althusser ilk çıktığında fransa komünist partisi'nin hümanist tutumunun ve marks'tan büyük bir hümanist yaratılmasının anlamsızlığı üzerinde durmuş ve buna büyük bir karşı çıkış yapmıştı. kendisi ise yapının mekanizasyonunu önde tutmasından ötürü bir noktaya kadar bu fikirlerini ilerletmiş, sonra ise geri dönüş yaşamıştır.
hümanizm'in kökenlerine indiğimizde evrensel bir barış arayışının ve hoşgörünün olduğunu görebiliriz. fakat aynı şekilde toplumsal gerçekleri reddettiği ve bu gerçeklerin doğurduğu sorunları anlamsız bir pasiflikle karşıladığından ötürü de bu arayışın kendisinde iki yüzlülüğe düşmektedir. çünkü insanlık tarihi boyunca insanlar arası mücadelenin bir boyutu her daim olmuş ve bu boyutta gerilmeler emme basma tulumba gibi bir o yana bir bu yana salınımlar yapmıştır.
diğer yandan ise toplumsal ilişkide ve üretim biçiminde verili bir anda sıçrayışı temsil eden devrimin kendisi sürekliliğin kopuşu anlamı taşır. pratikte anlamı ise eskinin yerine yeninin getirilmesi ve eskinin parçalanıp atılmasıdır. insanlık tarihinin önemli bir kesmine damga vuran sınıflı toplumların kendisinin ilerleme tarzıda bu tür süreklilik-kopuş-süreklilik yolu izlediğinden ve akılcı yol tarihe damgasını vurduğundan akıl dışı çözümlerin kendisi tarihe damga vuramamışlardır. o halde devrim ve hümanizm arasında ciddi bir çelişki vardır ve aslında bu çelişki hareket ile durağanlık arasındaki temel çelişkiden öte gelmekteedir.
özne ve nesne arasındaki konumlanış ve belirleniş arasındaki yolun en kestirmeden geçtiği doğru değildir. zorlama olanın yani iradiyetin önemi burada çok önemlidir. kendiliğinden gelişen bir hareketin durağanlıkla uzlaşması kaçınılmazdır. "özgürlük, barış ve kardeşlik" gibi tarihin her evresine damgasını vurmuş sloganlarda mücadelenin kendisi olmazsa olmaz olmuştur. bunu belirleyen ise tarihin her evresinde özne ve nesne arasındaki ilişkidir. açmak gerekirse; sınıf çelişkilerinin özü ile bu çelişkileri değiştirecek yeni yeni kavramların oluşmasında ve kendi kimliğini yaratan, tarihe damgasını vuran yeni grupların hepsinde bir zorlamanın kendisini görebilirsiniz. durağanlık ise kendiliğindenciliğin ifadesidir. bunun tarih açısından bir anlamı yoktur.
türkiye solu için ise bu yukarıda anlattıklarım genelde ters anlamıştır. iradiyetin yerine kendiliğindelik, "nerede hareket orada bereket" anlayışı her zaman öne konulmuştur. haliyle büyük yenilgi dönemlerinde büyük kopuş olarak adlandırılan şeylerin teorinin mistisizmine kaptırmaktır kendini. özellikle 12 eylül sonrası türkiye solunda 65-80 arasında mdd'ciliğin evrimi demokratizme kadar uzanmış, soldan koparak kendi dinamiğini yaratan ulusal hareketin kendisine de bu demokratizm damgasını vurmuştur. haliyle güçlü kalan ulusal hareket demokratizmayı solun genetik kodlarında kalmasına neden olmuş, "demokratikleşme" ana mesele oldukça sakat bir hümanizm anlayışı giderek egemen olmuştur. elbette ki demokratizm hastalığını belirleyen tek parametre bu değildir. batı'da gelişen avrupa komünizmi'ni türkiye'ye kazandıran birikim, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından kafa karışıklığı yaşayan özgürlükçüler ve liberalizmin azgın saldırısına karşı liberalizme yamanmaya çalışanlar bu hümanizm hastalığını yaygınlaştırmış ve metastaz yaptırmıştır.
ne yazık ki ölüm döşeğine götürecek iç dinamikler budur ve iradiyetin gücü öne çıkmadıkça devam edecektir.