edit :söykü dergisi 3. sayı için yazılmış hikayedir.
edit 2 : konu daktilo olunca daktilo yazısı hoş olur dedim lakin teknik olarak okunmasının zor olması sebebi ile türkçe karakterli tam metin aşağıda ki gibidir ;
özel not : sevgili ignorabimus hikayemi editleyerek yazım kurallarına uygun hale getirmiştir. kendisine emekleri için teşekkür ederim.
bolüm -i-
bugün
-raskolnikov 1,5 rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen tanışıp sohbet etmekten kendini almamıştı. marmeladov eşini çok seviyordu...
- la oğlum var lan bu, bu yapıldı daha önce...
- abicim olaylar aynı değil diyorum sana, değişik şeyler oluyor daha sonra.
-semihçiğim, siktir git kardeşim hadi bir tanem. bunu kimse yemez.
ulan semih. kabul et artık bitti işte ve yapacak bir şey yok. bu semih benim arkadaşım aslında ama öyle bir mal ki bazen ona sadece tanıdığım demek istiyorum. mallığı ise saflığından gelmiyor. tam aksine fazla açıkgöz. gerçeği kabul etmeyişi de saflıktan değil. açıkgözlü olmaktan kaynaklanan "ben bulurum abicim, kimse fark etmemiş olabilir, daha vardır en az bir tane ve ben onu bulurum" özgüveninden farklı bir şey değil.
bir gün geldi bu dangalak ve bana dedi ki:
- abii, iks zaaaaaaaaa
- ney?
- iks abicim, ikis zaaaaaaaaaaaa
- ne diyon semihçim? türkçe konuş lan!
- abi ben böyle bir şey buldum bu ilk defa söyleniyor. gülme efekti abi bu.
- abi komik değil mi ya?
- lan dallama 30 yıl öncenin soytarılıklarını bana mı satacaksın?
- yok, abi, ben buldum bunu.
- semihçiğim, siktir git kardeşim, kalbini kıracağım en sonun da.
hayır, ben konu ile ilgili yetkili merci de değilim ki arkadaş. her bulduğunu neden önce bana onaylatmaya çalışıyorsun. siktir git tpe'ye mi gidersin, isnn e mi gidersin yoksa iyice azıtır da eco'ye mi gidersin? sonuçta adamlar neredeyse on yıl önce yapmışlar açıklamalarını. kapatmışlar dükkanı. sen daha ne uğraşıyorsun?
tamam, daha önce bu işi yapıyordum ama o çok uzun zaman önceydi. açıkça üstüme bu konuda bir etiket yapışsın istemiyorum. zaten bunun sorumlularından biriymişim gibi hissetmek yeteri kadar zor. öyle ya o listede benim de adım var. son on bin listesinde. bu tamamen bir şanssızlık. yani dergi bir iki ay önce kapansaydı, ya da lanet olası ben bir iki ay önce bıraksaydım işi o listeye ne adım girerdi, ne de ben kendimi böyle suçlu hissederdim.
11-12 yıl önce idi. yılı tam hatırlamıyorum ama aylardan mayıs. bunu unutmam çünkü pınar'ın doğum gününe yakın bir tarihti. dergide sabahladığımız son gün. editör sabah içeri geldi ve sonuçları açıkladı:
- beyler maalesef dergi en fazla iki sayfa olacak.
- nasıl olur kubilay abi? bu kadar kesik nasıl olur?
- valla rapor geldi beyler. maalesef hepsi daha önce yapılmış.
- abi benim yoğurt hikayem var. şekerli. annem bana hep verirdi filan ama başka ülkede meyveli var sadece, o da mı yapılmış?
- yapılmış amına koyayım.
kamil'in heyecanla atlayışını bu gün bile unutmam:
- abi biz normal basalım dergiyi. almayalım bandrol filan. yeter lan bu ne be. yok mu abi bulamaz mıyız o eski tip of-set matbaalardan?
