bugün

al işte sana yaşam hakkında en güzel tavsiye;

"hayatta kimseyi değiştiremezsin.
ve kimse için değişmemelisin..
ne sen başkası için mecburi istikametsin;
ne de başkası senin için.
yorma kendini;
bırak hayatına eşlik etmek isteyenler seninle gelsin."

üstad c.b.
Yazar olarak tanımlanamayacak kadar aşmıştır. "ben kendi bitinin derdine düşmüş bir maymun misali şerefsizce kendi ölümünün derdindeyken, dünyanın üçte biri açlıktan ölüyor"
Kısacası candır.
evime gelme ama eğer gelirsen...
evet tabii, dışarda değilsem evdeyimdir
ışık yanmıyorsa
yada sesler duyarsan
kapımı çalma,
proust okuyor olabilirim
biri kapımın altından proust bırakmışsa
yada güvecim için kemiklerinden birini,
borç para veremem,
telefonumu
veya kendimden geriye kalanı kullanamazsın


ama dünkü gazeteyi
eski bir gömleğimi yada sosisli bir sandviçimi
alabilirsin
yada gece çığlık atma huyun yoksa
kanepede uyuyabilirsin
ve kendini anlatabilirsin
gayet normal bu;
hepimiz sıkıntı çekiyoruz
ancak ben
ünverstde okutacağım bir aileye bakmaya
yada ev arazisi almaya çalışmıyorum,
gözüm yükseklerde değil
birazcık daha hayatta kalmaya uğraşıyorum,
onun için bazen kapımı çalarsan da açmazsam
ve içerde bir kadın yoksa
belki çenemi kırmış
bağlayacak tel arıyorumdur
ya da duvar kağıdımdaki kelebekleri
kovalıyorumdur, yani kapıyı açmazsam
açmam, ve nedeni
henüz seni öldürmeye,
sevmeye, yada kabullenmeye hazır olmamamdır,
demek ki konuşmak istemiyorum
meşgulüm, çıldırmışım, keyifliyim
veya belki bir ip hazırlıyorum;
onun için ışık açıksa bile
eğer nefes alıp verildiğini, dua veya şarkı söylendiğini
radyonun veya atılan zarların
veya klavyenin sesini duyarsan
uzaklaş, sebep gün değil
gece değil, saat değil;
kabalıktan gelen cehalet değil,
hiçbir şeyi incitmek istemem, böcekleri bile
ama bazen ayırt etmesi zor
bir takım duygular sezinliyorum
ve mavi gözlerin, maviyseler eğer
ve varsa eğer saçların,
ve kafan-içeri giremezler
taki ip kesilene yada düğümlenene dek
yada ben yeni aynalarda
traş olana dek, taki dünya
durana dek yada ebediyen açılana dek.
mutlaka biri vardır öteki odada
duvarın arkasından dinleyen.
mutlaka biri vardır öteki odada
onsuz ne yaptığını
merak eden.
mutlaka biri vardır öteki odada
kendini yalnız hissettiğinden korkan.
mutlaka biri vardır öteki odada
başkasını düşündüğünü
ya da odada tek başına kendinden
başka hiç kimseyi düşünmediğini düşünen.
mutlaka biri vardır öteki odada
seni artık eskisi kadar sevmeyen.
mutlaka biri vardır öteki odada
yere bir şey düşürdüğünde
ya da öksürdüğünde öfkelenen.
mutlaka biri vardır öteki odada
kitap okuyormuş gibi yapan.
mutlaka biri vardır öteki odada
saatlerce telefonla konuşan.
mutlaka biri vardır öteki odada
ve sen kim olduğunu tam olarak hatırlamazsın ve şaşırırsın
ses çıkardığında ya da holün sonundaki
banyoya gittiğinde.

