Bir vakitler çocuktum. Aradan kırk yıl geçti ve ben geçen bu vakitle birlikte epeyce büyüdüm. Bilinen gerçek, dünya da değişip durdu.
Ben çocukken hayatın bir parçası olan şeylerin bazıları, bugün artık hayatın bir parçası değil... Neler mesela?
Yazları yandan metal tokalı lastik ayakkabılar giyerdik çıplak ayaklarımıza mesela. Tozlu ayaklarımız koşup oynadıkça terler, tozlar çamura dönüşür ve ayaklarımızda kir haritaları oluşurdu. Çok ucuzdu bu ayakkabılar, pazardan üç kuruşa alınırdı ve tek cazip özelliği de buydu aslında! Kayboldu o lastik ayakkabılar şimdi; olsa da giydiremezsin bugünkü çocuklara!
Kışları ayaklarımız üşümesin, su çekmesin, dert görmesin diyerek ince deriden mamul mest giyer; bu şekilde ayaklarımız ayakkabılara sığmayacağı için de mestin üstüne kara lastik giyerdik. Yaşlılardan giyen kaldı mı bilmiyorum şimdi mestlerin üstüne o kara kara lastikleri!
Arkasında horoz resmi olan el aynaları vardı mesela. Saçını başını toparlayacak olanlar pantolonunun arka cebinden çıkarıp bakabilsinler diye. Seneler evvel, bir yerlerde bir miktar imal ettirip çıkardığımız derginin hediyesi olarak dağıtalım diye fantezi kurmuştuk birkaç arkadaş. Nereden bulacaksak örneğini!
Şimdi cep telefonundan, duş başlığından, klozet kapağından radyo dinlenebiliyor. Onlardan önce orta boy transistörlü radyolar vardı. Onlardan daha önce de battal boy lambalı radyolar... Parazitin içinden bir ses kırıntısı ya da kuruntusu yakalayıp kulağımızı yapıştırır, kısa dalgadan Polis radyosunu dinlemeye çalışırdık. Yayın gider gelir, Orhan abimizin sesi bir alçalır bir yükselir. O kadar acayip geliyor ki şimdi kulağa, ben bile "Yaşadım mı, yoksa uyduruyor muyum?" diye şüpheye düşüyorum.
O zamanlara özgü bir de şans oyunu vardı. Gelincik sigarasının kutusunu düşünün, onun beş katı büyüklüğünde bir yatay karton kutu... Üstünde otuz kadar parmak ucu büyüklüğünde dairesel delik... Sen parayı verirdin, satıcı rolündeki çocuk da toplu iğneyi verirdi. O deliklerden birini seçer, toplu iğneyle varağı kazırdın. Bir numara çıkarsa listeye bakılır, hangi hediyeyi kazanmışsan anında kutudan çıkarılır verilirdi. Hediye dediysem şimdi yine kimsenin yüzüne bakmayacağı plastik oyuncaklar, pralinli çikolatalar, saman gibi gofretler...
Pastaneler, kafeler, patibilmemneler yoktu benim çocukluğumun geçtiği mahallelerde... Pasta ve simit fırınları vardı, pastayı, kurabiyeyi, çöreği oradan alırdık. Bir de muhallebiciler vardı, tatlıyı, muhallebiyi, keşkülü de oradan yer, limonatayı da oradan içerdik. Gayet kıvamındaydı her şey...
Şimdi ancak sergilerde görebileceğimiz yuvarlak hatlı babacan şevroleler vardı bir de... Uzun yıllar Bursa'da dolmuşçuluk yaptı sahipleri bu arabalarla... istanbul'da da varmış, filmlerde görüyorum. Başka şehirlerde de vardı mutlaka... Deriden yumuşacık koltukları vardı, çok rahattı. Hem havalı, hem şefkatli... Şimdi yok öyle babacan tavırlı, dost gibi, arkadaş gibi arabalar... insanlar gibi kibirli oldu bu devrin arabaları da...
"Hep iyi şeylerden bahsediyorsun, hiç mi can sıkıcı bir şey yoktu o zamanlarda?" diye bir soru gelebilir aklınıza. Olmaz olur mu, fena halde canımı sıkan şeyler de vardı elbet! Demirel, her gece tek kanallı siyah beyaz televizyonda boy gösterip bizim için neyin iyi, neyin kötü olduğunu söyler dururdu. Şimdi kanallar çoğaldı ve o söylüyor diye kulak veren de yok pek ama yine yapıyor aynı şeyi ara sıra. Televizyona çıkıp bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veriyor.
"Değişmeyen tek şey değişimin kendisi!" diye ahkâm kesenlere "Gücünüz bizim küçük hatıralarımıza mı geçiyor? Madem her şey değişiyor, Süleyman Demirel ne ayak?" diye sorup yazıya noktayı koyuyorum.