kişinin büyük şehirde çeşitli sebeplerden dolayı yaşamamak istememesidir. nüfusun çok olması ve bu yüzden birçok şeyde sıkıntı çekmesi olabilir. benim için geçerli olan şeydir. yaşadığım yer olan ankara yerine aydın muğla gibi illerde yaşamak isterdim.
kişinin; gideceği bir başka semte iller arası gidiyormuşçasına 2 saat mesafe ile gitmek istememesi, önüne gelen her yerde bankada, otobüse binerken, hastanede deli gibi kuyruk beklemek istememesi, gününün 24 saatinin 8 saati uyuyup, 8 saati çalışıp, kalan 8 saatin 4 saatini yollarda harcamak istememesi gibi sebeplere karşı reaksiyonudur.
(bkz: kimin eli kimin cebinde belli değil)
yaşlanınca yapılacak şeydir bence. yirmili yaşlarda pek akla gelmez aksine sessiz bir köy veya ufak şehire gidilirse sıkıntıdan patlanılır bir haftada.
ha bunları bir kenara atarsak candır da yani küçük bir şehirde yaşamak.
ulaşım kolaydır, çevredeki herkesi -nerdeyse- tanıdığın için işlerini daha kolay halledersin gibi gibi.
bir de küçük şehrin muhabbeti daha bir tatlıdır sanki. *
büyük şehire yakın ama küçük olan şehirler en güzelidir. istediğin zaman aksiyonun içine kendini atmak, istediğin zamanda huzurlu sessiz sakin bir hayat sürebilmek en güzeli.
şehir insanının tantanadan sıkılmasının, karmaşadan bıkmasının ve back to basics felsefesine gönül vermesinin sayesinde gelişen durumdur. bence atraksiyon isteyen insanların saçmalamasıdır. şehir güvenlidir, güzeldir; ama köy kasaba çok tıraş.
lisede buhran geçirdiğim dönemlerde, ruhumun %50 si satanist ayinlere katılmak isterken; diğer %50 lik kısım ise dingin bir hayat sürmek, evimi feng shui felsefesine göre döşemek, arada ters köprü pozisyonunda meditasyonlar yapmak, ve hatta budist rahipler gibi bağdaş kurmuş halde yerden yükselmek istiyordu. kendimdeki bu dengesizliği ben tamamen hayat koşullarına bağlarken, annem çift karakterli biri olmama bağlıyor, rezzan kiraz ise plüton' un aya yaklaşmasının sonucunda ikizler burcunun üstünde oluşturduğu etkilere bağlıyordu. işin garibi ben aslan burcuydum, sadece yükselenim ikizlerdi; ve o yaşıma kadar bir kez olsun yükseldiğini görmemiştim.
''en iyisi dedim, göl kenarında bulunan çiftlik evine gideyim bir kaç günlüğüne de, dingin hayatımın ilk adımlarını atayım. hem canım satanist ayin isterse de, orda kedi çok. keserim geçerim. oh misss..''
neyse ne lazımsa tedarik ettim, çıktım yola; vardım göl evine. karşımda mükemmel bir göl manzarası, elimin altında 4 gün yetebilecek kadar alkol + cips (o zamanlar sigara içmiyordum, ne malmışım), yanımda güzeller güzeli dişi köpeğim, etrafta kuşlar böcükler... tam bir huzur yuvasındayım.
etraf sessiz, koca ev bomboş, pencereden baktığımda gördüğüm göl manzarası müthiş.
birinci gün oldukça güzel geçmekte. arasıra televizyonu açıp trt deki buz pateni şampiyonalarını izliyor, insanlar saltolar attıkça ben şaha kalkıyorum. sıkılınca tvyi kapayıp biraz müzik dinliyorum. o da mı sıktı? açıyorum bi bira, düşünüyorum dingil gibi. yalnızlığın tadını çıkarıyorum, ne trafik gürültüsü ne sokaktan gelen bağırtılar.