ama her zaman biri yoktur öteki odada
çünkü
bazen öteki oda yoktur.
ve yoksa
bazen burada da hiç kimse
olmaz.
http://twitter.com/#!/bukowsiki bu hesap bu sevgi kelebekleriyle büyür büyür büyür...
charles bukowskinin çocukluğuna dair ve edebiyata dair söyledikleri, charles bukowski gibi birinin nasıl bir mentaliteye sahip olduğunun kaynağını belirtir. bu yüzden üstad olmuştur.

ailenin katkıları her başarılı insanın arkasında duran yadsınamaz bir gerçektir.

http://www.facebook.com/v...deo.php?v=157979594226869
Biçimci yazarların anlatmaya çalıştıklarını anlatırken kendi kitaplarında kaybolmalarına karşın , anlatmak istedikleri lafını esirgemeden iletebilen yazardır.
"Zordur benimle yürümek. Bunu, benimle yola çıkanlar bilir, hepsi yarı yolda gittiler. Suç kimde . Ben zoru seviyorum, onlar sevmiyor. Yapacak bir şey yok. Suçum var mı? Tabi ki var. Zor yola, kolay kişilerle çıkmak en büyük hatam" şeklinde beni tanımlayan güzide insan...
Okudukça rahatlarım.

Gözyaşlarına dayanamam
ayağını kıran kazın etrafında
beş-altı yüz tane salak birikmişti
nöbetçi yaklaşıp
silahını çektiğinde
ne yapılacağına
karar vermeye çalışıyorlardı
ve konu kapandı
kulübesinden çıkıp
ev hayvanını öldürdüğünü iddia eden
bir kadın dışında
fakat nöbetçi kayışını ovuşturup
kıçımı öp
dedi kadına,
gidip başkana şikayet et;
kadın ağlıyordu
ben de gözyaşlarına hiç dayanamam.

Çadırımı katladım
ve yolun aşağısına gittim:
piçler
manzaramı bozmuştu.
--spoiler--
70 yaşından sonra parayı vurup, şiirlerini havuzda yazmaya başladığında tabii ki yeraltı edebiyatının bir parçası değildi artık.

--spoiler--

şenol erdoğan.
c. bukowski'den w. packard'a ;
Bence halkın şiir ve sanata yaklaşımından endişe duymalıyız asıl. Ne olduğu konusunda hiçbir fikirleri olmamasına rağmen canı çeken herkesin yapabileceği bir şey olduğunu sanıyorlar. Öyle hissediyorlar Jill ve Boby kolejden mezun olduktan ve evin borcu ödendikten sonra onlar da yapacaklardır. Birçoğu kendilerini sanatçı olarak görür zaten. Oo, Boby resim yapar, Jill yazar... Bunlar sanat kursuna filan da gitmiş olabilir. işlerine kan katmayı götü yemez bunların, delilikle kumar oynamazlar, işlerini gerçekleştirmek için açlık çekmeyi göze almazlar. Sanat öyle bir şey değildir onlar için. Ünlenmek isterler, ama rahatlarından ve güvenceden feragat etmeden. Sanatçı oldukları iddiasıyla ortalıkta dolanıp ünlenmeyi beklerler. Bu arada sekiz saatlik bir işte çalışıp duvarları yıkmaya çalışmaktansa akrabaların yardımıyla hayatta kalırlar. Yumuşak ve geniş bir şeydir sanat onlar için, temiz pak. fransız, Alman ve özellikle ingiliz aksanıyla konuşan güzel insanlar tarafından yapıldığını sanırlar. Bir otobüs şoförünün ya da aşçının ya da çiftçinin de sanat yapabileceği akıllarının köşesinden bile geçmez. Nereden geldiği hakkında en ufak bir fikirleri bile yok. Acıdan gelir, lanetlenmekten gelir, olanaksızlıktan gelir. Ruhun karnına indirilen bir yumruktur sanat. Yanmaktan gelir, dağlanmaktan gelir, şiddetten gelir. Ölümün ortasında fazlasıyla hayatta olmaktan gelir. Yeni ve korkunç yerlerden gelir... Eski ve korkunç yerlerden gelir...

