Öylece duruyorum sen önümden geçip giderken. Ne elimi kaldırıp selam verebiliyorum, ne gözlerimi kısıp hoşça kal diyebiliyorum. içimden merhaba ile elvedayı aynı anda söylemek geçiyor, içimden ikisini birlikte söylüyorum ama işte sen içinden selamımı da almıyorsun vedamı da görmüyorsun.
Beklemek huy oldu iyice. işi gücü bırakıp bekler oldum sağda solda. Geçen arabaları, otobüsleri, trenleri sayarken uyuyakalırım, belki seni beklediğimi görürsün de uyandırıp kaldığım sayıyı söylersin kulağıma. Çok uçuk hayaller değil be müzeyyen. Biraz imkansız, biraz na-mümkün ama elimden başka ne gelir ki? Yok ciddi soruyorum bunu. Elimden başka ne gelir. Bir kalem tutuyor işte. Ah bir de senin elini tutsa. “Hoşt ulan” diyor içimden bir ses. Yavaş gel diyor. Çok mu ileri gidiyorum. E sana yetişemiyorum ki nasıl ileri gideyim. Duy be artık şu satırları müzeyyen. Duy içimdeki kuş çığlıklarını, orman yangınlarını. Kurtlar uluyor içimde çizgi filmlerde ki gibi seni düşündükçe. Hintçe bir ilahi çalıyor kulaklarımda. Huzura ereceğim bu sabaha karşı, -35 derecede.
AĞLAYIŞ
Bir keresinde bana insan yağmurda ağlayamazmış demiştin. Peh. Gözyaşları yağmur damlalarına benzer demiştin, onun için insan yağmur yağarken ağlarsa, ağladığını anlayamazmış. Yağmurun karıştığı gözyaşları gerçek olmazmış. Peh.
Ben yağmurda da ağladım. Hatta benim ağlamalarımdan bazılar, yağmur oldu yağdı yeryüzüne, senin yüzünden, benim yüzüme, belki yüz kere, yüzme bilmezken. Ben banyoda da ağladım. Kırmızı kırmızı damladı çenemden aşağı, bileklerime, avuçlarıma. Babamdan yediğim tokatlar bile silemedi bazı gözyaşlarımı. Bir keresinde eline bulaşmıştı ama. Fark edince bir tokatta enseme indirdi. Yine bende kaldı benim olan.
Abimin yumruklarıyla bile durmadı gözlerim. Yer yer dindiler. Sonra yine sağanak. Sen yağmurla benziyor diye gözyaşlarımız, ağlayamazsın dedin. Ben denizde bile ağladım. Ağladığım yer kurudu. Ben bahçeyi sulayan fıskiyenin altında otururken ağladım. Çiçekler soldu kahrımdan.
Ben en son senin elinden ağladım. Son tekmeyi yerken senden, son damla düştü yere. Gözlerim sustu sonra. Dilim kırılsaydı da dilim kırılsaydı diyemeseydim derken dilim kırıldı. Kalemim köreldi, söz geçiremez oldu kağıda.
Sen bana diyorsun ki insan yağmurda ağlayamazmış. Peh. Ben sendeyken bile ağladım, yağmur kimmiş!
Hiç oluyorum giderek, durarak, oturarak ve yaşayarak. Sonu pek hoş olmadı yine ama olsun. içim fesat benim evet ama seninki de pek temiz değil anlaşılan. Hava 41 derece, dondurucu bir sıcak. Çifte donmuş biri, epey alçak. Uymuyor kelimeler sıkıştırdığım satırlara, ya biraz dar geliyor, ya çok bol. Satır araları gözüme batıyor, eksikliğini hissettiriyor. Bir duman salınarak kayboluyor göz hizamda. Kör kütük çatırdıyor Müzeyyen, duymuyor musun gerçekten? Azıcık yaklaşsan neler duyarsın bir bilsen. Boşuna delirmedim ben, defterlerde. Mırıldanarak eşlik ediyorum çöküşümden gelen gürültüye. Bu bencillik midir bilmem ama sana okutma niyetinde değilim artık pek. Okuduğundan da şüphe duymaya başladım zaten. Yani ben olsam okumazdım, sen olsam da okumazdım, marangoz olsam okurdum belki ama muhtemelen anlamazdım o zaman da. Ben insan olsam okumazdım galiba bu saçmalıkları.
Hepiniz haklısınız. Hepiniz yenilen hakkınız yüzünden mağdursunuz, her biriniz yalnız, herkes birinden kazık yemiş anlıyorum. Bu kadar ama, siz de beni anlayın filan demeyeceğim, ne gerek var şimdi bir de olmayan birinin dertlerini bindiresiniz sırtınıza. Bu işi bitirmeye karar verdim. Hatta ne kadar yarım işim varsa bitirmeye kararlıyım. Bir son olacaksa, hiçbir yol çıkmaz olarak kalmamalı. Senden haber bekliyorum. Mektuplarımı istiyorum. Fazla bir şey değil kurban olduğum, Raif olduğum. Yıllarca bekletme beni durduk yere, çoluk çocuğa rezil olmayayım daha fazla.
Sonbahar gelmedi henüz, ama kurudum.
Çekin bir sandalye.
Dinlenmeye değecek cümlelerim yok biliyorum.
Oturun konuşalım yine de.
Vakit geç, hava ayaz dışarıda,
Sevgiye en çok muhtaç olanlarımızın
Üstü ince
…
Siz hiç sevmediğiniz birine, aşık oldunuz mu?
En savunmasız anınızda.
Kaleminizin kırılması gibi,
Şiirin son satırında.
Ateş bazen düşmediği yeri de yakar.
Bazı dumanlar, bazı duvarları kirletir.
Zaman bir şeyler eksiltir,
Ruhumuzdan ağır ağır.
…
Güneş doğar, güneş batar.
Fark etmeden göğsünüzde delikler açar.
Elleriniz o kadar küçüktür ki,
Parmaklarınız o kadar sivri,
Güneşi battığı yerden çıkarmaya çalışırken
Daha çok yaralar.
…
Aşina bir ses yankılanır.
Terk edilmiş bedenlerin arasında.
Tanıdık biri daha yıkılır,
Taşında ismi yazılı toprağa.
Doğumunda hazırlanır insan,
Biri tarafından yıkanmaya.
Ne açan çiçekle ilktir bahar,
Ne dökülen yaprakla son.
Bugünün evveli,
Yarının sonrası var.
…
Ömrü yaşanır kılıyor, hatırlamak seni.
Varlığını bilmek, içimde esen tatlı bir bahar meltemi.
Azrail kıskanıyor, bu saçma saadeti.
Canı sağ olsun, yellese de yüreğimdeki ateşi.
…
Biri kapıyı vuruyor.
Evde yokum desem,
inanmaz şimdi bana.
illa görmek ister, var olmayışımı.
Açmak gerek bulunmayan,
Ve hiç çalınmayan kapıyı.
…
Şiir ciddiyet ister.
Ben de şimdi ciddi olmaya,
Yatağıma gidiyorum.
iyi geceler.
Çok huysuzum bilirsin, bilmelisin, bil… Seninle bir dakika umutlandırıyor beni, sensiz her dakika canım, usandırıyor beni… Dişlerim çürüdü döküldü geçen. Sonbahardandır dedim, umursamadım. Ömrümün sonbaharı yani kastettiğim, hani imgeden anlamazsın diye belki yazayım. Sen de ne de olsa yaz aylarının sonundasın… Ekmek yok, kuru soğan bile yok. Yiğit muhtaç olmuş, kredi verecek banka dahi yok. Ama böyle olmaz ki gülüm, gök bedava, yer bedava, hava beleş, kuş cıvıltılarına dahil değil mesela KDV (Katma! Değmez, Varyemez)… Bilen, bilendikçe eğ başını. Ne kadar tehlikeliysen, o kadar yasadışısın. Tutuklarlar maazallah, estağfurullah, elhamdülillah… Dün ölenler, yarın doğanları tanımadı, oysa karşılaşmış olmalılar, onlar giderken bunlar geliyordu. Biz saklanmış ağacın arkasına, saklanmış ağacı arıyorduk. Kim sakladıysa onu affet ya saklayanların resulü. Anladın mı kelime oyununu müzeyyen? (Geçen gittiğimiz müze var ya, hani tabiatın biyografisini sunan, onu da yıkmışlar işte. Kim bu müze yiyen anlamıyorum?)… Oyun içinde oyun oldu yine, okeye dönerken şahımı yediler, mars oldum gülüm. Plüton da olabilir… Dediklerim komik mi geliyor bilmiyorum, ama bunlar birer ağıt müzeyyen. Çaktırma, telefonlarımızı dinliyor gizsiz ajanlar. Hadi beni salda uyuyayım. Sana son şifreli mesajım hiç unutamadığım bir çocukluk travmam olsun; Bir keresinde balonu o kadar çok şişirdim ki, ben patladım. O günden beri gaz kaçırıyorum. (Şifre;1234)
