amerika'lı caz elestirmeni marshall stearns caz için su tanımı yapmıstır :
" caz, afrika - avrupa kaynaklı melodi ve ritmin, avrupa armonisi ve çalgılarıyla birlestirilmesi sonucunda dogactan calinan amerikan muzigidir"
ilk caz parcalarına ragtime denmis ve daha sonra donemlere ayrılmıstır. sırayla dixieland, chicago, swing, bebop, coll jazz, free jazz, electric jazz.
iyi bir türkü dinleyicisi olarak, türküden sonra en rahat dinleyebildiğim müzik türü diyebilirim. Özellikle bizim uzun havaların kokusuna benziyor kokusu. doğaçlama, yürekten, ruhun renginin sesi.
çok iyi bir jazz dinleyicisi değilim, ancak bütün albümlerini dinlediğim aziza mustafa zadeh'i tavsiye edebilirim jazz dinlemek isteyenlere.
ayrıca türkü-jazz karşımını denemek isteyenler için
caz,yasamin getirisi olan; kurallardan,düzenden,olmasi gerekenler bütününden uzaklasmak icin yapilmak istenen bi eylem gibi...bir adim ötesini bilmek istemezsiniz bazen,tahminler dahilinde yasamaktan, dogru zamani beklemekten sıkilmissinizdir.anlaticinin sonraki cümlesini bilmekten uzaklasmak istersiniz belki.kücük sürprizler,dokunuslar sadece ani hissettirir hani, böyle bi seyi yasamayi istemek gibidir caz.herkese, herseye aciktir, düsünmeyi ya da bilmeyi gerektirmez ama dikkat ister(keyfin katlanmasi icin). andaki müzikali hissetmenizi saglar sadece.müziktesinizdir! , müzigin sizde olma durumu yoktur.
missisipi ve new orleans a afrikadan gelen zencilerin başlattığı müzik tarzı.temelinde ritmik özgürlük yatar ve jazz cılar müzikleriyle aslında en asi ve en gönderme dolu ezgileri gönderirler anlayana.
her müzik türünde olduğu gibi çıkış noktasından farklı deneyselliğe maruz kalan müzik türü aynı zamanda.öyle ki artık klarnet bile girdi işin içine. ha kötü mü oldu dersiniz olmadı ama her önümüze çıkanın da jazz yapıyorum demesi hadi ordan be jazz yapma şimdi bize diye reflekste haklılık payı bırakıyor.
genel anlamda doğaçlama şeklinde yapılan bu tarz 19.yy başlarında new orleans ve yakınlarında yeni bir tarz olarak ortaya cıkmıstır.genel olarak tarzların sentezidir...*
dinleyen insanlara nedense cok entel-dantel sadece kültür gösterisi yapıyor diye bakılan müzik türü. hele ki madem doğaçlama albüm nasıl cıkıyor diye saçma sapan hiç araştırmaya gerek duyulmadan yapılan eleştiriler bile görülebiliyor.
her cazcı doğaç çalıcak gibi bir durum yokdur tabii ki. Ama kayıtlar belli başlı çalışılmış parçalardan başladıktan sonra da müzisyenin kayıt sırasında hissettiği duyguyu enstürmanıyla dinleyiciye vermesidir albüme o albüme tadı veren. (bkz: telvin)
caz müzik insanlar içerisinde genelde aksak davul ritmlerinin, karışık rifflerin müziği olarak görülmektedir. insanlar işte ben bu yüzden caz müzik sevmiyorum diye konuşurken strangers in the night cok iyi ya diye muhabbete devam etmektedirler.
Biten bir mumun son ışığı gibi gönül alevleri sonsuza uzanan garip serüvenler yaşadım dün gece..
Geceler ki benim hiç bir arenada boynuzlarından tutup yere çökertemediğim ateş soluklu boğalarımdır.
Ne garip serüvenler yaşadım önceki gece..
Elbet Saddam bu tür serüvenleri yaşamayacak kadar kötü, ilkel, lezzetsiz ve zekasız bir zavallı liderlik ahmağıydı.
Bir küçük slayt karesi içinde hayatımı da borçlu olduğum Bülent Ecevit, hiç bir zaman adını anmadığı babası kadar kendisini de sevdiğimi bilir mi?
* * *
Başbakan olduğu günlerde herkesin yanında kendisine "Sayın başbakan" demek yerine, Bülent diyeceğimden korkmuştu..
Tablo tersine dönse, onun bana "Çetin" demesinden korkacak kadar başarılı bir vodvil aktörü olmaya, acaba tenezzül eder miydim?
Bülent'le bir daha karşılaşacağımı hiç sanmıyorum. Ama kazara karşılaşırsam inansın ki kendisine "Sayın Ecevit" diyeceğim.
Yazıyla yaşamaya kalkıp da kıvıramayınca Meclis'ten geçinmeye yumulmuş her yeteneksiz dostuma bir sadaka iltifatı sunar gibi...
* * *
"Takalar geçiyor allı yeşilli..."