- sikerler kamil, hepimizi götümüzden sikerler.
o sırada araya girip de:
- abi sanırım bu daha önce yapılmıştı.
demesem iyi olacaktı. kubilay abi bana seni de sikerim der gibi baktı, çok kızdı bu saçma espriye ama elinden gelen bir şey de yoktu. derginin o son sayısını oluşturan son iki sayfa da benim tam iki karikatürüm ve bir kolon da yazım vardı. diğer dört karikatürüm ise kesiği yemişti. işte o iki karikatür ve yazı beni son on bin listesine soktu. en son on bin özgün fikir ve sanat eseri.
bolüm -ii-
olaylar olaylar
ben doğduğum da zaten her şey başlamış, ama kimse bu olayların buralara gidebileceğini de tahmin etmemiş sanırım. hatta ben koca adam olduğum da yani üniversiteye başladığımda bile bir takım söylentiler olsa da kimse bunun yapılabileceğini bilmiyordu. biz atölye derslerinde iken bazen yönetmelikler gereği derse bazı fotoğrafçılar girer ve yaptıklarımızın resmini çeker giderdi. bir kaç atarlı arkadaş haricinde kimse de buna karşı çıkmazdı. neden çıkalım ki, bu bizim hakkımızı korumak içindi ve bu şekilde yaratıcılığımız kayıt altına alınıyor ve bizim eserlerimiz artık sonsuza kadar bize ait oluyordu. ben okuldan mezun olduktan bir kaç yıl sonra bile arada banka hesabıma paralar yatar ve açıklamalar hep aynı olurdu, "hak edilen telif ücreti ödemesi".
- demek ki babası zengin yeni yetmelerden biri gene ödev konusu bulamamış ve benim seramik desenlerimden ya da metal heykellerimden birine benzer bir şeyler yapmak istemiş.
nasıl da rahattı her şey. bir bilgisayar ağı nasıl da hakkımızı savunuyordu. amerikalılar, emperyalist köpekler, katiller ama bak biz sanatçıların dostu. sonuçta bu onların bulduğu bir sistem ve benim gibi genç bir grafikerin bile hakkını teslim ediyordu. ister yan komşum olsun ister ta uzak doğuda yaşayan ve adını hiç bilemeyeceğim bir başkası, bir tarihte benden çıkmış bir fikri kullanırsa bunun telifini ödemek zorundaydı. hem aracı kurumlar sadece yüzde bir gibi düşük bir komisyon alıyor, bana sadece banka masraflarını ödemek kalıyor ve kalan da hop hesabıma yatıveriyordu. bir kaç anarşist salak ki şimdi geriye dönebilsem hepsinin ellerini öper ve tam destek verirdim, sanat halk içindir zırvalığının peşine takılmış ve eserlerinin kayıt altına alınmasına şiddetli bir tepki göstermişti en başta. ama patent, fikir ve sanat eserleri koruma kanunları bastırdıkça önce sayıları azaldı sonra dirençleri kırıldı.
- abicim eskiden bu sinema oyuncuları filan açlıktan ölürmüş.
- biliyorum.
- ama bak şimdi öylemi, değil adamın rol aldığı bir film oynasın, bir dizide o filme gönderme bile yapılsa hop telif hemen ödeniyor.
- hmm evet öyle oluyor.
- abicim adamlar komple filmin senaryosunu filan çalıp dizi yapıyorlarmış.
- evet, öyleymiş.
- yani aynı şeyi bize yutturup yutturup izletiyorlarmış.
- tamam, birader, tamam! ben de biliyorum bunları, ben de duydum bunları fakat bu iş saçma sapan bir yerlere doğru gidiyor. iş çığırından çıktı. yakında aldığın nefesin telifini isteyecekler senden, ağlama o zaman.
- hadi len! hep sizin gibi anarşistler yüzünden zaten, çal çırp sonra ben yaptım de oh ne ala!
hiç kimse bizden aldığımız nefes için "bu daha önce alınmıştı" demedi. daha kötüsünü yaptılar.
büyük telif koruyucu şirketlerin artık iyice güçlenmesi ve tekel oluşturmaya başlaması benim dergideki ilk yıllarıma pınarın dört beş yaşlarına denk geliyor.eco olsun,issn; olsun bir çok sanatçıya telif ödemektense onlara yaptıkları her iş için bir kerelik büyük paralar veriyor ve eserin tüm telifini alıyorlar, o eser nerede ve kim tarafından kullanılırsa eğer gelen ücreti direk kendilerine alıyorlardı. eser artık yaratıcısına değil, bu şirketlere aitti ve bu sistem kısa sürede çok popüler oldu. daha liseye giden çocuklar bile bu işlerden büyük paralar kazandı. ergenler arasında bir laf yaratma, espri bulma savaşı çıkmış milyonlarca çocuk okuldan eve koşarak gelip o gün okulda çok güldükleri bir olayı, aralarında geçen saçma sapan bir konuşmayı internetten kaydettiriyor ve iki gün içinde üç-beş dolarlık bir ödeme alıyorlardı. tek kural vardı. yaptıkları espri daha önce yapılmamış olmalı.