Gün doğmasına yakın bir çığlık yankılanıyor. iyileşmeye çalışan bir şizofren gibi hissediyorum son zamanlarda. Duyduğum sesin gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğunu ayırt etmeye çalışıyorum. Çığlık çok yakından geliyor, giderek yükseliyor ve yaklaşıyor gibi. Kendim bile bağırıyor olabilirim, uyanık biri olsa ona soracağım sen de duyuyor musun bunu diye. ama onun gerçek olup olmadığını nereden anlayabilirim ki. Sesi kaydetmek istiyorum ama ya kayıt cihazım sağırsa. Gerçeklik birbirine kenetli zincir halkaları gibi. Biri kırılırsa, tek bir doğru çökerse, tüm gerçeklik ayrılıyor birbirinden. Yaşadıklarımdan hangisinin hayal, hangisinin hayat olduğunu söyleyecek, gerçekten gerçek bir süzgece ihtiyacım var. Gerçek süzgecinden sadece gerçekler geçebilir. Uydurma anılar, kafadan atılma acılar ya da sevinçlerle doluyum. Senin de dediğin gibi, körebe oynarken gözlerini açamazsın, çünkü göreceklerin kimseyi memnun etmeyecektir. Ama gözlerimi sıkıca bağlamadan oyunu başlatmışlar. Oynamak için benim bilerek gözlerimi yummam gerek. Belki bu da oyunun bir parçasıdır bilmiyorum. Ne saçmalıyorum onu da bilmiyorum. Kim bu kuralları, normalleri, sorumluluk gereklilikleri üreten. Bir bozukluk var. Eksik bir parça var. Allah kahretsin, kim bu çığlığı atan. Allah korusun, ya sen bile yoksan. Ya ben bile yoksam. Kim yazardı bu satırları.
“Bu saatte rüyanda mı gördün beni de
Oturdun şiir yazıyorsun mübarek?”
Demediğini duymaz gibiyim
Güzel laflarım yok, her zamanki gibi.
iki kelimeyi bir araya getiremem
Ben getirsem bile, bu seni bana getirmez
Aslında çok hisliyim bu aralar
Ama dökemiyorum içimi bir türlü
Bir süredir hep böyle bu durum
Ne yazsam çürük, ne yazsam ölü
Dokunmak istiyorum aslında kalemimle
Eğer olmasaydı hiç, bu amansız hastalık
Çoktan başarabilirdim belki
Fakat kalemimin ucu kör artık
Mum sönük, çay bardağım karanlık ve kırık.
Hamurumda yokmuş demek ki şairlik.
Zaten bir bok becerebildiğim de yoktu
Artık şiir de yazamıyorum.
Ne kafiye tutuyor, ne hece uyumu.
Benzetmelerim de bir boka benzemiyor
Kime ne rahatsızlık veriyorsa onu söylüyorlar.
Kimseye dokunmayan bir yılan olmak istiyorum.
Derdim uzun ömür filan değil.
Kimse kuyruğuma basmasın, vallahi çok canım acıyor.
Soğuk diyorum, üstünü kalın giy diyorlar.
Kimse sarılmıyor ama, senin gibi.
Yoruldum ben iyiden iyiye.
Kimseden bir yardım beklediğim yokta.
En azından uykuya söyleseniz de, birazcık gözüme girse.
Neyse, yine çenem düştü, özür dilerim, senin de uykundan çaldığım için.
