kim ki "doğruları söylüyorum." diyerek size türlü hakaretler ediyorsa, cümleleriyle öz güveninizi hedef alıyorsa, kalbinizi böyle incecik çıta parçalarını kırar gibi çaaaat çaaaat kırıyorsa ve siz kendinizi bir hiç gibi hissediyorsanız hiç durmayın, ilişiğinizi hemmmen o dakika kesin. kesin kesin, korkmayın. bu kardeşinizin bir bildiği var, bana güvenin!
"neden yahu, ya adam doğruları söylüyorsa?" dediğinizi duyar gibiyim.
dinleyin o hâlde.
bir keresinde bir pazarlamacı ile bir adamın tartışmasına tanık oldum.
pazarlamacı elindeki bardak için "kırılmaz bardak bu!" diyordu. "nasıl kırılmaz abicim ya? allah allaah!" diye şaşırarak sordu adam. "baya kırılmaz. polikarbonat bu güzel abim. cama alternatiftir, darbeye dayanıklıdır, kurşun geçirmez camlar gibi düşün." dedi pazarlamacı.
pazarlamacı bayağı ikna edici konuşuyordu doğrusu. ama adam "kırılmaz bir bardak nasıl olur?" bir türlü anlayamıyordu. pazarlamacı artık gittikçe agresifleşiyordu. itirazları, soruları, karşı düşünceleri önce küçümsemeye, daha sonra yavaş yavaş azarlamaya başladı. en sonunda onca açıklamadan sonra ufak bir soruya o kadar sinirlendi, o kadar sinirlendi ki sinirden bardağı adamın kafasına fırlattı. bardak sahiden de kırılmadı. adamın kafası yaralandı. pazarlamacı bardağının ne kadar sağlam olduğunu ispatlamıştı. şüphe yok ki doğru söylüyordu. bardağı oldukça sağlamdı, kırılmıyordu. gel gör ki bardağını da satamamıştı. çünkü kimse ne kadar sağlam, ne kadar güzel olursa olsun kafasına bir şey fırlatılmasından hoşlanmazdı.
sevgili papiçülolarım, pek muhterem cennetmekân arkadaşlarım! gerçekleri acımasızca konuşan birisinin bu pazarlamacıdan tek bir farkı var mıdır sizce? sorarım sizlere. şimdi de "hayır." dediğinizi duyar gibiyim. (subhanallah, umarım şizofren değilimdir.)
peki siz, kafanıza bardağı fırlatan birisinden o bardağı satın alacak mısınız gerçekten? şaka yapıyor olmalısınız. dedim ya, hemmmmen o dakika bitirin, bakın çift parantezli göz kırpacağım şimdi, bana güvenin. ;))
bazen fırlatılan kırılmaz bir bardak değil, bir cümledir. yara alan da kafamız değil, bildiğin kalbimizdir.
sivri dilli olmakla övünenleri bu yüzden pek anlayamam. cümlelerini kalbinize saplamakla övünüyorlar aslında.
dürüstlük böyle bir şey olmamalı. gerçekleri acımasızca konuşmak zorunda değiliz. bardağımızın ne kadar sağlam olduğunu ispatlamak için onu birilerinin kafasına fırlatmak zorunda olmadığımız gibi.
"doğruyu söylüyor olmak" bize her hakkı vermiyor. bir pazarlamacıya günün sonunda "bugün bardağının sağlamlığını kaç kişiye kabul ettirdin?" diye sorulmaz, "ne kadarını sattın?" diye sorulur.
özellikle son çeyrek asırda hayatlarımızı, insanların kabullerini kendi mantıklarına göre değerlendirip "ne var bunda?" yaklaşımıyla hareket eden, bencilce ve ölçüsüzce yaşayan insanlar istila etti.