tabi biz daha şanslıydık. kubilay abimiz daha işe başlarken yani dergiyi kurarken eco'ya telif haklarımız için başvurmuştu. çıkardığımız her sayı, her karikatürümüz her yazımız eco tarafından kayıt altına alınıyor ve bir kaç hafta içinde de dergiye telif ücretimiz geliyordu. yani işler tıkırındaydı. her telif geldiğinde büyük primler kazanıyor o gün tüm dergi dışarıda yemek yiyor sabahlara kadar da beyoğlunda içiyorduk. kolay para.
tek kural bizim için de geçerliydi. yaptığımız iş daha önce yapılmamış olmalı. e adamlar haklı. başkasının daha önce yaptığı bir espriyi senin de yapman ve bundan para kazanman alenen hırsızlıktı. ama bazen kullandığımız bir figürün meksika ya da endenozya'da daha önce kullanılmış olması moralimizi bozmuyordu. telif değişimi serbestti.
- erkancım, bu adamın kıza söylediği laf var ya
- efendim kubilay abi, ne olmuş?
- oğlum bunun telifi var lan, daha önce yapılmış italya'da.
- neymiş abi kat sayısı?
- 0,23 dediler.
- ne ediyor abi o zaman?
- lan oğlum çarp işte 100 dolarla, ne ediyor? 23.
- e tamam abi paramı ya 23 dolar.
- değil ama senin primden düşerim haberin olsun.
- düş abicim düş, o laf olmazsa espri boka sarar.
- tamam, sonra bana gelme abi eksik benim para diye.
işlerin tam anlamı ile sarpa sarması için çok da değil bir kaç yıl yetti. söylenebilecek şeyler, anlatılabilecek hikayeler, bestelenebilecek şarkılar azalmaya başladı. neredeyse yaptığımız tüm esprilere telif öder hale gelmiştik. katsayılar yükselmeye başlamış, bazen dergide çıkan tek bir öyküden dolayı neredeyse aldığımız primin yüzde yirmisini geri öder duruma düşmüştük.
bolüm -iii-
-son on yıl, son on bin.
dergiyi kapattığımız o son sayı çıktıktan hemen bir kaç gün sonra yayınlanan on bin listesinin son on bin olduğunu öğrendiğimiz de kimse artık şaşırmadı. on bin listeleri önce haftalık yayınlanırdı. bu liste veritabanına giren son fikirler ve son sanat eserlerini oluşturur ve artik bunlara benzer şeyleri yapanların telif ödemesi gerektiği internetten yayınlanırdı. kimsenin de girip okuduğunu sanmıyorum. ama biz kendi kategorimizde olanları merak eder, son on binde karikatür ve espriler bölümüne girer ve dünyada son bir hafta da neler yaratılmış okurduk.
yıllar içinde on bin listelerinin iki hafta da bire, sonra aylıklar halinde yayınlanmaya başlaması ve nihayet on bin dolunca ki bu bazen üç ay bazen beş ay sürüyordu yayınlanmaya başlaması bu listelere giren eserleri daha özel kılıyordu. bunlar en son kalan "söylenmemiş sözlerdi". bunların ne olduğunu söylemek bile telife takıldığından çoğu zaman tv haberlerinde sadece:
- güncel son on bin listesinde tam 230 türk eseri de var. kültür ve sanat bakanımız "amacımız her on binde 500 eser" hedefi açıkladı.
gibi sıradan sözlerle geçiştirilirdi.
dergide işler kötüye gidiyordu. telif ücretleri artik kazancımızın neredeyse tamamını götürüyordu. kubilay abi ve ortağı umut abi bir gün hepimizi topladı:
- arkadaşlar, artık telif takası yapmamaya karar verdik. daha çok çalışacağız, daha çok yaratacağız ve söylenmemişleri, yapılmamışları yapacağız.
kamil gene atarlı:
- abicim ben hep demedim mi size. yaparız abi biz bu işi yaparız. neden bölüşüyoruz ekmeğimizi elin amerikanıyla.