Sarhoş olasım var bugün. Ayık kafayla çekilmiyor, harabelerde harap olmuş bunca şarapla sarhoş. Bitik gecelerde yenik köfteler, ezik ruhları beslemeye yetmiyor. Sabahakarşı kafayı çekip çekip, yakasım var sokakları. Bağıra bağıra içsem şarkıları, söylesem sigaraları. Bir bir yansa ışıklar, el ele tutuşsa, itfaiyelerde mahsur kalanları, ağaca çıkan kediler kurtarsa. Bir şeyler düzelir mi acaba bu şehirde. “Açılın ben hastayım” diye bağırsam okulda, suni de olsa bir teneffüs zili çalar mı kulaklarımda?
3 kul hürse, 1 el hemen vurur enselerine. Yasak kardeşim işte anlayın sizde halden. Allah’ın ve devletin yasakladığı işlerden kaçınırken kendimi böceğe dönüşmüş buldum. Sonra ilaçladılar zaten. Çocukken bir aşı yaptılardı, kızamık. Kızamıyorum bile artık. Ruhuma zayıflatılmış bir virüs olarak verdiler seni. Hepimizin ortak bağı, şıklığı güçlendirmek için moda diye bir şey icat ettiler. Bir türlü ayak uyduramadım. Kaldıramadı vücudum bak, yuvarladım lafları yine.
Ne diyoruz biz, ne yiyoruz, ne saçmalıyoruz Müzeyyen. Cevaplar sorulara hamile, ultrasonda gördüm. Nurtopu gibi bir anlamsızlığımız olacak.
Çalıntı araçlardan çıkma parçalarla yaptım kendimi. Furkankeştayn’lığa oynuyorum. Aynı yere iki kez çaktı şimşek, can buldum. Pasta-cila-kaportacı Metin abiyle konuştum, elinde çok iş varmış ama beni de araya sıkıştırabilirmiş. Tak etti canıma araya sıkışmak, rahat rahat oturup kalkamaz oldum. Kalabalığa düşmüş hindi çaresizliğindeyim. Canım sıkılıyor. Sensiz uyumaktan bitap düştüm, gel de kaldır beni hadi. Sensin sendeki kastım, alın artık şu lafı üstüne. Görmezdeysen gel, gelemiyorsan ben görmeze geleyim, beraber görmezden gelelim.
Bağışlanmam gerek. Belki bir iki kişinin derdine dert olurum ama bu organları ben hiç hak etmedim. Hepsini bağışla lütfen. Özellikle de kalbimi. Alan olmazsa eğer seyiple gitsin. Seninle barınamadıktan sonra uyutsanız da fark etmez.
Beklemem gerek diyor benden içerdeki bir ben. Başka da tek laf etmiyor. Bir başka ben de vakit geldi diyor. Bas uçlu kaleme veya çek tetiği diyor. Diğeri tatsız bir yolculuk telaşında, valiz hazırlıyor. Başköşede oturmuş sessizce zikir çekiyor biri, elinde uzay taşlı tesbih. Her kafadan bir ses geliyor, kendi içimde azınlık durumunda hissediyorum.
Elimde urgan ipi, bir sehpanın üzerinde duruyorum. Düğümü atayım derken kör oluyorum, düğüm zaten kör. Sehpa dengesini kaybedip düşse adalet yerini bulacak. Ağlayasım vardı, o da kaçtı korkudan. Seyretmek için en ön sıradan bir yer buldu kendine. Elinde patlamış mısır, 3 boyut gözlüğünü takıyor. Hayata son bir el ve daha düşmeden sehpa: Gülüyorum sonunda. Keyifle ve hüzünle, mutlulukla ve acıyla, huzurla ve kederle, kahkahayla ve sessizce, içten ve sahte, ilk ve son defa; gülüyorum, elveda.
Başlamak bazen daha önce hiç olmayana girişmektir. Bazen de ama, yenidendir başlamak. Öncesi olan bir şeydir bazen, işte buna da biz, dönüş deriz. Başlamak içinde çok şey barındırır, misal olarak cesareti verebilirim.