tamam güzel de, galiba çok sessizlik iyi değil. en iyisi köpeğimle beraber dolaşmaya çıkayım deyip alıyorum kızımı, düşüyorum yollara. dağ taş gezerken bir inek sürüsüne rastlıyorum. aralarından biri sanki beni tekilemeye çalışırcasına gözlerimin içine içine bakıyor. ben de ürkek gözlerle ona bakıyorum ama niyetini anlamış değilim. iki şık var.
ya bu inek lezbiyen ve benden hoşlandı, beni götürmek istiyor. ya da bu inek bana çok tav oldu, onu rahatsız ettim ve beni götürmek istiyor.
kafamda hemen bir hesaplama yapıyorum. x ler y ler havada uçuşuyor, limit sonsuza giderken bu inek ırzıma geçerse, benden geriye sadece boş küme kalıyor. oysa ben hayatımın ilerleyen zamanlarında kesişim kümesi olmak, akabinde birleşim kümesi olmak, ve bu birleşen kümelerin de özalt küme sayısına bakıp şaşırmak istiyorum. bildiğin aile kurmak istiyorum lan, ineğin işi ne hayatımda...
tam bu konular ile boğuşurkene, mor olmayan milka üstüme doğru koşmaya başlıyor depar ile. ben ani bir refleksle 0 dan 100 km ye 11.7 saniye içinde çıkarken, ''ulan kızlara motor demelerinin başka sebepleri de olabilirmiş'' diye teoriler üretiyor, kendim için küçük ama insanlık için büyük bir adım atmış olmanın heyecanıyla sümüklerimin akmasına hakim olamıyordum.
zor bela kendimi attım eve. dünyanın inek tarafından kovalanan ilk insanı olma şerefine, usain bolt genetiğine sahip olma şerefi de eklenince, tansiyonum düştü. küfrederek uyudum. ama biliyordum yarın farklı bir gün olacaktı.
öğlene doğru uyandığımda, etrafta in cin top oynuyordu. ama zaten inle cin dün de bıkmadan çift kale maç yapmıştı. amk ne buluyorlardı şu futbolda? ''fitibol fitibol deyolla, ortaya bi gabak goyolla, beşinde goşturup duruyolla, buna da fitibol deyolla.''
onları oyunları ile başbaşa bırakıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra cnbc-e deki freaks and geeks dizisini izledim. ulan çok komikti ama komik olduğu kadar küstahtı da. hemen bitti. kaldım gene göt gibi. içtim içtim içtim, baktım yine yapacak bir şey yok, dedim göl kenarına gideyim.
aldım bizim ufaklığı da gittik göl kenarında, fırlat-getir oynuyoruz. o topu fırlatıyor, ben salya nefes koşarak hemen yakalıyor, ağzımla geri getiriyorum. o derece insan zihniyetini kaybetmişim düşünün. yine bu salladı topu, ben de koşuyorum çimenler üzerinde. o da nesi? yarı belime kadar çim görünümlü boklu bir şeyin içine gömüldüm. buyrun burası dünyanın en ergonomik bataklığı!
bok mu var çıktın evinden diyorum kendi kendime ama, o bulunduğum bataklıkta boktan başka olan tek şey sülük. tek dediğime bakmayın 1 ile sınırlı değil. en nihayetinde 1079 da tek sayı.
allem kallem çıkıyorum bataklıktan, ha altıma sıçmışım, ha bataklığa düşmüşüm. farksızlar. ama totalde sırıtan tek şey, hayatımın içine komple sıçılmış olduğu gerçeği.
işte o bataklıktan çıktığım anda marvel comics' in gerçekliğine inandım. sinirden yemyeşil bir deve dönüşmüş, söve söve eve gidiyordum. shrek beni görse hemen şuracıkta aşık olurdu. alt kümelere hep beraber bakardık yeşil yeşil. *
bir şekilde ulaştım eve. sövmelerim dinmiyordu. son kalan biraları da yuvarladıktan sonra <dedem israfın kötü bir şey olduğunu hep aşılamıştır bize> köpeği de aldım çıktım yola. bursa merkeze yaklaştıkça artan popülasyon götümde kelebeklerin uçmasını sağlıyor, heycandan resmen g.tüm uyuşuyordu. yüzümdeki gülümseme ile golden retreiverime çok benziyordum. tıpkı haydar dümen ve köpeği gibiydik.