Marx'dan hiç bir şey anlamış olmadığı halde solculuğu da benimseme kolaycılığına "kekah"lanmış sevgili gençlik dostum... Ona bir anlamda hayatımı borçluyum ama, biliyorum ki entellüktüel numarası yapmak, gerçekten kalemiyle geçinmekten daha zordur. En sevmediğim bir sözcüğü kullanarak kendisini "takdir" ediyorum..
* * *
Şimdi Sayın Ecevit gibi kamuflajlı bir ratelik vodvilciliğine yazının ikinci bölümünü de ayıracak değilim...
Saddam tipi bir ahmağı tuttuğundan çağrışımlandı o ilk giriş..
Saddam yine bir yığın ekmeksiz Arap tortusunu öldürtecek oralarda.
Ben aslında benim cennet papağanlarını yazacaktım.
7 yaş çocuklarının nüanssız renkler cümbüşündeki resimlerine benzeyen cennet papağanlarımı..
Şimdi her biri fasulye tanesi büyüklüğündeki yumurtaları üstünde yatıyor dişi. Kuluçka oldu. Kocası da ona hem bekçilik ediyor, hem de ağzına yem veriyor.
Kazara yavru çıkarmayı başarırsa, nerden tanıyacak yavrularını biliyor musunuz? Yavruların açılan gagaları içinden... Şayet bir yavru ağzını açabilecek gücü gösteremiyorsa ona mama vermeyecek. Doğa eleyecek o güçsüz doğmuş yavruyu.
Saddam da yakında elenecek. Her güçsüz gibi megalomanyaklığa sığındığından ötürü, Enver Paşa örneği..
* * *
Fransa'nın istanbul Başkonsolosu M. Eric Lebedel, bana yeniden beyinsel bahçelerin bir iki sözcükle fotoğraflaşmış boyutlarını gösteriverdi.
Kendisine "geleceğiniz sizin başarı tahtınız olacak" demeye benzer bir şeyler geveledim.
O da bana dedi ki:
"istanbul'da bulunmak meslek hayatımın doruğu sayılabilir"
Zerafetinde içtenlik dahi vardı.
* * *
Fransa Büyükelçilerinden bir Eric Rouleau vardı. Le Monde'un eski Ortadoğu muhabiri.. Benim de, gençliğimizde özel yaşamlarımızı dahi paylaştığımız alabildiğine "senli benli" bir dostum..
Türkiye'ye Büyükelçi olunca bana haber gönderdi, herkesin yanında bana "Eric" demesin.
Bir tanesi hariç, hiç bir davetine gitmedim. Ve ortak bir dost evinde kendisinin yeteneksiz bir Eric, ondan da beteri beceriksiz bir diplomat olmaya çalıştığını söyledim. O da benim dengesiz ve sakıncalı bir divane olduğumu yazdı gizli arşivlerine..
Sayesinde Fransız diplomasisinin kremasıyla aramız açıldı.
* * *
Tahsin Yücel'e Fransa'nın beyinsel yaratıcılığı da ödüllendirmeye dönük "Legion d'honneur" nişanı verileceği toplantıya gittim önceki akşam..
ilk kez gördüğüm Büyükelçi Daniel Leguertier bir yazılmış konuşma yaptı. Dört dörtlüktü.
Ne bir sözcük azaltabileceğin, ne bir sözcük ekleyebileceğin bir konuşmaydı.
Aklıma yine Güney Amerika'daki "Monte Avila" kitabevinin Paris temsilcisi aristokrat ve Fransız dostumun bir Fransız tanımlaması geldi, "Hem Rablais, hem Descartes'tır"lar..
Tahsim Yücel'in yaptığı konuşma da torunlarımın torunlarının da beyinsel bir şehvet öpücüğüyle öpecekleri bir konuşmaydı.
Bilemezsiniz ne kadar kıvandım, her iki üst düzey ve içtenlikli konuşmadan..
* * *
Sonra da bizim dünyalara çok yabancı bir caz lokaline gittim.
Caz tanrısaldı.
Bizim hukuk dışı anayasayla ilgisi bulunmayan bir yücelikteydi.
Benim yazı dışında tümden anlamsız olan hayatımın Türk usulü faturası geldi. 50 milyon papeldi...
Tokyo'dan Los Angeles'e hayatımın en yüklü faturasını ödedim.
Eve dönerken pratik hayatı becerememe ahmaklıklarının ufuklarında, cennet papağanlarım kadar Tanrı doluydum.
afrika kitasi'ndan amerikaya kole olarak goturulen zencilerin ulkelerine duyduklari ozlemi ifade etmek amaciyla soyledikleri gurbet turkusudur bir nevi.
doğaçlamanın en çok yapıldığı ve normalde en iyi gitaristlerin metal müzikten çıkagagını sanan kişilerin bu müzigi dinlerken yanıldıgı enstirümantel özelligi ile en iyi iki müzik türüden biridir.zaten dünyada iki türlü müzisyen vardır.
-klasik müzik ve jazz'ı enstirümantal şekilde çalabilen.ve
-çalamayan.