dinin geliş amacı neydi

    3.
  1. din, insanın dünyaya geliş amacının yani nasıl bir hayat sürmesi gerektiğinin onu yaratan rabbi tarafından belirlenen kurallarıdır.
    uyan hem dünyada hem ahirette mutluluğu yakalar.
    bu tür soru soranların dem vurdukları "dünyadaki kötülükler" bahsine gelince;

    allah(c.c) derki:

    "insanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır."(rum:30 - diyanet meali)

    ve

    " Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki), biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir. Gerçekten biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları işler yüzünden onlara bir kötülük dokunursa, o zaman da insan pek nankördür."(şura:48 - Diyanet meali)

    vesselam...
    4 ...
  2. 16.
  3. Dinin geliş amacı yaradanın adalet taksimini duyurmaktır. Doğru din hayatın ta karşılığıdır.
    4 ...
  4. 18.
  5. " Allah ın peygamberine savaşmaksızın kazandırdığı mallar Allah a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın diye Allah böyle emretmiştir. O peygamber size ne verdiyse onu alın neyi yasakladıysa ondan da sakının "

    Haşr 7.

    Ayet güncellendiği zaman bal gibi de milli gelirin nerelere harcanacağı konusu ortaya çıkıyor.

    Lakin günümüzde namazında, oruncunda; takkeli, cübbeli kişiler" ver Allah ın verdiğine vur Allah ın vurduğuna " adaletiyle; fakirden, yoksuldan, yetimden, yolda kalmıştan vergi alıp dev patronlara yatırım yapması için hibe veriyorlar. Biz ne yapalım?

    iktisat ve hukuk ayetleri direkt mana da gerçek hayata "şak" diye otururken iş fıkıha ve tefsire girince mana kül oluyor.
    Bu durum ise islam dünyasının daha çok sürüneceğini, ortaya birşey koyamadığı için tebliğde gerileyeceğini gösteriyor.
    Diyanetin, tarikatların ve cemaatların tanımladığı din hayatı karşılamıyor, bizzat müslümanları hayattan koparıp ruhbanlaştırıyor. Meydanı gayrimüslimlere bıraktırıyor.
    3 ...
  6. 4.
  7. insanların dünyayı anlamlandırma, toplumları sorunsuz şekilde işletmesi için kurulmuş saçma kurallar bütünüdür. bir amacı var tabi, boşuna kuruldu demiyoruz ama artık gereksinim yok çünkü ilkel aklın kalıntıları kendini aşmış vaziyette. uhrevi safsatalar ise hiçbir zaman bir şeyleri açıklamış değildir.
    2 ...
  8. 5.
  9. Bir deistin doğumuna hoşgeldiniz.
    2 ...
  10. 9.
  11. yoruma açıktır.
    bir psikolog, dinleri araştırmış, ve var oluş amacını anlatmak yerine şu cümleyi kurmuştur:
    "dinler o ya da bu şekilde var oldu. benim tek emin olduğum şey, din var olmasaydı bile bizim onu icad etmemiz gerekecekti."
    2 ...
  12. 21.
  13. insanların sorgulama mekanizmasını yok etmek ve dönemin hakim otoritesine itaati saglamaktı.
    1 ...
  14. 8.
  15. Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kainattaki düzene baktığımızda hiç bir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

    Ancak insanlar, kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

    Mesela ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kendi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık, "Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti?" gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

    insana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları her hususta ikaz etmiştir.

    Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

    Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olmasaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

    Sevap işleyenlerin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

    Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara keffaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belki de onun cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

    Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp "neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu" diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zaman da isyan değil sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "kahrında hoş lutfunda hoş" diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

    Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

    Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

    “Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519;Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6:369)

    https://sorularlaislamiye...nyadaki-kotuluklere-neden
    1 ...
  16. 1.
  17. 14.
  18. Mahşer günü, büyük adâlet günüdür. Bir diğer ifâdeyle, adâletin eksiksiz tahakkuk edeceği büyük buluşma günüdür. Hükümlerini esasen dünyadan itibaren icrâya koyan ilâhî adâlet, Mahşer gününde artık son hükmünü koyar; o gün hak yerini tamamen bulur. O günden geriye, tartılacak bir husus, görülecek bir dâvâ, hüküm verilecek bir mesele kalmaz.

