her güne bir anlam sığdıramadık. haftanın yedi günü bile kendini yılda elliiki kez tekrarlasa bile, biz bu yedi güne isimleri kadar farklı anlamlar veremedik. ölmek için yaşayanlardan olmak, yaşamak haricinde bir seçimi bulunmayanlardan olmak... işin felsefik kısmının, battal boy siyah poşetlere bokunu çıkardık biz.
her şeye kızdık, her şeye güldük. herşeye yetiştik biz, öyle sandık. ama her gün her şeyi kaçırdık, kaçıracak kadar kör olduk. düşündük, kafamızı yorduk. nefreti kıskançlığı gözümüzün önüne getirdikçe, üst kirpikten alttakine kadar büyüttük bunu. göremedik önümüzü. her zaman gurur öne geçti boynuz misali, kulaksa sevmekti. her zaman geçmişti onu zaten. şaşırmamıştık. öyle kabullendik biz kulağı, kıkırdağı falan.
ikili oynadık değil mi? "a" derken "evet"ti fakat, "a ama hem de b" derken hayır dedin her şeye. her gün ne olacağını kestirdikten sonra yarını görmek o kadar lüzumsuzki, o kadar olur işte.
ne olacağı belli, bugün canım yaşamak istemiyor. yarın uyandırın beni...
artık aldığın nefeste bile eski tat yoksa, yaşamak tamamen angaryaya dönüştüyse dudaklardan çıkması muhtemel söz.
sevdiklerin senden önce gider, gidişleri izlemek koyar insana. ama kalanları da kaybetme korkusu daha da çok koyar. öyle çok korkarsın ki yaşamak tattan çok acı verir. "başkaları ölürken yaşamak da neymiş ki?" diye düşünürsün. ama umudun da vardır hani. "belki buradakinden çok daha iyi durumdalardır." dersin. işte bugün canın sıkkındır o zaman, ama yarın daha iyi bir gün doğacaktır belki. bugün yaşamak istemezsin, yarına uyanmak istersin.
ancak şu da vardır ki "çok geç olana kadar yarın asla gelmez".
öyle sıcak ki; içtiğim iki soğuk bira bile azıcık serinlememe vesile olmadı. öyle sıcak ki otlar bile sararmış; öyle sıcak ki sevdiğim adam bile başkasını sevdiğine karar vermiş
; bugün canım yaşamak istemiyor.
geçici bir istek; öyle geçici ki hava serinleyince geçer...