bu devirde hala cinlere, perilere inanan kadın - kız oldukça bu hocalar daha çoook yolunu bulur. ama belkide inanmak işlerine geliyor, bahane bunlar... sonra mağdureyi oynamalar falan...
Pratik zekası sayesinde yolunu bulan hocadır. Fakat bu yollar tekin yollar değildir. Çünkü günün birinde o cinler tarafından becerilme ihtimalide vardır.
gözlerindeki mutlu iğfaller kanıyor
gözyaşlarımla yıkanmış temiz sahifeler misali,
fahişe düşmüş beş züyuf etmez emsalleri
ve ter değmemiş mibzer elleri,
adı konulmamış bir miğfer kusar şehveti öfkeli geceler
ve tanrıya inat gülümseyen sahabeler fısıldar;
mütemadi mahşerden de umutsuz en güzel yarınlar...
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
körpe bir günün, yekpare kaldırımlarında usulca ilerliyordum. yeknesak mutluluğum yine üzerimdeydi.
yolda karşılaştığım her renkten insan, kusursuz bir vitrayı anımsatıyordu. bu varoş caddesinde neler yoktu ki...
su ile temas etmiş magnezyum sülfat ile lobları patlatılmaya müsait oğlanlar, lenf sistemlerinin durması için çeşitli dualar etmekten kendimi alamadığım bayan kadınlar, halen karbon salınımı yapan ve de kahkaha atmama vesile olan çağın gerisinde kalmış son derece yersiz taşıtlar... bu çeşitli detaylara kahkaha atarken, tam da bu sırada omzuma bir krepon kağıdı gibi yapışıp yere kapaklanan bir kadın tüm günümün gidişatını değiştirmişti.
şaşırmıştım...
omzuma sirayet eden bu dişisel temas neticesinde irkilmiştim.
kadın ise hala yerde uzanıyordu. yere düşen bu çelimsiz kadını daha fazla korkutmadan, son derece nazik ve düşünceli bir şekilde yüzüne tekme atarak seslendim:
- merhaba, ben pembe tolga. hanımefendi lütfen merakımı mazur görünüz, sormadan edemeyeceğim: bu sıcak ve ziyadesiyle ölümcül havada bir kısrak misali koşmanıza vesile olan şey nedir acaba? sanıyorum ki klimatolojiden nasibinizi almamış olmalısınız. yaşamı sevmemek büyük bir vefasızlıktır efendim. (bu sırada yerden aldığım kaldırım taşını sol kulağına fırlattım).
kadın korku dolu gözlerini bir hançer gibi üzerime yöneltti. bu korku dolu gözlere şahsımın vesile olduğunu sanıyordum. ama ne yazık ki yanılıyordum...
naif ve ürkek bir sesle yanıtladı kadın:
+ şu.. şurada. (korku içerisinde, baş parmağıyla karşı caddeyi işaret ediyordu).
yerde yatan bu dişisel, ve halen daha yaşamalarına hangi yasalarca izin verildiğine anlam veremediğim, en azından yılda birkaç defa içgüdüsel serzenişlerimizi giderebilmek adına avlamamıza olanak sağlanması gereken, çeşitli rivayetlere göre tanrının bile yanlışlıkla yaratmış bulunduğu, son derece biyolojik hata ürünü olan, ve "kadın" diye nitelendirilen bu canlılara ait olan çelimsiz timsale bir tekme daha atıp, eliyle işaret ettiği yere doğru pembesel deparlarımı toplum içine empoze etmek suretiyle özgür bıraktım.
kadının gösterdiği yere koşarak vardığımda adeta hayalarımdan vurulmuşa dönmüştüm...
bembeyaz devasal bir çadır, ve girişinde yüzlerce metre kuyruk oluşturmuş kadınsal canlılar. "keşke şu an bir intihar komandosu gaydaşım olsaydı..." diye dramatik bir şekilde hayıflandım.
bir süre olan biteni anlamaya çalışsam da, uzaktan konuya vakıf olmam güç görünüyordu.
yerden edindiğim çivili bir tahta parçasıyla kadınları kovalayıp, çadır kuyruğundan bir süre de olsa uzaklaştırdım.
ardından dikkatli, ve bir o kadar da pembe bir şekilde çadırdan içeriye girdim.
içeriye girdiğimde adeta rengim atmıştı...
tanrım bu nasıl elim bir tablo, bu ne berdevam bir rezalet, bu hangi akla hizmet bir garez?..
