1922 yıllarında insandaki saldırganlık ve yıkıcı içtepileri açıklamak üzere ölüm güdüsünden bahseden Freud'a göre, insanın başlıca iki temel güdüsü vardır. Bunlardan birincisi, libido adını verdiği cinsiyet güdüsü, diğeri ise saldırganlık ve yıkıcılık içtepilerini açıklamak üzere kullandığı ölüm güdüsüdür. Freud bu kavramı, yaşama gücünü veren libido karşıtı ölüm gücü olarak kullanmıştır. Ona göre, tabiatın temel tehdidinden korunmak için insanı ilahi varlıklar üretmeye sevk eden bir ölüm güdüsü vardır. Bu yüzden o, dini paranoid zihinlerin bir ürünü ve nevrozların ilk belirtisi olarak düşünmüş ve özellikle insanın ölümü algılayışında yoğunlaşan temel bir emniyetsizliğe atfetmiştir. Zira ona göre Tanrı inancının fonksiyonlarından biri de ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili endişeleri yatıştırmaktır. Şöyle ki; organizma kendisini ölümle yüz yüze bırakan tüm tehditlere karşı savunur ve paradoksik bir şekilde ölüm içgüdüsü yaşamı uzatmaya hizmet eder. Ölüm içgüdüsü (thanatos) dıştan engellerle karşılaştığı zaman uyum göstererek saldırganlığa dönüşebilir. Kişinin kendisine yöneldiğinde ise, kendisi tahrip edici bir hal alır. Buna göre hayat, ölüm içgüdüsüyle yaşam içgüdüsü (eros) arasında dinamik bir dengeye dayanmaktadır. Yaşam içgüdüsü, enerjisini libidodan almakta ve açlık, susuzluk, korunma vb. gibi şeyleri kapsamaktadır. Ölüm içgüdüsü ise insanın yıkıma yönelik yanıdır ve enerjisine “destrudo” denir. Hayat ve ölüm içgüdüleri birbirlerini belirsizleştirebilir ya da birbirlerine dönüşebilir bir karakter taşırlar. Ona göre tüm yaşamın amacı ölümdür ve insanda (şuuraltında) şuursuz bir ölüm isteği vardır. Bu istek şahsi yıkıcılık eğilimleriyle yakından ilişkilidir. Yani Freud bu isteği şahsi yıkıcılıkla birleştirmektedir. Ancak herkesin bilinçaltmda kendi ölümsüzlüğüne inandırıldığını kabul eden Freud'un son isteği, realitenin tam bir bilincinde, kendine acıma veya duygululuk izlerinin ortadan kaldırılarak, inatçı ızdıraplardan çabuk bir şekilde kurtarılması olmuştur.
“Ölüm psikolojisini açık yüreklilikle ele almanın, olayların gerçek durumunu daha iyi değerlendirebilme, hayatı daha katlanılabilir kılma gibi bir getirişi vardır” diyen Freud'un, ölüm konusuna psikolojik yaklaşımın gerekliliği konusundaki tespiti son derece doğrudur. Fakat ölüm içgüdüsüyle ilgili söyledikleri, bu kavramın tam olarak yerine oturmadığı gerekçesiyle psikologlar tarafından oldukça eleştirilmiştir. Herşeyden önce psikanalitik literatüre aşina olan herkes, ölüm güdüsü kelimesini duydukları zaman şaşırmaktadır. Zira psikanalizin kurucusu olan Freud, ilk olarak bütün güdüleri (yeme içme, cinsiyet, güvenlik vb.) daha ziyade hayat güdüleri olarak düşünmüştür. Bununla beraber o, uzun bir zaman libidoyu, bütün güdülerin genel enerjisi olarak savunmuş ve onu hayat güdüsü olarak isimlendirmiştir. Fakat daha sonraları yavaş yavaş libido ile ters düşen bir ölüm güdüsü kavramı geliştirmiş ve onun yaşam güdüsünden daha temel olduğunu düşünmüştür.
iyi bir klinisyen olarak Freud, gerek şuurlu gerek şuursuz olsun, hastalarının ölüme karşı olan reaksiyonlarına dikkat etmiştir. Şöyleki o, bazı hastalarının hayata açık bir şekilde negatif bir tarzda baktıklarını gözlemlemiş, mesela onların iştahsızlık problemi çekmeleri ve yemek yemeyi reddetmelerini bu şekilde yorumlamıştır. Yine onlar kendi yakınlarının olduğu gibi bizzat kendilerinin ölümlerini rüyalarında görüyorlar ve bu rüyaları, keder verici bir olay olarak değil de mutlu bir olay olarak algılıyorlardı. Normalde onların davranışları, istememelerine rağmen şayet beslenmeseler, ölümlerine neden olacaktı. Diğer bazıları da alkol ve bazı sarhoşluk veren şeyleri kullanarak kendilerini mahvetmeye uğraşıyorlardı. Freud ise bütün bu tehlikeli davranışları genelleştirerek (ki bu genelleştirme onun genel eğilimidir), ölüm güdüsünün birer göstergesi olarak düşünmüştür. Mesela dağa tırmananlar, derin denizlere dalanlar, çölleri ve balta girmemiş ormanları araştıranlar, ona göre bilinçsiz bir şekilde ölüme doğru bir kaçışı araştırmaktadırlar. Freud'a göre ciddi bir risk, fevkalâde bir efor, yani tehlikenin tabiatında olan herşey, tek kelimeyle bir kimsenin kendine karşı saldırganlığına bir örnektir ve ölüm isteğinin bir göstergesidir. Kahramanlığın bütün şekilleri şaibelidir. Çünkü, kahramanlar ölüm isteklerini gizlemektedir. Bu tür aktivitelerin hepsi, mesela gönüllü bir şekilde memleketini korumak, suda boğulan birisini kurtarmaya çalışmak veya ciddi bir şekilde hasta olan birisi ile ilgilenmek, bilinçdışı ölüm isteğinin işaretlerine benzemektedir. Bu mantığa göre, sadece (tamamlayıcı olarak) kendini beğenen ve narsist insanlar, ölüm isteğine bulaşmaktan kurtulabilirler. Freud'a göre cömertlik, yiğitlik ve digergamlık, ancak mazoşizmin maskeleri olabilirler. Mazoşizmin bütün şekilleri ölümün hizmetindedir ve aynı durum sadist davranışlar için de geçerlidir. Zira Freud, sadizm ve mozoşizmi daima aynı yıkıcı eğilimin iki farklı veçhesi olarak düşünmüştür.
Freud'un bu hususları sadece gözlem olarak aktarması çok önemli değildir. Fakat o, sadece bir klinisyen değil, hastalarından elde ettiği malzemeyle doktrinel sonuçlara ulaşan ve onları rijit bir sistem oluşturmada kullanan birisidir. Esasen o, insan ruhuyla ilgili materyalist-mekanist kavrama tamamen sadık kalarak, insanın hayata olan düşmanlığı ve kendisini mahvetmeye yönelik isteklerini, her yerde görerek ölüm güdüsünü formüle etmede kendi içinde uyumludur. Zira daha önce de değindiğimiz gibi o, ilk önce ölüm güdüsünü hayat güdüsüyle eşit güçte düşünmüş ve bütün güdüleri başlıca iki kısma ayırmıştı. Fakat yaşlandıkça daha samimi bir şekilde insanın zayıflığını tecrübe eden Freud, Nazilerin Yahudilere olan işkencelerine de tanık olmuş ve pesimizmi daha da koyulaşmıştır. Nitekim sonunda ölüm güdüsünün insanın ilk ve en temel güdüsü olduğuna, diğer bütün güdülerin ise ikincil veya ölüm güdüsü tarafından “bastırılmış güdüler” olduğu sonucuna varmıştır.
