Doğduğunda bir Çingene çadırına açmıştı gözlerini. Çocukluğu ve gençliği sefalet içinde geçmiş oradan oraya yersiz yurtsuz, bir fırtınanın önünde sürüklenen yaprak gibi savruluyordu. Üstelik Çingene olmayan bir kızı sevmişti. Kız da onu. Bin bir umutla dayanmışlardı kızın babasının evine; Allahın emri peygamberin kavliyle istemişlerdi; lâkin Ben Çingeneye kız vermem! sözü bir tokat gibi suratına çarpılıp kalbi darmadağın edilmişti. Çingene derlerdi adlarına, doğuştan talihsiz bir başlangıcın iyi olmayan sonlarıyla karşılaşmaktı. Nereye gitseler yurt tuttukları ellerde hep şüpheyle bakılan ve hiç sevilmeyenlerdi onlar. Yine de aldırmadan bildikleri gibi yaşıyorlardı hayatı. Çingene Hüseyin o sabah kara bir haber daha almıştı. Gönül verdiği kızın babası sevdiceğini köyün tefecisine telli duvaklı gelin etmişti.
Aynı gün radyodan hayat darbelere yapılan askeri darbe anonsu yayılıyordu.
Aziz Türk milleti işte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, iç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur
12 Eylül 1980 darbesinin haberi, Çingene Alinin radyosundan bu cümlelerle duyuluyordu. Fakat bütün bir toplumu derinden etkileyen bu haber Çingene Hüseyinin hayatını değiştirecek kadar iyi bir haberdi de. Çünkü ihtilal ile birlikte yıllardır tutunamadığı hayata tutunacak yeni bir işi olacaktı. Yeni bir iş bulacaktı: Cellâtlık.
Açlığın pençesinden idam sehpasının yanına getirilen Cellât Hüseyinin ilk kurbanları 12 Eylül döneminde asılan Erdal Eren, Mustafa Pehlivanoğlu, Levon Ekmekçiyan ve Ali Bülent Orhan olacaktı.
Üstelik her idam başına pazarlık yapıp idam edilecek kişinin durumu ve statüsüne göre ekstradan para talep ettiği bu gün ortaya çıkan idam tutanaklarına bile yansımıştır.
Bir başka cellâtta 1967 ihtilalından sonra imralıya gönderilen Adnan Menderesi idam eden cellâttır ki o cellâdı Mehmet Ali Birandın Demir Kırat belgeselinde tanıdım. imralı cezaevinin o dönem müdürlüğünü yapan kişi tarafından anlatılan bu hikâye en az idam kadar etkileyici bir trajediydi. Müdürün anlattığına göre 1961de Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idama mahkûm edildiklerinde onları asmak için cellât seçmeleri yapılmış. Asılacak kişilerin mahiyeti de göz önüne alındığında bu seçimlerin titiz yapılması ve görevini hiçbir aksaklık yaşamadan ve duygusal olarak da etkilenmeden başarıyla gerçekleştirecek kişiler olması için aday cellâtlara bir dizi psikolojik test de uygulanmış. Sonuçta bütün bu testlerden başarıyla geçen iki cellât bulunmuş. Bulununca da cezaevi müdürünün odasına getirilmişler. Müdür cellâtları karşısına alarak son bir kez emin olmak için söz konusu idamları başarıyla yapıp yapamayacaklarını sormuş. Cellâtlar Elbette yaparız! deyince gerekli belgeler imzalanmış ve cezaevi müdürü depo sorumlusunu çağırarak cellâtlara idam için istedikleri malzemeleri vermesini emretmiş. Depo sorumlusuyla cellâtlar cezaevi müdürünün odasından çıkarken içlerinden biri durmadan geriye doğru yüzü asık bir şekilde müdüre doğru bakıp duruyormuş. Derken kapıya varınca bu cellât durmuş ve sıkıntılı bir şekilde geri dönmüş. Cellâdın yüzündeki ifadeyi gören müdür Bir şeyin mi var, hayırdır? diye sorunca, Var efendim! diye cevap vermiş cellât. Ardından da imzaladığı belgeleri işaret ederek ismin yanında yazan cellât kelimesine itirazı olduğunu dile getirmiş. Müdür, Evet, siz cellât değil misiniz, elbette öyle yazacak. deyince cellât biraz durakladıktan sonra, iyi de efendim, ben öteki arkadaştan her bakımdan daha kıdemliyim. Sonuçta cellâtlık seçim testlerden başarıyla geçmiş olsa da bu onun ilk cellâtlık görevi olacak. Fakat ben zamanından börekçi Hüseyini asmıştım bu nedenle benim adımın yanına baş cellât yazmalıdır. diyerek oradan ayrılmış.