Allah hepsinin belasını versin! Onlar hakkında konuşarak zamanımızı harcıyoruz! Ve onlarla konuşarak... Kaynağa inelim, hala oradaysa, çünkü o da olmasa bunlar gerçekten canavar kesilebilirler! Hem de nasıl...
Hayat hikayesi acayip canlı olan bir yazardır. Günün her saati bira tüketebilen kadınlara zaafı olan bir morukur. Candır bukowski.
hiç bir kesime ya da bireye yaranma ya da hoş görünme derdi olmadan sadece içinden geldiği gibi yazan ve bunu yaparken de çoğu kişiden daha çok yaratıcı olmayı başarabilen yazardır.
"gerçek kadınlar ruhunuzu ele geçirmek isterler o yüzden ben orospuları tercih ettim" tespitiyle beni yerlebir eden yazar.

alkışlar senin için reyiz.
shakespeare sevmeyen adamdır, bundandır ki çok samimi bulurum yazılarını.
ve şöyle de bir şey de söylemiş babamızdır; gittiğinde ağlarsın, şarkılarda, filmlerde, ona-buna, her şeye ağlarsın. aklın başına gelince de boşa harcadığın zamana ağlarsın.
ortalama insanda; herhangi bir günde, herhangi bir orduya yetecek kadar ihanet, nefret, şiddet ve saçmalık vardır...
o yüzden ortalama erkekten ve ortalama kadından sakının;
kendileri tam sevemedikleri için, senin sevginin eksik olduğuna inanırlar.
bu adamı seviyorum her ne kadar çok feci alkolik olsada bir sözü bile hayatımdaki önemli insanlardan biri olmasına yetmiş yazar çok derin düşüncelerin adamı olmayan yerlerden çok farklı görüşler çıkartabiliyor hem zaten yazar olmak da hayata daha farklı bakmak değil midir ki diye düşünmek gerekir.

hayatın karmaşası içerinde her zaman aklıma gelir;

--spoiler--
mutluluğu yakalamışsan sorgulama.
--spoiler--
--spoiler--
Yaşamayı öğrenmek için birkaç defa ölmek gerek...
--spoiler--
notes of a dirty old man kitabından;

new orleans. fransız mahallesi. bir kaldırımdayım ve duvara yaslanmış bir sarhoşu seyrediyorum. sarhoş ağlıyor ve italyan ona "fransız mısın?" diye soruyor. ve sarhoş, "evet, fransızım" diyor ve italyan yüzünün ortasına öyle bir yumruk çakıyor ki fransız başını duvara çarpıyor, sonra yine soruyor italyan; "fransız mısın?" kurbağa yine evet diyor ve bir yumruk daha yiyor. arada italyan, "ben dostunum, dostunum ben, sana yardım etmeye çalışıyorum, anlıyorsun değil mi?" diyor ve fransız "evet" deyince bir tane daha çakıyor. arabasının tavanına astığı el fenerinin ışığında sakal traşı olan bir italyan daha. gecenin ortasında köpüklü suratı ve elindeki ustura ile abuk bir görünümü var. duvar dibinde olup bitenlere tamamen kayıtsız. fransız, italyan' dan kurtulup arabanın kulbuna yapışıyor ve "imdat!" diye bağırıyor. italyan arkadan yetişip fransız' a bir yumruk daha çakıyor; "ben dostunum...dostunum!". ve fransız arabanın üstüne kapaklanıp arabanın sarsılmasına ve anladığım kadarı ile içerde sakal traşı olan öbür italyan'ın yüzünü kesmesine neden oluyor. italyan sabunlu yüzü ile arabadan dışarı fırlıyor, yüzündeki kan çizgisi sabunların arasından uzuyor, "seni orospu çocuğu" diye küfrederek elindeki usturayla fransız'ın yüzünü doğramaya başlıyor. fransız korunmak için ellerini yüzüne kaldırınca usturayı ellerine de sallıyor: "orospu çocuğu! orospu çocuğu!"

kentte ikinci gecem ve dayanılacak gibi değil. kendimi bir bara atıp oturuyorum. yanımdaki bana dönüp, "fransız mısın yoksa italyan mı?" diye soruyor. "aslına bakarsan çin'de doğdum, babam misyonerdi, ben çok küçükken bir kaplana yem oldu" diyorum.

tam o sırada arkamda biri keman çalmaya başlayınca başka soru sormuyor, biramı yudumluyorum. keman bir süre için susuyor, öbür yanıma bir başkası oturuyor. "adım sunderson. senin bir işe ihtiyacın var galiba" diyor.

"paraya ihtiyacım var. iş delisi değilim" diyorum.

"şu oturduğun taburede birkaç saat daha oturduğunu farzet, iş o kadar kolay."

"elime ne geçecek?"

"haftada on sekiz dolar, ama ellerini kasadan uzak tutacaksın."

"bana nasıl engel olabilirsin?"

"haftada on sekiz dolar alan başka birinin gözleri üstünde olacak."

"fransız mısın?"

"sunderson. iskoç-ingliz. winston churchill ile uzaktan akraba oluruz."

"sende bir tuhaflık sezmiştim."

---

aynı taksi şirketi için çalışan taksicilerin depolarını doldurmaya geldikleri bir benzinlikti. benzini doldurur, parayı alıp kasaya koyardım. gecenin büyük bir bölümünü iskemleye oturarak geçiriyordum. patlak lastiklerini değiştirmemi isteyen birkaç şoförle tartışmamı saymazsak ilk iki-üç gece iyi geçmişti. italyan bir oğlan patronu arayıp orada hiçbir şey yapılmadığını söylemiş, bağırıp çağırmıştı ama ben neden orada olduğumu biliyordum -paraya göz kulak olmak için. ihtiyar bana silahın yerini ve nasıl kullanılacağını göstermişti. ''şoförlerin benzin ve yağ ücretlerini ödediklerinden de emin ol'' demişti. ama haftada 18 dolara parasının bekçiliğini yapmak gibi bir niyetim yoktu, sunderson'ın yanıldığı nokta buydu. parayı kendim de yürütebilirdim ama birileri kafama çalmanın yanlış olduğu gibi aptalca bir fikir sokmuştu ve ben bu arada ön yargılarımı aşmaya, değiştirmeye, karşı gelmeye ya da kabullenmeye çalışıyordum. bilirsiniz işte...

dördüncü gece ufak tefek zenci bir kız belirdi kapıda, öylece durup gülümsedi bana. üç dakika kadar bakışmış olmalıydık. sonra "n'aber?" diye sordu. "benim adım elsie".
"haberler pek iyi sayılmaz, benimki de hank". içeri girip eski bir masaya yaslandı, küçük kız elbisesi vardı üstünde. edası ve gözlerindeki oyun isteği de küçük bir kızı andırıyordu, ama kadındı. kahverengi, temiz bir küçük kız elbisesinin içinde nabız gibi atan mucizevi, elektrik bir kadın.

"bir meşrubat alabilir miyim?"

"tabi"

parayı verdi. dolabın kapağını açışını seyrettim. uzun bir kararsızlıktan sonra bir şişe seçti, küçük bir tabureye oturdu ve onun meşrubatı içişini, elektrik ışığının altında şişenin içinden geçen hava kabarcıklarını seyrettim. vücuduna, bacaklarına baktım ve kahverengi şefkati içimi kapladı. haftada 18 dolar için her gece o iskemlede oturmak insanın yalnızlık hissini körüklüyordu. boş şişeyi verdi.

"teşekkür ederim"

"bir şey değil"

"yarın gece kız arkadaşlarımı da getirebilir miyim?"