- kamilciğim, sakin yavrum.
ben sordum:
- kubilay abi nasıl olacak bu iş?
- çocuklar eserlerimizi eco ye gönderdikten sonra bize hemen raporlar geliyor ya, telif istenen eserleri dergiden çıkaracağız. şimdi bunu yapmak için bu hafta 24 sayfa çalışacağız. kesik yiyenler olacak mecbur.
kamil heyecanla:
- kalan sağlar bizimdir abi.
- yapıldı o kamilim... haydi, hanımlar beyler, işte size şimdi gerçek yaratıcı sanatçı olma şansı.
biz o şansı sonuna kadar kullandık. ama ne yapsak olmuyor, yaptığımız her işin illaki geçmişin birinde bir başkası tarafından benzeri yapılmış oluyordu. aşk karikatürleri, siyasi karikatürler, komik hayvan konuşmaları, mahallenin delisi, küçük ve tatlı velet, imam-cemaat hikayeleri ve bir çok konu zaten çoktan bitmişti.
yirmi dört sayfa çalışıyorduk, on altı sayfa anca çıkıyordu. sonra on sayfaya düştük. haftalık dergi aylığa çevrildi ama pek bir şey de değişmedi. bizim için iyi olan tek şey, yaptığımız dergi de telif ödemediğimizden tüm işlerimizin orijinal olması ve hep on bin eser listesine kalıyor olmasıydı. bundan hala iyi para alıyorduk.
son sayıda ki son karikatürlerim ve yazımla girdiğim o son on bin listesinden gelen para tam altı ay kiramı ve pınarın bakımını karşıladı.
benim paramın bittiği günlere denk gelen açıklama ile o listenin gerçekte de son on bin olduğunu öğrenmiş olduk. bir başka on bin listesi yoktu artık. insanoğlu medeniyeti kendini tekrar etmeden yaratılabilecek her şeyi yaratmış bulunabilecek her şeyi bulmuş, söylenebilecek her sözü söylemiş, okunabilecek tüm şarkıları okumuş, çekilebilecek tüm filmleri çekmişti. eco ve issn'in çılgın bilgisayarlarını yöneten çılgın bilim adamları harflerin, dillerin, şekillerin, notaların, çizgilerin oluşabilecek tüm kombinasyonlarını hesaplamış ve hepsinde sonuç pozitif çıkmıştı. yapacak yeni bir şey yoktu, hepsi daha önce yapılmıştı.
telif katsayıları tavan yapmış çarpanları yüz dolarlardan beş bin dolarlara kadar fırlamıştı. tabi kendini bilgisayarlardan daha akıllı zanneden bazı salaklar ki mesela semih, bu işin peşini bırakmadı ve aramaya devam etti. bir bulsa, yeni bir şey bulsa affedersiniz ama paranın amına koyacaktı, fakat olmadı.
pek çok insanin hayatı çok fazla değişmedi aslında. eski kitaplar, dergiler hala piyasada ve çok satıyordu. tüm gelir telif şirketlerinin olsa da insanlar eskiden çekilmiş filmlere gidiyor hatta bazen daha önce gördükleri filmlere de gidiyorlardı. reprodüksiyon tablolar bile el yakan fiyatlara alıcılar buluyordu. yeni yoktu belki ama eskilerden çok ama çok vardı. eco ve issn, yaptıkları açıklamalar da en fazla otuz yıl içinde yeni şeylerin yaratılabileceğini öngördüklerini söylüyor kesin bir tarih veremiyor ve eskileri pazarlamaya devam ediyorlardı. eskilerin en az yüzyıl insanlığın ihtiyacını karşılamaya yeteceğini koca profesörler tv ler de açıklıyordu. insanlar kolay kabul etti, yeni bir şeye ihtiyaç yoktu.
yazarlar için yapılabilecek en kötü hata bilgisayar kullanmak. her bilgisayar ağa bağlı, ağda ki her şey de telif şirketlerinin oto-kontrol bootları tarafından düzenli olarak takip ediliyor. kalem kağıt satışları patlamış, ama ben şanslıyım. benim tam yüz yirmi yaşında bir makinem var. tıpkı eski model bilgisayarlara benziyor hani klavyeli olanlar hatırlarsınız, ama klavye de dokunduğum her tuş o harfi gerçekten de yazıyor.