eve 5 dk lık yürüyüş mesafesinde iken kapıcı rüştü abiyi gördüm. bana ayaküstü bir kaç dedikodu salladıktan sonra, kendisine akşam için gerekli alkol siparişini verdim. tam ayrıldık, üst katlardan biri kafamdan aşağı halı silkeledi. iki adım attığımda kedilerin çöp poşetlerini parçalamış olduğunu gördüm, üstüne üstlük komşularla gereksiz muhabbetlere de girdim.
ama şehir güzeldi be. hayat burdaydı. insan pırasaların arasında mutlu olamıyor. balık değiliz ki göl aşkıyla da yanıp tutuşalım. en güzeli kafamdan halı silkin siz, en güzeli komşu teyze gene tantana yapsın. ve kapıcımız da akşam saati biraları kapımıza getirsin, biz de ona teşekkür edelim '' ellerinden öpüyorum rüştü, her yerinden öpüyorum rüştü kıvamında.
daha sakin bir şehirde yaşamak ve kafanızın kulağınızın rahat olması demektir. küçük şehir demek daha sıkı arkadaşılkar, dostluklar ve daha mutlu bir hayat demektir.
hayatımda yaptığım en başarılı hareketlerden biridir.
konunun yaşla alakası yoktur, doygunlukla alakası vardır. içinde yaşarkan nefret ettiğin istanbula ziyaret ettiğinde aşık olmak çok güzeldir. herkese tavsiye ederim.
çok karışık, gürültülü,insanların anormal çeşitliliği ve önlenemez bir yapaylığın hakim olduğu gri ve siyah şehirlerde yaşamamak isteğidir. ama hayat zorlar bazen bizleri buna.
120 haneli apartmanlarda 500 kadar kişiyle yaşamak. ne olduğu kim olduğu belli olmayan yüzlerce insanla bir arada bulunmak. yıllarca aynı apartmanda oturduğun insanla dışarıda tanışmak cidden rahatsız edici.
etraf çomar dolmuş, hele ki bunlar doğu'nun güneydoğu'nun çomarlarını geçtik, suriye ırak'ın bildiğin peştemal, terlikle dolaşan çomarları, üstüne üstlük orta asya türki cumhuriyetlerinde de ne kadar çomar varsa dolmuş avare avare sokaklarda dolaşıyor, dükkanlarda çalışıyor, senin benim işimi çalıyor. bunları hangi geri zekalı ülkeye, büyük şehirlere sokmuş belli değil, elini kolunu sallayan turist gibi gelmiş, kalmış, lan sen ne yapıyorsun burada, sittir git memleketine diyen yok!
Tüm bunların üstüne etraf toz toprak, trafik desen dayanılmaz boyutta, sabahlara kadar gürültü var, eee büyük şehirde yaşamanın getirisi ne usta demezler mi adama? Bir iki bara-sinemaya gitmek mi yani? Zaten büyük şehirde büyük kazansan bile, her şey ateş pahası olduğundan büyük harcıyorsun ne tam istediğini yapabiliyorsun ne de para biriktirebiliyorsun....
bazen böyle düşünmüyor değilim açıkçası.
büyük şehir, insanı boğuyor. trafiği, insanları, yaşam şartları, havası derken insana bunaltı geliyor. alıp başımı gidesim geliyor ama tutsak gibi bu şehir bırakmıyor işte. ben sadece yaşıyorum, istemesem de.
Ne kadar kalabalıksa o kadar yalnızlaşıyorsunuz. Ağacın kokusunu duymuyorsunuz görmeye ihtiyacınız yok ki zaten yavaş yavaş ilerliyorsunuz o tafiklerde. Bağırdığızda dönüp bakıyor insanlar evet ama rahatsız oldukları için bakıyorlar ne oldu diye soran yok. Hafta sonu 2\3 saatliğine gittiğin o doğa yürüyüşleri sana hediyeymiş gibi geliyor oysa orada yaşaman gerek. Kuşların kanat sesiyle cıvıltısının dans ettiği şarkılarda hayat bulman gerek. Boğuluyoruz.