"birazcık sana benziyorlarsa hepsini getirebilirsin tatlım"

"hepsi bana benzer"

"hepsini getir öyleyse"

ertesi gece üç-dört kız arkadaşıyla geldi. konuşuyor, gülüyor, meşrubat içiyorlardı. tanrım, ne kadar hoştular; genç, hayat dolu zenci kızlar. her şey gülünçtü, her şey güzeldi. gerçekten öyleydi, öyle hissediyordum. ertesi gece sekiz-on kız, bir sonraki gece de on üç-on dört. cin ve viski getiriyor, içtikleri meşrubatlara katıyorlardı. ben kendi içkimi getiriyordum. ilk gelen kız en güzelleriydi. elsie. kucağıma oturup bir çığlık atardı: "hey, tanrı aşkına, bu olta kamışıyla bağirsaklarimi deleceksin!". öfkelenmiş gibi yapardı sonra, gerçekten kızmış gibi. öbür kızlar gülerdi. ve ben şaşkın, sırıtkan, mutlu, öylece dururdum. benim için fazlaydılar, ama iyi bir gösteriydi. şoförlerden biri korna çaldığında öfkeli bir şekilde ayağa kalkar, içkimi bitirdikten sonra silahı elsie' ye verir, "elsie, hayatım, sen şu lanet kasayı gözet, kızlardan biri davranmaya kalkarsa benim için bacaklarının arasına bir delik aç, olur mu?" derdim.

ve elsie'yi elinde kocaman silahla bırakıp dışarı çıkardım. tuhaf bir ikiliydiler. elsie ve silah. olayların gidişatına göre bir adamı öldürebilir ya da hayatını kurtarabilirlerdi. erkek, kadın ve tarih. ve ben dışarı çıkıp benzini koyardım.

sonra bir gece italyan taksicilerden biri, pinelli, meşrubat içmek için içeri girdi. adını severdim ama ondan hiç hazzetmezdim. patlak lastikleri değiştirmediğim için en fazla tantanayı o yapmıştı. italyanlarla bir meselem yoktur, ama kente geldiğimden beri başıma gelen talihsizliklerin altından sürekli italyanların çıkması da dikkat çekiciydi doğrusu. irkçılıkla ilgisi olmadığını biliyordum. matematikseldi daha çok. frisco' da yaşlı bir italyan kadının hayatımı kurtardığım söylemek çok yanlış olmaz mesela, ama o başka bir öykü. sinsi sinsi girdi içeri pinelli. bir sansar gibi. kızlar her yere dağılmış konuşuyor, içiyor, gülüyorlardı. pinelli meşrubat dolabına gidip dolabın kapağını açtı.

"allah kahretsin, meşrubat kalmamış ve ben susadım! kim bitirdi meşrubatları?"

"ben" dedim.

çıt çıkmıyordu. kızların hepsi bizi izliyorlardı. elsie yanı başımda durmuş, gözlerini pinelli'den ayırmıyordu. fazla uzun ve derin bakmazsan yakışıklı sayılırdı pinelli; kartal burun, siyah parlak saçlar, prusya subayı havası, daracık bir pantolon, oğlan çocuğu öfkesi.

"meşrubatı bu kizlar bitiriyor ve bu kızlar burada olmamalı. meşrubat şoförlere aittir!"

sonra bana iyice yaklaşıp öylece durdu, bacaklarını sıçmak üzere olan bir tavuk gibi açmıştı.

"bu kizlarin kim olduklarını biliyor musun, hıyar?"

"evet, benim arkadaşlarım"

"bilemedin dostum! fahişe bunlar! caddenin öbür yanindaki genelevde çalışıyorlar. anladın mı? fahişe bunlar!"

kimse tek kelime etmedi. hepimiz italyan'a bakıyorduk oturduğumuz yerden. uzun süre kesiştik, sonra dönüp dışarı çıktı. gecenin gerisi tatsız geçti. elsie kaygılandırıyordu beni. silah ondaydı. silahı ondan aldım.

"o orospu çocuğuna yeni bir göbek deliği açmama ramak kaldı" dedi. "onun anası fahişe!"

sonra, birden ortalık boşaldı. oturup içtim. sonra kalkıp kasayı açtım, para tamamdı.
sabah beş sularında ihtiyar geldi.

