murat ide'nin yazdığı dinç tuncel'in seslendirdiği güncel konulara değinen siyasi öykü.
" bir varmış, bir yokmuş...
bir açılmış, bir kapanmış garip bir dervişin hatıratı... ilk milenyumun ilk yüzyılında geldikleri ve girdikleri coğrafyaya vatan diyen milletin garip dervişinin hatıratında sanatla ilgili notlar da varmış...
susuz geçen yolun yorgun dervişi, bir ağaç gölgesinde uzanıvermiş...
kuş tüyü yatak olmuş toprak ana...
duyduğu tek ses, yapraklara çarpıp notaya dönüşen rüzgarın iken, gayipten mi bilinmez sözler düşmüş uzaklardan; " a nenni nenni, kınalı kuzum büyüden de adam mı oldun... "
evet demiş derviş, bu onun sesi... " minik serçe " derlermiş adına... gönül telini titretirmiş şakıdı mı...
" ahh ah, demiş, derviş, " ne güzel yerdir burası... " " gafilin kahraman, cahilin alim, ihanetin moda olduğunu görmese daha yeşillenir topraklar "
" evet " demiş derviş, "bu o şarkı."
yolunun düştüğü bir köyde, evin önünde ağlayan bir anneyle karşılaşdığı andan kalmış kulağında...
aslan gibi oğlunu kahpe kurşuna kurban veren annenin yüzünde başka bir şey görmüş derviş, şaşırmamış...
"bir yüzde hem tebessüm hem hüzün nasıl ola ki...." dediğini hatırlarmış sonra... hem hüzün, hem tebessüm...
zaman ölçülür mü ana yüreğinde, her saat yıl olunca, ne kadardır ayrı kaldığını hiç hesaplayamamış yiğidinden...
hüznü kokusuna hasretinden, tebessümü de radyodan gelen sesin, onu ilk kucağına aldığı güne, doğum gününe denk gelişindenmiş...
"yanağı pembem, dudağı kirazım
gözü okyanusum iyi ki doğdun"
rüzgarın sesini duymaz olmuş derviş, uzandığı yerde...
ne malum, hatırına gelince, rüzgar utandı belki de esmekten...
varsa yoksa, minik serçe derler adına, buğulu ses çınlamış kulağında...
bilmiş derviş, minik serçe o şarkıyı oğlu için söylermiş...
her ananın oğlu canıdır... onunki de can'mış zaten...
dalıp gidince derviş, bir sohbette bulmuş kendini...
günlerden o gün eski takvime göre, ağustos ayının ondokuzuymuş...
kahvedeki sandalyeye yan oturmuş dedelerin bozuk gözü göremediği ve bağ-kur da gözlük paralarını ödemediği için, elinde tepsiyle okuttururlarmış gazeteleri; "bu-sü-re-ce kar-şı çı-kan-lar le-ke-li-dir" birazda heyecandan heceleyince tekrar ettirmişler...
"sadrazama güvercin pençesinde name yollayan minik serçe " bu sürece karşı çıkanlar iki cihanda da lekelidir"" yazarmış neşriyatta...
bilmiş derviş, sürecin ne olduğunu...
açılıp saçılmaların, yıkılıp dökülmelerin, kırılıp bölünmelerin yol haritaları, rüya mı kabus mu bilemediği anda malum olmuş ya kendine...
kıvrılıp oturmuş bir köşeye... bir yanda bastonu titremiş bir yanda dudakları...ama ne severmiş o sesi... söylemez kimseye, neden yollara vurmuş kendini... kim bilir, bir sevda yarası, o seste yükselen namelerle derinleşen, bir sevda belki de...
bir kaç kelime dökülmüş önce " ah kızım, ah be kuzum ne sevdik biz seni... rumeli'den acem sınırına kim duysa sesini, kim kulak verse sözlerine, gözlerimiz buğulanmadı mı? aynı şeye gülmek, aynı şeye ağlamak değil midir birliğin, beraberliğin diğer adı... bir uçtan diğerine burkuldu ya yüreğimiz, bu değil midir bizi aile yapan?"
derin bir "offf" çekmiş derviş...
karşı ki dağlar yıkıldı mı bilinmez, o yıkılmış...
kardelen şarkıları söyleyen kardeşliğe yükselen o ses, ayrı gayrıya giden yola nasıl nefes olur ki?
kardelen şarkılarındaki yürek nerdeee?
ya bu lekeli sözler hangi yürekten....
hep elin oğlu sarpa saracak değil ya, bu kez kafası karışan oymuş...
kızmış derviş... hem çoook kızmış...
kulaklarına rağmen adına minik denen serçenin sözleri yankılanmış; "bu sürecin karşısında duran herkes lekelidir"
bu sözlerle lekelenen aslında o güzel ses imiş...
haşhaş sakızı çiğneyen bir garibi hatırlamış sonra derviş... ne, yaptığını bilirmiş,ne söylediğini...
"ne ilgisi var ki bununla?" demiş kendine ama hatırına o gelivermiş işte...
"demek o garibana boşuna kızmışım, boşuna veryansın etmişim. mermerin üzerinde durduğu gibi durmuyormuş bu meret de"
sen ki minik serçemizdin... serçeye kıyılmaz bu topraklarda...
o ağlayan anne, hani oğlunu kahpe kurşuna veren anne, senin şarkının sözlerinde buldu oğlunun kokusunu...
onun ki can'dı seninki de mithatcan....
oğluna, yaralanmış parçalanmış bir ülkeyi bırakmak istemeyenlerin yol haritasına nasıl razı oldu o yürek.... allah muhafaza, ne dersin yarın mithatcan'ına...
allah en güzelinden versin, öbür gün ne dersin torununa...
kafası iyiden iyiye karışmış dervişin, canı iyiden iyiye sıkılmış...
bir serçenin gül sesiyle sıçramış ağaç gölgesinde... tebessüm etmiş... doğrulmuş ki kan ter içinde... çaresiz bir kaç kelime dökülmüş dilinden; "ne sevdalar yaralanıyor, ne duygular köreliyor bugünlerde..."
"olsun" demiş derviş... "o ki bizi biz yapan birbirimize sevdamız, umutla beslenmeli..."
yüklenip bastonuna kalkmış ayağa... dağın ardındaki bir başka köye yol alırken, gördüğü, rüya mı, kabus mu bilemezken, bu kez onun dilinden dökülüvermiş bir şarkı; " eller günahkar
diller günahkar
bir çağ yangını bu
bütün dünya, günahkar"
"ahhh" demiş derviş... can'ını yitiren ananın yüreğine meltem olan buğulu ses, mithatcan'nına nasıl anlatırmış o ananın oğluna kıyan "ifrit" in yanında durduğunu...
dil yarası en ağır yaraymış, ne yapsın derviş, ne desin?
ona da iki damla şarkı mırıldanmak kalmış....