"bir insan niye tuğla gibi kitap yazar? tolstoy, dostoyevski, kafka eserlerini gördüğümüz de "oo tuğla gibiymiş" diye nitelendirdiğimiz yazarlardır. hiçbirimiz "dur tuğla gibi bi kitap yazıyım" diye düşünmeyiz ya da çok azımız düşünür. çbs'nin tesislerinin bir ayda tam kapasiteyle ürettiği kadar boya harcadı picasso... sağır kulağını tedavi için doktor doktor dolaşacağına ya da "skim ekmek teknem, kulağım gitmiş, sıhatim bozulmuş... bundan sonra kralını tanımam vurur kafayı uyurum aga" diyeceğine inatla beste yapan bethovın'a ne demeli. bu insanlar uruspu çocuğu mu ki durduk yere dev eser üretsin, milletin göz sağlığına tecavüz etsin, kıymetli zamanlarını çalsın... ya da hayvan çocuğumu ki bi ton boya harcasın... demek ki çok canları sıkılıyormuş bu büyük duayenlerin... pek arkadaşları, arayan soranları yokmuş. sevilmeyen kişiler olabilirler. pekala olabilirler. o yüzden çalmayan telefonlarımız, sorulmayan hatrımız bizim için, umut ışığı olabilir.
şimdi kafka'nın, muhabbetlerin olmazsa olmazı, sınıfın komedyeni, "bi laf söyleyince hepimiz iptal olduk, yerlere yatırdı bizi" olanı, kısacası ortam adamı olduğunu düşünelim. şapkalı olduğu için komik olabileceğini tahmin ettiğimiz için, kafka'nın kuiksilvır'dan aldığı alacalı, gözalıcı, hafif uzun sörf şortu ile sahilde, y.rrak gibi bi o yana bi bu yana yürüyerek burcuları, tankutları aradığını düşünelim. o kitapları eğer öyle bir adam olsaydı, y.rrağımı yazardı. aynı bilgi birikimine, aynı hissiyatlara sahip olsaydı -ki olmazdı bile, y.rrağımı yazardı. sıkıntı ile üretkenlik arasında bir bağ olduğu kesinlik kazanıyor böyle düşünürsek.
yani o eserlerin, o kitapların, resimlerin, müziklerin insanlık tarihine sırf can sıkıntısından kazandırıldığını düşünebiliriz. demek ki sıkı can gerçekten iyi bişeymiş, kolay kolay geçmezmiş.
dışlanan, sevilmeyen, aranmayan; eve, atölyeye, stüdyoya gidip mutsuz bir şekilde çalışırken, dışladığı halde, varlığından rahatsız olduğu halde, "gıdıkla da güleyim bari" dediği halde dışlananın ekmeğini yiyenlere ise hiç girmiyorum. başlı başına bir yazı konusu çünkü bu...
bu ekmek yiyenler hepimiz olabiliriz. zaman zaman hepimiz dışlananın ekmeğini yemişizdir. ya da yemeye çalışmışızdır. dışlananın eserlerinden bahsetmeniz bile illa ki dışlanmışlık duygusundan bir insana bahsettiğiniz anları düşünün. o "iç dökme", "dertleşme" diyerek meşrulaştırdığımız anları... kendinizi ne kadar mutsuz, yalnız hissettiğinizi, aslında gizli gizli ne kadar çok ağladığınızı, bir olay karşısında ne kadar üzüldüğünüzü başka birine anlattığınız anda bu işten ekmek yemeye çalışıyorsunuz demektir. gerçekten mutsuz bir adam niye bundan bahsetsin ki... oturur yaşar duygusunu tek başına... fakat bu kötü bir durum değil, kınamıyorum. bu bir yöntem sadece, yani bir duyguyu kullanmak.
bu satırların yazarı da şüphesiz ki bu yöntemi çok defa denemiştir ilki çekmek uğruna.
yani diyeceğim şu ki; etrafımızda sevmediğimiz, beraber gezmek istemediğimiz, aynı ortamda bulunmayı istemediğimiz insanları aramazken, ekerken, bi yere çağırmazken iki kere düşünelim. hem kendi ekmek yediğimiz tabağa pislemeyelim hem de yanımızda yöremizde genç bir kafka yaşıyor olabilir. ona biraz saygı gösterelim.
şimdi diyeceksiniz "hiç kırmızı rengi görmemiş biri nasıl ki kırmızıyı anlatamazsa, insan da yaşamadığı, bilmediği bir duyguyu anlatamaz. biz de dışlandık ki zamanında şimdi bu işten ekmek yiyoruz. o da dışlansın o da öğrensin. biz onu dışlayarak hem ona gelecekte ekmek yesin bu işten diye iyilik yapıyoruz hem de eser üretmesi için gerekli koşulları sağlayarak, dünya edebiyatına, resmine, müziğine, katkıda bulunuyoruz. aslında eli öpülecek adamlarız bakma" diyeceksiniz. eğer böyle derseniz şüphesiz ki size hak veririm, çok etkilenirim bu sözlerinizden ve hemen görüş değiştirip devam ederim. hem her canı sıkılan eser verecek diye bişey mi var. bakın seyit'e kuru kuru canı sıkılıyor hayvanın. bi kitap yazayım, bi eser vereyim yok. işi, gücü 31, sıvaz! kaldı ki üreten sanatçılarda da dışlanmışlığı aşma çalışması, yazıp yayınlamak, dışlayanlara yaranmak "vaay baba çok güzel vermişsin eseri, bu akşam ne yapıyosun, takıl bizimle" cümlesini duyma isteği var. bir duyguyu başka insanlara söylemek, yazıp yayınlamak en büyük kurnazlıktır. duyguya ihanettir. yani kafka'yı bıraksak s.kim gibi bi adam olur. "burçlar nerde, barkın'ı gördün mü? çok iyi yaaaa. ahahahaah" diye ördek gibi gezinir hayvan herif. allahtan ortam müsait olmamış da eser vermiş g.tünü s.ktiğiminin. yoksa özünde eve sokulacak adam değil. bakmayın eserlerimin hepsini ölünce yak demesine. büyük kolpa! insan eserini teslim ettiği adamı tanımaz mı hiç. "bu ibne kesinkez yayınlar" demez mi? bilmez mi? yeme bizi franz! eğer bu zamanına kadar arkadaşını tanımadıysan zaten "adam" demem ben sana. son olarak seyit'i seviniz o gerçekten iyi biri. "
sözlükte gördüğüm en saçma başlıklardan ya hu buna nasıl tanım yapılır diye düşünürken açıp da hikaye olduğunu gördüğüm bir Umut sarıkaya eseridir. doğrusu tuhaf bi hikaye ne bileyim.