"bukowski?"

"efendim, bay sunderson"

"sana yol vermek zorundayım" (aşina sözler)

"neden?"

"çocuklar burayı işletemediğinden şikayet ediyorlar. burada fahişeler fink atıyor, sen de onlarla oynaşıyormuşsun. göğüsleri meydanda, apışları açık dolaşıyorlarmış ve sen onları yalıyormuşsun. sabahın erken saatlerinde böyle şeyler mi oluyor burada?"

"şey, pek de öyle değil"

"neyse, güvenilir birini buluncaya kadar senin yerine ben bakacağım, burada neler döndüğünü bilmek istiyorum"

"pekala, sunderson. sirk senin"

---

iki gece sonraydı sanırım. bardan çıkmıştım. benzinliğin önünden geçmeye karar verdim. iki-üç ekip otosu vardı ortalıkta. marty' yi gördüm. anlaşabildiğim ender şoförlerden biriydi. yanına gittim.

"neler oluyor, marty?"

"sunderson'ı bıçakladılar, sonra da silahını alıp şoförlerden birini vurdular"

"tanrım, film gibi. vurulan şoför, pinelli mi?"

"evet. nasıl bildin?"

"göbeğinden mi?"

"evet, evet. nasıl bildin?"

---

sarhoştum, odama doğru yürüdüm. dolunay vardı new orleans' da. bir süre yürüdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir gözyaşı seli. sonra kesildi. yaşların yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu. odama girdiğimde ışığı yakmadım, ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp yatağa bıraktım kendimi. elsie, harikulade zenci fahişem benim. ve uyudum. her şeye sinmiş hüznün içinden uyudum. uyandığımda şimdi sırada hangi kent var diye geçirdim içimden, hangi iş? kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. iyi görünmüyordu sokaklar. genellikle görünmezler. insanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarda yaşamak ya da ölmek zorundaydınız. ama bir dostumun bir keresinde bana dediği gibi "sana hiçbir şey vaadedilmedi, sözleşmen yok". şarabımı almak için dükkana girdim.

kirli bozuklukların beklentisi ile öne doğru eğildi orospu çocuğu.
"mezar gibi bir odada
sigarasız
şarapsız
yapayalnız kalmak-
yalnızca bir ampul
ve bira göbeği,
saçlar kırlaşmış,
bir odan olduğuna memnun.
sabahleyin
herkes dışarda
para kazanmakta:
hakimler, marangozlar,
musluk tamircileri, doktorlar,
gazeteci çocuklar, polisler,
berberler, araba yıkayanlar,
dişçiler, çiçekçiler,
kadın garsonlar, ahçılar,
taksi şoförleri...

sense,
güneş
gözlerine girmesin de
sırtına vursun diye
sol tarafına dönüyorsun."

işte bu kadar iyi bir yazardır.
asla gündüz yazmam.
çıplakken sokaklarda koşmak gibi bir şey gündüz yazmak.
herkes her yerini görür.
gece sihirlidir bir sürü numara çekebilirsin...
ekmek arası adlı kitabında anlatır biraz kendini. ve seçme öykülerden oluşan kitabı götürür bi yerlere.
adam hayat hikayesini öyle bir dökmüş ki kitaba zannedersin bütün hayatı kadın ve biradan ibaret. Tabi kitap okunmaya devam edildiği taktirde yazarın üslubunun ve bakış açısının üstünlüğü kendini hemen hissettiriverir. Yaşadığı olayları bütün çıplaklığıyla hiçbir sansüre ihtiyaç duymadan kalemine dökmeyi başarabilmiş usta sanatçılardandır.
pis moruğun notları'ndan;

otur Stirkoff.

sağolun, efendim.

ayaklarını uzatabilirsin.

çok lütufkarsınız, efendim.

Stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyorsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, Stirkoff?

evet, efendim.

dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence?

hiç sanmam, efendim.

öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini kötü mü hissediyorsun?

son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. delirdiğimi düşünüyorum.

fazlaca mı içiyorsun, Stirkoff?

elbette, efendim.

çükünle oynar mısın?

sürekli, efendim.

nasıl?

anlayamadım, efendim?

yani nasıl bir yöntem uygularsın?

dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. müzik olarak da Vaughn Williams ya da Darius Milhaud yeğlerim.

cam mı?

hayır .m.

yahu vazoyu soruyorum, cam mı?

değil, efendim.

hiç evlendin mi?

birkaç kez.

evliliklerinde ters giden neydi, Stirkoff?

her şey, efendim.

hayatının en iyi sevişmesini anlat.

dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı…

tamam, tamam!

öyledir, efendim.

daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?

evet, efendim.

baban kötü bir insan mıydı?

bilmiyorum, efendim.

ne demek bilmiyorum?

yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.

benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff.

hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.

baban seni döver miydi?

sıra ile döverlerdi, efendim.

hani bir baban vardı?

herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.

seni sever miydi?

kendinin bir uzantısı olarak, evet.

sevgi başka nedir ki?

iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.

tereyağlı kızarmış ekmeğe AŞIK olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?

her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider.

bir insanı sevmek mümkün mü sence?

iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim.

sen bir korkaksın, Stirkoff.

kesinlikle, efendim.

nedir senin korkak tanımın?

bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.

peki cesur kime denir?

aslanın ne olduğunu bilmeyene.

herkes bilir aslanın ne olduğunu.

herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.

budala tanımın nedir?

zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse.

bilge diye kime denir o zaman?

bilge insan yoktur, efendim.

öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz.

özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın.

o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, Stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur.

anlıyorum, efendim. olan olmuştur.

kelleni vurdursam ne dersin?

bir şey diyemem, efendim.

demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben iRADE sense HiÇ olursun.

başka bir şey olurdum, efendim.

benim SEÇiMiM doğrultusunda.

ikimizin de, efendim.

rahat et! rahat et! uzat ayaklarını.

çok lütufkarsınız, efendim.

hayır, ikimiz de lütufkarız.

elbette, efendim.

demek delirdiğini hissediyorsun, Stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?

şiir yazarım.

şiir delilik midir?

şiir olmayan her şey deliliktir.

yani.

çirkinlik deliliktir.

çirkin nedir?

kişiye göre değişir.

delilik gerekli midir?

vardır.

gerekli midir?

bilmiyorum, efendim.

çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. bilgi nedir?

mümkün olduğunca az şey bilmektir

ne demek o?

bilmiyorum, efendim?

bir köprü inşa edebilir misin?

hayır.

silah üretebilir misin?

hayır.

ikisi de bilgi ürünüdür.

köprü köprüdür. silah da silah.

kelleni vurduracağım, Stirkoff.

sağolun, efendim.

niye?

beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim.

ben ADALET'im.

belki.

Ben ÜSTÜN'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin.

şüphesiz efendim.

ben senin efendinim, anlamıyor musun?

beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir.

zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.

sanmıyorum, efendim.

bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?

onları herkes bilir, efendim.

onları sevmez misin?

onlardan nefret etmem.

nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?

şarkıcılardan nefret edilmez.

şarkı söylemeye çalışan birinden?

Frank Sinatra.

neden?

hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.

gazete okur musun?

sadece bir gazete.

hangisi?

AÇIK KENT.

GARDiYAN! BU ADAMI iŞKENCE ODASINA GÖTÜRÜN. HEMEN iŞKENCEYE BAŞLAYIN!

efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?

evet.

vazomu yanıma alabilir miyim?

hayır, bana lazım.

efendim?

el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana biraz şey getir…

ne, efendim?

altı yumurta ile yarım kilo kıyma.

gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar teypte. bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.
''bir tek ben miyim böyle yaşayan.''
kadına, aşka, alkolizme, depresyona hasta bu adam.