"istediğim herkese istemediği her şeyi yapabilirim fakat hiç kimse bana istemediğim hiçbir şeyi yapamaz."
işte insana ölçüsüzlüğü veren bu tavır, kendisi gibi birine tahammül edemeyecek tutarsız insanlar yarattı.
hadi dürüst olun, cevabını bir tek siz bileceksiniz, acımasızca kurduğunuz bir cümleyi siz kendiniz gerçekten duymak ister miydiniz? savunmaya geçmeden öylece tebessüm edip teşekkür mü ederdiniz? fırlattığınız bardağın kafanıza isabet etmesini de istemeniz gerekir eğer öyleyse. cevabınız evetse tebrik ederim, en azından tutarlısınız. fakat cevabınız hayırsa ve ısrarla bunu yapmaya devam ediyorsanız siz "tarihin gördüğü en müstesna orospu çocukları" isimli sergide az bulunan kıymetli (!) bir eser olarak yer alabilirsiniz, alın size acımasız gerçek.
kimi zaman argümanlarımızın sağlamlığını ispat etmek uğruna insanların kendilerini bir hiç gibi hissetmelerine sebep oluyoruz. oysa ne kadar "haklı" olursak olalım önceliğimiz bir insana kendisini bir hiç gibi hissettirmemektir. "ya hayır söyle ya sus." sözünü bu yüzden anlamlı buluyorum. hemen dikkatimizi çekiyor ki "ya doğru söyle ya sus." denmiyor. o hâlde amacı fayda, iyilik olmayan her doğruyu söyleyiş yanlış söyleyiştir.
"doğruyu söylemek" ince ayarlar isteyen bir eylem. aynı çiviyi kalın bir duvara sert çekiç darbeleriyle, incecik bir çıtaya nazik vuruşlarla çakarız. bir duvara uyguladığımız kuvveti, incecik bir çıta parçasına uygularsak incecik çıta çatlayabilir. yüzeye göre kullandığımız çekiç, çaktığımız çivi, uyguladığımız güç değişir. durum insanlarda da böyledir. insanlar da yüzeyler gibidir, dile getirdiklerimiz ise vuruş şeklimiz. "kapanmayan yaralarla dolu, kendini yaralarına kelepçeleyerek, sürekli o yaraların hatırasıyla, sürekli onları kanatarak yaşayan, geleceği de karartan bir geçmişe hapis hâlde yaşayan, geçmişin zindanından kurtulamayan ve geleceğe adım atmakta ürkekleşen biri" incecik bir çıta gibidir. bir çekiç darbesiyle çabucak yarılır. örneğin, aba/uda eğitimi alanlar bilirler, davranış bozukluğu olan bir otizmliye emir cümleleri kurup sert davranmamız gerekirken bir down sendromlu aynı sertlik karşısında çok üzülüp ağlayıverir.
sözlerimiz ile, yanılıyor olsak bile, bir insanın sonraki teşebbüslerinde endişeye sebep olabiliriz, kişi kendisine küsebilir.
düşünün, normalde yetenekli olduğunuzu düşündüğünüz bir konuda muhatabınız o anki hatalarınıza saplanıp kaldığı için size gözleriyle âdeta "sana güvenilmez." der gibi bakıyor ve siz bunu her hücrenizle hissediyorsunuz. düşünürken bile eliniz ayağınıza karıştı ve daha da saçmaladınız değil mi?
ki her birimiz zaman zaman; tecrübesizlik, heyecan, hazırlıksız olmak ya da herhangi başka bir sebeple verimli olabileceğimiz bir konuda bile hezeyan edebiliyoruz.
belki ileride telafi edebileceğiniz bir konuyu sırf bu bakışı unutamadığınız için telafi edemiyorsunuz. acı olmaz mı? işte, bırakın acı bir sözü, acı bir bakış bile birisini kendisine küstürebilir, kendisini suçlamasına sebep olabilir. bir bakışla bile onun devamlılığına da kötülük yapmış olursunuz böylece, sizin işinize yaramayacak bir insanı başkalarının da işine yaramayacak bir hâle getirirsiniz. bir bakışla hedef aldığınız şey öz güvendir, kişinin tutunma gücüdür. oysa hiçbir insan sadece o anda gördüğümüz insan değildir.
kimsenin tutunma gücünü zayıflatamayız. evet, doğruları dile getirmek bir cesaret işidir. bununla beraber cesaretimiz; hakarete, aşağılamaya, ucuz bir espriye dönüşüyorsa, daha da kötüsü, sözlerimiz kapanmayan bir yaraya temas ediyorsa dile getirilen doğru, gücünden kaybetmiş demektir. bu, 16. yüzyılda her şeye rağmen korkusuzca doğruları söylediği için diri diri yakılan bruno'nun cesareti değil, katıksız kötülüktür.