Matematiğin en korkunç üç sembolünden biri; 0’dır. Yutan eleman diye adı çıkmıştır bir kez, işte insan da başlamadan önce tam olarak 0’ın içindedir. Ondan korkar, kaçarız ama durabileceğimiz en uzak nokta onun tam merkezidir. 0’ın midesinde ki 100 milyarlık kalabalığız ve bu bizi edercesine korkutuyor. işte başlamak, o ilk adımıdır, sınırdan ilk burnumuzu uzatışımızdır. Ve bu bizi matematiğin ikinci en korkunç sembolü olan 1’e getirir. Burası 0’ın karanlığından fark∞∞∞∞∞∞∞∞u kadar yalın, bu kadar sadedir; başka çaresi olmadığı için. Burası insana sonsuz sessizliğin içinde, huzurlu bir yaşam gibi gelir, fakat işin özü bunun tam aksi. 1 olmak insana iki yol sunar; ya korkup tekrar 0’a saklanırsın, ya da gittiğin istikamette yola devam edersin. Bu zamana kadar kimse 1’e varmış ve burada ebediyen kalmamıştır. Yola devam etmek matematik aleminin üçüncü ve en korkunç simgesine götürür bizi; ∞‘luğa Burası öylesi bir yerdir ki, bilinmezliğin cazibesi kör eder gözleri. Kör olan gözler, bilmeden yürümeye başlar ∞‘luğa doğru. Ona kavuşma arzusuna kapılırlar, yürekleri onun o gölgeli gülüşüyle mest olur. Düşünmek, hissetmek, yaşamak, her bir adımla daha bir anlam kazanır onlar için ama ne yazık ki artık nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmeyen gözler boş bakıyordur dünyaya.
Bu gaflet uykusundan uyanıp, 0’ın o uçsuz bucaksız surlarında turladığını görmek “dönüş” oluyor tam olarak. Kırılmış aynadan kendine bakan bu insanlar için durgun bir su birikintisi bulmak, dönüş. Yüksekliği ölçmek için bırakırken bedenini 0’ın kenarından aşağı, oturup saniye tutmak ruhunla dönmek dediğim şey. Bu defter de benim düşüş süremi tutarken aklımdan geçenler…
Aç parantez; ye şaplağı, yaşamaya başla. Aç parantez; gör anne babayı, tat sevgiyi. Aç parantez; ağla, acık, doldur altını. Aç parantez; dinle ve konuşmayı öğren. Aç parantez; emekle, yürü, koşanlara yetiş. Aç parantez; ye yemeğini, sor aklındakini, al cevabını, sus otur sonra. Aç parantez; tanış kelimelerle, okumayı sök, ezberle yazılanları. Aç parantez; izle insanları, ayak uydur düzene ve katıl sağ kulvardan yarışa. Aç parantez; oku yazılmış şiirleri, taklit et senden önceki aşkları ve diz dizelerini.
Hayat sağa bakan parantezlerden ibaret. Suya atılmış taş misali, iç içe geçmiş halkalar. Her bir insanın özenle veyahut yanlışlıkla açtığı parantezler, her bir anın kendi tek yönlü eğik çizgisi. Aç parantez; yalnızlığı, çaresizliği ve kelimelerin anlamsızlığını hisset. Aç parantez; depremleri, yangınları, katliamları, intiharları, ölümcül hastalıkları ve bilhassa yaşadığın dünyanın karanlığına tanık ol. Aç parantez; doğan güneşi, batan ayı, geçen günü, eksilen ve kalan ömrü tek nefeste kucakla. Aç parantez; lezzetli yemekler ye, zaten bilineni yeniden keşfet, güzel insanların içindeki kötülüğü bilmeden tanı, bir de mümkünse eğer; düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Yaşam bir parantez paradoksundan ibaret. Bildiğimiz, tanıdığımız, gördüğümüz, yaşadığımız, tükettiğimiz, ürettiğimiz, sahiplendiğimiz, kirlettiğimiz, inandığımız ve inkar ettiğimiz her bir insan, her bir yer, her bir şey, her bir an ve zaman bir öncekinin içine gömülmüş bir oval çubuk sadece. ister inanın ister inanmayın ama, film şeridine benzetilmiş ömür denilen nane; bir iki satırlık parantez dizisi, o kadar. Aç parantez; doğ ve hayatta kal. Aç parantez; hisset ve doldur sayfaları kelimelerinle. Aç parantez; bitir defteri, dür ve sok kolunun altına. Aç parantez; öl ve başlasın çalmaya; gidiyorum elveda. Kapa parantez.