Her güdünün amacının, tabiî bir şekilde organizmada bulunan dengeyi korumak veya bu denge bozulduğunda onu yeniden düzenlemek olduğuna inanan Freud, buradan inorganik ve cansız formun, organik ve canlı şeklin önceki biçimi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Ona göre hayatın, özellikle şuurlu hayatın ortaya çıkması, bir karışıklık, dengesizlik ve her nasılsa ölümle birlikte görülmektedir. Buna göre ölüm güdüsünün, hayat güdüsünden önce olması, normal hatta zorunludur. Üniversal entropi kanununu takip ederek, hayatın önceki inorganik dururnuna dönme eğiliminde olması, normal olabilir. Sözde hayat güdüsü ve korunma, üstünkörü bir şekilde hayatın hizmetinde düşünülebilir. Ancak onlar daha kapalı bir şekilde karşılanırlarda, ölüm güdüsünün maskeleri oldukları görülür. Materyalist düşünürlere göre maddeden hayata olan evrim, niteleyici bir düzendir ve bunda bazı ilkel durumlara tekrar geri dönme hariç tutulmaktadır. Diğer taraftan Freud'un kavramının da eski materyalist-mekanist teorilerden fazla farklı olmadığı açık bir şekilde ortadadır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Freud'un “ölüm isteği ile ilgili teorisi, onun bilimsel tecrübeleri üzerine” kurulmuştur. Onun kişisel hayal kırıklıkları ve pesimizminin bilimsel tecrübelerini oldukça fazla etkilediği düşünülürse, birçok sadık taraftarlarının niçin bu doktrine hiçbir atıfta bulunmadıkları ve hatta onu makul bir hipotez olarak düşünmedikleri de daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca Freud'a uzun hayat süreci sırasında korkunç ruhsal ve bedensel ızdıraplara katlandığından dolayı merhamet duyulabilir. Bu merhametle onun ölüm isteğinin varhğını varsayması ve onu sisteminde baskın bir yere yerleştirmesinin nedeni de daha iyi anlaşılabilir. Ancak herhangi birisini anlamak ve ona acımak, onun felsefesini kabul etmeyi gerektirmez.
Netice olarak Freud, zihnini 19. yüzyıl bilimselliği ile doldurmuş ve çok tehlikeli hipotezlere bile dogmatik bir değer verme eğilimine girmiştir. Zira hayat ve şuurun verileri, herhangi bir önyargıdan uzak bir şekilde gözlemlenirse, ölüm isteği ile ilgili herhangi bir delilin olmadığı görülür. Çünkü hayvan ve insanda bulunan bütün güdüler, hayatın hizmetindedir. Yine kliniklerde pekçok sadist ve mazoşist insanlar incelenmiş ve onlarda ölüm güdüsünü gösterebilecek hiçbir delil bulunamamıştır. Mazoşitsler kendilerini harap etmeyi amaçlamazlar, fakat aksi şekilde ızdırap çekme onlara zevk verir. Hitler ve Stalin gibi korkunç sadistlerin durumu da bunu destekler mahiyettedir. Zira onlar işkence ve öldürmeleri, kendi halklarının refahına vesile olacağına inanarak yapıyorlardı. Bunun gibi sıradan sadist ve mazoşistler, bu tip yıkıcı nedenlerle değil, bilakis zevk ve keyif ile motive olmuşlardır. Her iki durumda da zevk isteği, bilinçaltı çatışmalar tarafından sarsılan hayat güdüsünü gizlemektedir.
Freud'un ölüm içgüdüsüne karşı başka bir delil de en azından biyolog ve psikologlar tarafından önem taşıyan şu delildir: Normalde bir güdü, karşı konulması zor diğer engellerle veya bastırmayla engellenmedikçe kendi sonunu realize etme eğilimindedir. Fakat ölümden korkan herkesin ölüm güdüsünü bastırdığını iddia etmek için geçerli nedenler yoktur. Eğer insan ölümden bu kadar korkuyorsa, bu onun hayata, ölümden daha fazla önem verdiğini gösterir. Böylece ölüm korkusunun en önemli nedenlerinden birisinin hayat güdüsü olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yine Freud'a göre insanın şahsi ölüm korkusu, hadımlık korkusu ve sevilen objelerin kaybedilmesi korkusundan kaynaklanmaktadır. Bunu ispat eden klinik tecrübeler mevcuttur. Fakat Wahl, bu formülasyonun psikiyatristlerin bir kısmına göre, defansif bir ihtiyaç olarak hizmet edip etmediği konusunda tereddütler olduğunu vurgulamıştır.
Ayrıca bu kadara kadar da uzun uzuadıya birşey açıklanmamalı, Freud'a koyayım size birşey olmasın.