    Kur’ân, mahşeri “ilâhî adâlete” vurgu yapan söz ve kelimelerle gündemimize çok sık taşır. “O gün tartıları ağır gelen kimse, hoşnut olacağı bir yaşayış içinde olacaktır. Mîzânı hafif gelenlerin ise sığınacağı yer hâviyedir, Cehennemin kızgın ateşidir”4 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette ise, “Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükâfâtını görecek, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onun cezâsını görecektir” 5 buyurmaktadır. Bu âyetler adâletin tam tahakkuk edeceğini, hiç kimsenin hiçbir davranışının görmezden gelinmeyeceğini, her davranışın muhakkak bir bedeli olduğunu ısrarla dile getirir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti o kadar sonsuz ve geniştir ki, iyilikleri kötülüklerinden—sayı veya nitelik olarak—fazla olanlar affa müstahak olacaklardır. Yani Cenâb-ı Hak, onların kötülüklerini affedecektir. Bu ilâhî müjdeye, Bediüzzaman Hazretleri şu sözleriyle dikkat çeker:

    “Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i a’mâl (amelleri hesaba çekme) düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat (iyilikler) ve seyyiâtın (kötülüklerin) muvazenesiyle (karşılaştırılmasıyla) gösteriyor. Yani, hasenat râcih (üstün) ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete (sayıya) bakmaz, keyfiyete (niteliğe) bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder (üstün gelir), affettirir.” 6 Yine başka yerde “Bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter” 7 diyen Bediüzzaman Hazretleri, hatta bir yerde “Cenâb-ı Hak, Settârü’l-Uyûb’dur (Ayıpları Örten’dir); hasenat seyyiata mukabil (denk) gelse, affeder” 8 diyerek, ilâhî lütfun ne kadar geniş olduğunu müjdelemiştir.

    Allah’ın adâletinin tahakkuk yeri sadece mahşer değildir elbet. Yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz her bir günde de adâlet-i ilâhî’nin tecellîleriyle karşı karşıya bulunmaktayız. Burnumuzun kanamasından, başımızın ağrımasına ve işimizin ters gitmesine kadar her tecellînin, bir bakıma adâletin tahakkuku olduğu hadislerce de bildirilmiştir.

    Öyleyse unutmamalıyız ki, Allah’ın adâleti dünyada da tecellî eder. ilâhî adâlet, yaşadığımız hayatı her boyutuyla kucaklar, bütün canlıları kuşatır. Halk arasında, “Eden bulur”, “Gülme komşuna, gelir başına”, “Ne ekersen onu biçersin” gibi sözler ilâhî adâletin gerek beşerî ilişkilerimizde, gerekse hayatımızın her kesitinde önemli bir yere sahip olduğunun göstergesidir. Üstad Saîd Nursî, Semûd, Âd ve Fir’avun kavimleri gibi geçmiş kavimlere gelen dünyevî musîbetleri Âdil isminin bir tecellîsi olarak zikreder ve bu musîbetlerin, o kavimlerin Peygamberlere isyânlarına mukâbil başlarına geldiğini belirtir.9

    Adâletin tecellîsi bakımından dünya-âhiret dengesini elbette Cenâb-ı Hak kurar.

    Enes (ra) bildirmiştir: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Allah hiçbir mü’mine bir tek iyiliğinde bile haksızlık etmez. iyiliğine karşılık dünyada bir çok nimetler verir. Âhirette ise ayrıca buna karşılık mükâfâtlandırır. Kâfirin ameline gelince: iyiliklerine karşılık dünyada rızıklandırılır. Âhirete kavuştuğunda ise, karşılık verilecek bir iyiliği bulunmaz.”10

    Demek, Allah’ın adâleti dünya ile mahşerde bir bütün olarak tahakkuk etmektedir. Öyleyse adâletin tecellîsi açısından dünya ile mahşer, tıpkı bir terâzinin iki kefesi gibi birbirini tamamlamaktadır.

    http://www.fikih.info/dun...serde-adaletin-tecellisi/
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük