asla önlenemeyen bir son. nasıl önleyebileceğimize dair umut dolu, nacizane bir yazı bu da:
çok yer gezmedim belki şuncacık hayatımda. ama belli dönemlerde uzun süreli kaldığım şehirler oldu. istanbuldaydım doğduğumdan beri. sıkı bir istanbulluydum. bütün çocukluğum tüm görkemiyle orada geçti. kocaman bir bahçemiz vardı. apartmanda sonsuza uzanan bir üreme zinciri ve sonucunda ortaya çıkan 37 çocuk. kız erkek. hepsiyle kardeşçe büyüdük. hala ki görüşürüz. yaşıtlarımın çoğu evlendi. üremek lazımdı bazen. bahçe boş kalmamalı. diğer çocuklara oyun arkadaşı gelmeliydi elbet.
sonra lise için başka bir şehire taşındım. yalova ya... deniz kenarında bir evimiz vardı. manzara güzeldi. herkes dost canlısıydı. sabahları 5 te kalkar, otobüs durağına tony ile yürürdüm. tony mahallenin köpeğiydi. ne kadar da monoton bir isimdi tony. adını bir kaç kere değiştirmeye çalışmıştım. alışamamıştı. tony de aynı benim gibiydi. şehirlere uyum sağlayan ama sosyal yaşantısızlığı asla özümseyemeyecek olan bir golden dı. çünkü her gidilen yeni yerde geride bıraktıklarım vardı. bütün dostluklarım hatta çoğu akrabam bile mesafenin getirdiği hazin sonun kurbanı olmuşlardı. ve ben artık gitgide yalnızlığa yaklaşıyordum...
elbette çok arkadaşım oluyordu ama her defasında başka bir yerde oluyordum ben. başka bir şehirde.
bursaya geldim en son. hiç planlamamıştım. istanbula geri dönecektim halbuki. tekrar bahçeye gidip oyun oynayacaktım kalanlarla. zuhal vardı bir de apartmanda. geri gidip bütün hayallerimizi gerçekleştirmeyi umuyordum onunla. zuhal tıpkı bana benzerdi. kardeş sanardı herkes bizi... şimdi boğaziçi nde... dünyanın en güzel yemek yapan kızı. zeki, güzel. birbirimizi hep korurduk kötülükten. ondan uzak kalınca ben bu hale geldim işte... çirkin ve pis...
alışamadım yeşiline bursanın. bursa yeşil değildi ki. kısır döngü yaratan bir şehirdi bursa. monotonluğa mahkum eden bir şehir. ve af çıkana kadar bursadaydınız...
bir ara mutlu olduğumu sanıp bursanın güzel! insanlarıyla yaşamaya alıştım. ama hep birileri canımı acıttı. çimdik atıp kaçtılar. gitgide soğuttular şehirden. gitgide uzaklaştırdılar. içime kapandım. gülücük sayım günde 1.000 ken 532 ye düştü.
sonra oturdum düşündüm... zaman akıp gitmiş. kalanlar kalmış, gidenler gitmiş. yanımda olanlar hep yanımda olmuş. ve gördüm ki mutlu olmak için kimseye ihtiyacım yokmuş aslında. bir şehirde olmak ve bisikletini dost bilip sokak sokak gezmek ve durduğun bir çimenlikte kitap okumak bile oldukça keyifli bir şeymiş. gerçekten de öyleymiş. parkta oynayan çocuklara bakkaldan çikolata alıp dağıtmak... bu harika bir şeymiş... eve gelen komşunuzun kuaföre 60 milyon vermemesi için onun saçlarını boyamak. süper bir şeymiş... çarpışan arabalara binmeye ve sınırsız pizzayı sizinle yiyerek ölmeye razı arkadaşın var olması, garsonların sizi çok sevmesi... what a wonderful world müş... olalalaymış.
ya kendimi kandırıyorum ya da gerçekten mutlu oluyorum bunlardan...
bursa belki sıkıcı bir yer ama dünyanın en güzel yeri bile bir süre sonra sıkıcı olabilir. hep daha fazlasını istiyoruz. hep daha iyisini. böyle de olması gerekiyor zaten. yoksa yaşamın bir amacı kalmazdı ki. boşluğa düşünce herkes küçük birer prens olmalı belki de...
--spoiler--
-bir koyun çiz bana... lütfen bir koyun çiz bana...
-ben iyi resim yapamam. küçüklüğümde de bir resim yapmıştım. fili yutmuş boğa yılanı.
-hayır hayır! fili yumuş boğa resmi istemiyorum. boğa yılanı desen tehlike olur. fil desen çok yer kaplar. benim yaşadığım yer küçücüktür.
çizer...
-bu sağlıksız görünüyor.
bir daha çizer...
-gördüğün gibi bu bir koyun değil bir koç.
bir daha çizer.
-bu da çok yaşlı olmuş. benim koyunum uzun süre yaşamalı.
artık pilot sinirlenir. çabucak gördüğü alet kutusunun resmini yapar ve der ki:
-işte senin istediğin koyun bunun içinde.
-(sevinir.) tam istediğim gibi oldu. çok ot yer mi bu?
-azla yetinir. yalnız bir yere bağlaman gerekir.
-(güler.) neden bağlayacağım?
-bir yere kaçmasın diye...
-(mırıldanır.) istediği yere kadar yürüsün yine aynı yere gelir. benim yaşadığım yer küçücüktür.
dileğince çizmeli kendi yaşantısını insan. mutsuz ortamdaki mutlu olan kişi olmalı... küçük yerdeki büyük kişi ya da...
evet bursada hayat gece 10 da bitiyor. ama sokaklarda tek başına dolaşmak, gotham da batman olmak gibi. evet araban yoksa ulaşım yok. ama metroya yetişmek için elinde patlamış mısırla koşmak gibisi de yok. kan ter içinde metroya binip insanların sana oraya ait olmadığını hissettirmesi... evet bursada müzik yapamıyoruz ve bu bizi başka şehirlere gitmemiz için fişekliyor. yeni şehirler görüyoruz.
sonra düşündüm biraz daha abi... anladım ki şehirler insanları anlatır. insanlar da şehirleri anlatmak, onları bir kalıba sokmak için hep yazarlar, çizerler. mutlu olmak için şehire bile ihtiyaç olmayabilir halbuki... bir oda, bir kutu, şiddet içermeyen ve huzur veren herşey. ahlakın düzenlediği ama özgürlüğü tadabileceğim bir yer...
onca kalabalığın arasında çaresiz kalmaktır, sizi çaresiz bırakanların kalabalık şehirlerde yalnız kaldıkları zaman sizi hatırlamalarını isterken ağlamaktır...setbaşında.
çoğu zaman asıl konu insanlardır. mekanlar onlara etkir yalnızca, bir arada tutar, birlikteliğe sebep olur, bazen de muhabbetlere fon oluşturur sadece. ama önemli olan bunu nasıl yaptığıdır, bu görevi yerine getirmedeki başarısıdır.
eğer bir şehir çok sevdiğiniz arkadaşlarınızla bir araya gelmeyi zorlaştırıyorsa, size sürekli aynı seçenekleri sunuyorsa, bir bardak çay içme fikrini orjinallikten oldukça uzak pespaye mekanlarda tanımlıyorsa, muhabbeti yarıda kesmek zorunda bırakıp gittiğiniz yerden erken vakitte kaldırıyorsa, gece 10 dan sonra size yabancılaşıp araban yoksa kendi başının çaresine bak diyorsa, üniversitesinde şenlik yapıp akabinde insanları evine ulaştıracak imkanı sunamıyorsa, kız arkadaş, sevgili ya da abla/kardeş ile dolaşırken binbir kıroya dalmak için nedenler yaratıyorsa, istanbul'a bu kadar yakın olup oradaki enerji ve ruhtan nasibini alamıyorsa, kimse kusura bakmasın, görevini yerine getiremiyor demektir.
böyle bir yerde mutlu olabilecek populasyon da bellidir, kendi kuytusunda ve gölgesinde yaşamayı seven insanlardır bunlar. onlar için yaşam iş ve aştan ibarettir, gerisinde kalan ruh, duygu, enerji ve eğlence hep geri plandadır.
zaten bursa gibi güzel bir şehri aynı populasyon bu hale getirmiştir. iki taraf da göz ardı edilemeyecek şekilde birbiriyle bağıntılıdır, örneğin gece kimse dışarı çıkmazsa otobüs olmaz, ya da otobüs olmazsa kimse dışarı çıkmaz. veya bir mekan açılıp da kimse gitmezse kapanır, mekan açılmazsa da kimse gitmez.
zamanında rock city diye tanımlanan bu güzide şehre en bilindik metal grupları getirilmiş fakat bu organizasyonları yalnızca 20-30 kişi izlemiştir. siyah renge bulanıp, kıçına deri pantolon geçiren ve metalciyim diye dolaşan insancıllar da hep bu dertten muzdariptir zaten. ya da kaşına gözüne piercing takıp yünlü iç donla gezen, gördüğü her kıza sarkan sözde rakırlar da, bursa'nın bursa olduğu zamanı özlemektedirler hep.
eğer kültürel faaliyet davut güloğlu konseri'ne gitmekse ***, yıl içinde 3-4 tiyatro oyununu defalarca seyretmekse, tüm sinemaseverlerin merakla beklediği bir filmi izleyebilmek için kırk tane takla açmaksa, evet bursa bir kültür şehridir.
haftasonları iki saat önceden yola çıkıp bağıra çağıra maça gitmeyi seviyorsanız, okey, nargile ve kahvehaneler vazgeçilmezlerinizse, çakma tişörtler giymek sizi rahatsız etmiyorsa, kulaklık nedir bilmiyorsanız, dolayısıyla da cep telefonu hoparlöründen mp3 dinliyorsanız, arkadaşa, eşe-dosta aga diye hitap etmek bir alışkanlığınızsa sizin için bursa'da mutluluk garantidir. yok değilse, çimlere uzanmak, kitap okumak, oynayan çocuklara çikolata dağıtmak da bir yere kadardır.
sanayinin bursa'da olmasından dolayı, başka bir şehirden (özellikle istanbul ve izmir'den) buraya çalışmak için gelen çoğu insanın içinde bulunduğu durum.
kişi ilk başta sorun kendimde mi acaba diye düşünse de, pek çok kişinin de bursa'dan aynı şekilde yakındığını görmesi uzun sürmez. bunda bursa'nın sosyal imkanların az olmasının, insanlarının tutuculuğunun (Akp'nin bursa'da rekor kırması), üniversite öğrenci kültürü ve hayatının şehre sokulmak istenmemesinin ( (bkz: görükle)) de çok etkisi vardır. haftasonu yapılacak pek birşey bulunmaz, bu yüzden çalışanlar hep biryerlere kaçmak ister haftasonları bu şehirden. ayruca şehirde, kendine özgü sıkıcı, boğucu bir hava olduğunu da çoğu kişi söyler. anadolu'da çok daha sıkıcı şehirler elbette vardır, ancak 4. büyük şehrin bu denli tutucu ve sosyal imkan olarak zayıf olması insanın garibine gider. sonuçta gri sanayi şehrinde para için duran insanlara haklı bir mutsuzluk düşer.