evimize her geldiklerinde mutlaka elimden tutup gezdirirdi beni dedem. pamuk helva alırdı, lunaparka götürürdü, hiç olmadı elimde bir çikolatayla mahallemizi dolaştırırdı. küçük ellerimin dedemin avuçlarının içinde kayboluşunu, sevdiğim insanlara vakit ayırmayı özledim.*
yorucu gezintilerden sonra dönüşte uyuyakalırdım ben. ve eve kucakta taşınırdım. uykum hafif bölünür, ama tam olarak uyanmazdım. öyle tatlı bir histi; o zaman bile bunun güzelliğini farkedebilirdim.
şimdi aynı şekilde uyuyabiliyorum dönüş yollarında. ama yolculuk bittiğinde uyanıyorum, bagajdaki eşyalardan taşıyabildiğim kadarını yüklenip eve ayaklarımın üzerinde giriyorum.
duvardan gol atmak, 9 aylık oyununda anne çıkanla doyasıya dalga geçip ağlatmak, tadilat yapılan dükkanın mermerlerini aşırıp dokuz taş oyunu oynamak, günde 3 öğün uçurtma uçurmak ve evden gözüküp gözükmediğini balkondan kontrol etmek.
çocukken iki kişi oturduğumuz
kapı eşiğine,
yanlız başıma zor sığıyorum şimdi
büyüdükçe
insan yanlız mı kalıyor ne...
Sunay Akın ın bu mısraları yeterince açık diye düşünüyorumm..
pantolonun dizi yırtılana kadar sokakta top oynamak, misket oynamak, araba yarıştırmak yarım ekmeği eline alıp toz toprak içinde kimseyi umursamadan yemek v.s.
"Eğer, hayatınızın herhangi bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim kadınla öpüştüğüm ilk gün... Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu.
Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın."