama kadar bekledik, kardeşim gelmedi. akşam hava kararınca annem dışarı çıkarak, "oğlum, hadi gel ortaya çık, seni okutacağım" diyerek bağırmaya başladı. durmuş bizim bahçedeki dama gizlenmiş. annemin, "seni okutacağım" sözünü duyunca ortaya çıktı.annem tarlayı sattı, dağlarda odun kesip, sarıp, eşeğe yükler, yayan kasabaya gidip odunları satardı. kardeşimi bu zor şartlarda okuttu. kendisi alçakgönüllü bir insan. kibirli değildir. geldiği zaman özel yatak yapılmasını istemez. nerede olursa, orada uyur. bulunduğu ortama kolay uyum sağlar."
en hararetli rekabetlerin yaşandığı bankacılık sektöründen onu tanıyanlar bile her şeyden önce "iyi insan"lığını hatırlatıyorlardı ki, bu benim için olağanüstü güzel bir sürpriz olmuştu.
sonra malum "kapı önündeki ayakkabılar" krizi baş gösterdi. akşam gazetesi muhabirleri, yeni başkanın "yenimahalledeki 30-40 yıllık mütevazı evi"ni uzun uğraşılardan sonra bulmuş, kapıyı tıklatmışlardı. haberin fotoğrafında, yarı açık kapının önünde durmuş yılmazın eşi duriye yılmaz görünüyordu. ne var ki, başörtülü olmasına rağmen ("duydun mu, yeni merkez bankası başkanının eşi de türbanlıymış!"), asıl ilgi ona değil, kapının önündeki ayakkabılara çevrilmişti.hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni ertuğrul özkök:
"en tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar. üçü de erkeklere ait. üçü de çamurlu. 'acaba bu evin kadınları hiç mi dışarı çıkmaz' diye sordurtan bir görüntü. evin girişindeki holde yere gazete kâğıtları serilmiş. (...) acaba köylerden ve varoşlardan gelen bir "garibanizm ihtilali mi" yaşıyoruz. acaba bu ihtilal "beyaz türklerin tasfiyesi sürecini mi başlattı?" acaba "beyaz türkler" tasfiye edilince bu ülke daha mı güzel olacak?"
özkök, bundan bir süre sonra yazdığı bir yazıda da, gene aynı fotoğrafagönderme yaparak "bana imaj önemli değildir demeyin, önemlidir" diyecekti. fakat ne oldu biliyor musunuz, o "imaj" öylesine öne çıkarıldı ki, durmuş yılmaz deyince aklımıza başka bir şey gelmez oldu. onun iyi insan özellikleri bir anda unutuldu. özkök'ün durmuş yılmaz'ın eşi için yaptığı haksız, kibirli tarif("kadınlık farkı neredeyse sadece türbana indirgenmiş"), o fotoğraftan sonra durmuş'un üzerine yapışıverdi:
"evinin kapısının önünde çamurlu erkek ayakkabıları olan merkez bankası başkanı."
çok sonra açıkladı, onlar, kendisini tebrike gelen üç öğrencinin ayakkabılarıymış. bu bilgi, özkökün "bu evin kadınları"na ilişkin sosyolojik tahlilini açık pozisyonda bıraktı ama, bunu kaç kişi duydu acaba?
ilk "zenci" merkez bankası başkanı;
aslında, türk basınının en "beyaz" gazetecisi pek de haksız sayılmazdı tepkisinde. gerçekten de "tatsız"dı durum. merkez bankası başkanlığı, cumhuriyet elitlerinin gözünde, sembolik önemi çok yüksekte olan bir makamdı.
artık yaşınız nereye müsaade ederse, şöyle bir gözünüzün önünden geçirin eskimerkez bankası başkanlarını, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
sanmayın ki sadece laiklere yaranamadı durmuş yılmaz. hayır, kendisi dindar olsa da, muhafazakâr basının yoğun aleyhte yayını nedeniyle oraya da yaranamamış durumda, orada da "iyi, dürüst, çalışkan insan"lığını hatırlayan kalmadı.
onun da birkaç sebebi var: her şeyden önce merkez bankası'nın bağımsızlığı konusunda "fazla hassas" olması rahatsızlık yaratıyor. sonra, herkesin görünürde pek hevesli olduğu, fakat aslında istemediği bir hedefe samimiyetle inanıyor: düşük enflasyon. belki dindar fakat laiklerle arasının iyi olması" da (eski merkez bankası başkanı yaman törüner) bir etmendir bunda, bilmiyorum.
adı en son, tutturulamayan enflasyon hedefi nedeniyle gündemde. hedefte revizyon, bir merkez bankası başkanı için kaçınılmaz olarak itibar kaybı anlamına geliyor; bunu göze alabildi. ama asıl artı puanı, adını bir mahalleye vermekisteyen uşaklı hemşerilerine verdiği cevapla kazandı:
"bunu hak etmek lazım. oysa ben esas işim olan enflasyon oranını düşüremedim. olmaz!"
bir "haram lokma yememişler koalisyonu" kurulsa, bana da isim sorsalar,durmuş yılmaz vereceğim ilk isimler arasında yer alır...
--spoiler--
muhabir soruyor: "bu yıl davos'ta yalnız başınızasınız; başbakan da yok bakanlar da. nasıl bu durum?"
cevap geliyor, pek keyifli, pek memnunca: "valla, bir haller var. önceden gelirdim, otelime gider kendim yerleşir ederdim. şimdi hem onlar karşıladı, hem de 2 koruma verdiler bana. ben öyle tehlike mehlike de görmedim, pek ağarlanıyorum."
muhabir vazgeçmiyor, ısrarlı: "eh ama sıkıntılar, durumlar belirtmek için birileri olsa daha mı iyi olurdu?"
memnuniyet de ısrarlı, yeri gelince alakasız: "efendim, türkiye burada temsil ediyor. tarafımca.."
cevap veren taraf tabii başlıkta geçen zat-ı muhterem; pek bizden, pek - saçma gelecek ama - gülümsetici..
merkez bankası başkanı, esaslı yeri olan adam da.. ekonomiyi boşverin, adam pek keyiflenmiş yaa!