metinlerde anlam avına çıkmışken kendimiz hakkında keşfettiğimiz hakikatler,
aslında birbirimizle iletişim kurmanın, anlaşmanın, ortak yanlar bulmanın,
ve en nihayet, ortak faaliyet ve eylem alanları yaratmanın önşartıdır.
Pratikte bir anlamı olacak hakikatler, vahiyler ve tebliğlerde, ya da
üstün yetenekli/dâhi/ermiş bireylerin zihninde değil, bireyler arasındaki etkileşim alanında doğar ve anlaşılır. Tam da bu yüzden, mutlak, tek ve
nesnel bir hakikatin varlığından, anlaşılabilirliğinden ve aktarılabilirliğinden
ne kadar kuşku duyarsak, hakikat arama gayretimizi de o denli arttıracağız
demektir.
Postmodern inanç sisteminde, özne hakikate önce kendi başına vasıl olur ve
daha sonra, bu özneler arasında tartışma/pazarlık yoluyla mutabakatlar aranır.
Oysa benim savunduğum durum bunun tersi: Hakikatin kendisi özneler arası alanda
ortaya çıkabilir ancak. Bireyleşme topluluğun kendisindedir, sonuç arayıştadır, nesnellik öznelerin etkileşiminden doğar. Marx ve Engels daha 1844'te,
'Alman ideolojisi'nde şöyle diyorlardı:
insan terimin gerçek anlamıyla bir Zoon politikon'dur [toplumsal hayvan,
şehirde yaşayan hayvan], yalnızca sürü halinde yaşayan bir hayvan değil,
kendisini ancak toplumun ortasında bireyleştirebilen bir hayvandır.
Özneler ancak toplumun içinde, birbirleriyle sürekli değişen ilişkiler kuran ve
bu ilişkiler yoluyla (gene sürekli değişen) nesnellikler yaratan bireylerdir.
Öznelerin öncesinde ve onlar olmasa da gene varolacak bir 'Gerçek' tabii ki
vardır; ancak o 'Gerçek' sembolik düzenin, yani insanların dil yoluyla/dil
olarak kurdukları düzenin terimleriyle algılanabilir/anlaşılabilir değildir.
'Gerçek'i geçici bir an için bile olsa anlamlandırılabilir kılmak, ona bir anlam,
değer, yanlılık ve amaçlılık yükleyebilmek için, gene aynı geçici an için
dili dil-ötesine dönüştürmek, öznelerarası alanda özne-aşırı bir ortak
özne/nesne yaratmak gerekir, ki bu an da ancak ''devrimci pratik'' olarak
anlaşılabilir.''