önce kusmamak için gözlerimi kapadım. fakat dimağıma akseden bu lanet görüntünden kurtulmanın bir yolu yoktu...
beyaz takkeli bir hoca, hemen önünde orta yaşlarda, kadın olduğu her yerinden belli olan bir bayan, ve kadere gülümsermişçesine sallanan hocanın penisi... çadıra girdiğimi fark ettikleri anda, kadın hocanın pipisini tutmayı bırakıp korkuyla ayağa kalktı.
kadının yüzünde tasvir edilemez bir ibret vardı. hayatımda böyle bir beyaz canlı görmemiştim. doğrusunu söylemek gerekirse bahçemde beslediğim bayaz münir'im (köpekbalığım) bile bu kadının yanında afrikalı bir maden işçisinden farksız kalmazdı. daha fazla dayanamadan seslendim:
- merhabalar, ben pembe tolga. hoca efendi, acaba bu cinsi latif ile ne yapmaktasınız? her gördüğümde ruhumda gafil bir Jenosit beliren bu ırka karşı sizi bu kadar duyarlı kılan nedir? lütfen cevap veriniz hocakettom... zira kusmamak için irademle büyük bir savaş içerisindeyim.
+ gel içeri evlat. bu kadının azaplarına son veriyorum. o'nu cinimle tanıştırıyorum. ve cinimin kendini göstermesi için yalnızca bir yol var; küçük hoca efendiyi avuçlamak. bak gördüğün gibi bu kadıncağız şu an cinimle konuşuyor. gel sen de dokun, sen de tanış.
bir süre hoca efendinin emektar pipisini izledim. bir yandan da cinle muhabbet ettiği iddia edilen kadını izliyordum.
ardından merakla hoca efendiye seslendim:
- samimiyetinize güvenerek bir şey öğrenmek istiyorum efendim. acaba cininiz şu an çadırın neresinde iştirak etmekte?
+ hemen sol omzumda evlat.
kahkahalar eşliğinde, arka cebimden çıkardığım 4.000 tl'yi derhal hocanın sol omzuna doğru çarptım.
akabinde omzumda beliren ağırlıkla bir anda kendimi yerde buldum. kadın omzuma bakarak, feryatlar içerisinde dışarıya kaçtı.
şaşırmıştım.
hoca ise elindeki asasıyla birlikte, omzuma doğru bakarak ve gözlerini kırpmadan titriyordu...
merak içinde başımı omzuma çevirdiğimde;
tövbe estağfurullah... sol omzumda yeşil ve bir o kadar da hulk'un akraba evliliği neticesinde dünyaya nail olmuş üvey evladı gibi duran, bir karış ebatlarında, tüm yeşilliğine nazaran keltoş kafasıyla sevimli bir hal takınan, büyük gözlü bir mahlukat omzumda az önce fırlattığım 4.000 tl'yi sayarak gülümsüyordu.
bir süre konuşmadan, olan bitenin mantığını sorgulamaya başladım.
korkmuştum... bu nasıl olabilirdi?..
endişeli olduğumu gören duyarlı minik cin, usulca yanaklarıma öpücük kondurup, akabinde hocaya dil çıkardı.
bastım kahkahayı...
cinin altındaki beze bakacak olursak bu bir bebek cindi. hafif minik burnu ve üzerindeki yırtık pelerinlere göre de; bu orta gelirli bir cin ailesinin bakamadıkları için terk etmek zorunda kaldıkları yavru cinleriydi...
bir an için gözlerim doldu.
ardından pembe tanrıma avuçlarımı açıp şükrettim: tanrım ne güzel bir düzen yaratmışsın böyle... hiç de izafi olmayan ketum tarzın, en umutsuz anlarımızda bizi müteessir eylemekten alıkoyan ilahi jestlerin, ve şimdi de bu: farklı boyutları bile açan paranın gücü...
yeşil bebek cin artık benim himayemdeydi. cinime, yıllarca onu köle gibi kullanan, ve sırf libidosu için onu bir maşadan farksız görmeyen eski sahibinden intikamını almasını söyledim. sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi, seri bir şekilde omzumdan inip bir anda yeşil bir ata dönüşerek hocayı becermeye başladı.
ben de bir yandan kahkahalar atıyor, diğer yandan da alkışlarımla bu yeşil ata tempo tutuyordum.
cinimin işi bitince yeniden bebeksi ve yanakları sıkmalık haline dönüşerek omzuma kondu.
kulağına ezanla birlikte yeni ismini fısıldadım: adı artık yeşil halis'ti...
o artık benim minik bebek cinimdi. ilahi bir hediyeydi o, en renksiz günümü yeşile çeviren uhrevi bir işaretti.
hoca kanlar içinde yerde yatarken, çadırın dışında bekleyen kadınsal canlıları yeşil halis ile doyasıya korkutup eğlendik.
ve artık yuvamıza dönüyorduk.
halis gülümsüyordu pembe yüreğime,
yüreğim de ona karşılık veriyordu üstelik...
tanrım ne güzel bir gün bu. mutluluk göz yaşlarım mübalağa bir huzurun habercisiydi sanki...
gözlerindeki mutlu iğfaller kanıyor
gözyaşlarımla yıkanmış temiz sahifeler misali,
fahişe düşmüş beş züyuf etmez emsalleri
ve ter değmemiş mibzer elleri,
adı konulmamış bir miğfer kusar şehveti öfkeli geceler
ve tanrıya inat gülümseyen sahabeler fısıldar;
mütemadi mahşerden de umutsuz en güzel yarınlar...