gerçek kağıdın üstüne. gerçek mürekkep ile. bu makinelerden artık pek yok kimse de.
bolüm - iv-
pinar, ben ve semih
pınarın annesi bizi bırakıp gittiğinde, pınar daha okula başlamamıştı. annem ve isimlerini bir çırpıda hatırlamadığım bakıcıların da çok emeği var ama pınar ı ben büyüttüm. tipik asosyal bir yazar değilim ama çok da sevgilim olmadı. kadınlarla pek anlaşamam. yatakta isem ve yanımda bir kadın varsa bunun muhtemel sebebi bizim çocuklarla felekten bir gün geçirmiş olmamız ve istanbul'un her yerinde üç otuz paraya tüm gece kiralayabileceğiniz çinli bir hatuna o üç otuz parayı vermiş olmamdır. zaten ben - yatak ve kadın üçlüsü en fazla on beş dakika bir arada bulunabilir. duşa asla onlarla birlikte girmem.
pınar'ın hafiften oğlan çocuğu gibi olması, hani bu delikanlı tavırları var ya işte sanırım bu yüzden yani benim etrafımda onun da modeli olabilecek kadın bulunmayışından. hep bizle takıldı. bizim çocuklarla. birahaneye de beraber gittik, maça da. otel lobisinde beni on beş yirmi dakika beklemişliği bile vardır.
şerefsiz bir keresin de bana sırıtarak:
- çok mu kısa sürdü erkanım? olmaz bu iş böyle. hapları var bu işin alsana sen de daha gençsin maazallah. karıya verdiğin paraya yazık.
demişti. hani semih dese bunu siktir lan! derdim ama karşımda pınar vardı:
- senin ağzına yüzüne sıçarım çocuk, itlik yapma bana.
dergi işleri bittikten sonra bir ara okulda resim hocalığı yaptım. kafeterya açtım sonra ve battım. spor malzemeleri satan bir dükkanım oldu. fena da gitmedi o iş ama orayı da devrettim. bir dönem önüme gelen her işi de yaptım. bazen bir kaç ay hiçbir şey yapmadan ve sadece devletten gelen asgari yardımla yaşadım. pınar'ın bakımı okulu ve harçlığı bunu bulduktan sonra kiramı bir şekilde hep ödedim. bir dönem ise illegal bir işle kazandım paramı.
bir şeyler yazıyor çiziyor ve bunu elle eski kağıtlara yapıyorduk. sonra da aptal zenginlere gene el altından "bunlar eskiden yapılmış ve telifleri alınmamış eserler" diye yutturuyorduk. salak herifler bunlara para veriyor daha sonra da kendi eş dostlarına nadir koleksiyonlar diye gösteriyorlardı. gerçeği anladıklarında bile bizi şikayet edemiyorlardı çünkü kendileri de aslında telif yasalarını çiğniyordu. kolay para.
semih sabahtan gelmişti eve. ben pınar için kahvaltıyı hazırladıktan hemen sonra. oturdu masaya ve onu görmediğim son üç gün de aklına gelenleri anlatmaya başladı gene.
- abicim şimdi 9 yaşında bir erkek çocuğu var.
- evet.
- bunun abi çok acayip bir hayal gücü var
- evet semih.
- abi bir gün bu bir sincap görür bahçede sincap böyle takım elbiseli filan saatine bakıp geç kaldım geç kaldım diye dolaşıyor, çocuk da bunun peşine düşer.
- eee?
- şimdi abicim çocuk erkek, kız değil, gördüğü de sincap tavşan değil, beraber ağaç kovuğuna girerler yani yerdeki bir oyuğa değil
- allah belanı versin semih.
pınar çayını yudumlarken yakalanır benim bu son sözüme. püskürtür ağzındakini. hep komik bulmuştur beni.
- erkanım sen de hiç yardımcı olmuyorsun kankine, bak çocuk kız değil erkekmiş.
- ha, öyleymiş di mi?
semih pınar'a verdiğim cevap ta her nasılsa bir ışık görmüştü:
- evet, abicim dinlemiyorsun ki beni!
- semih, değil ki erkek, bunun ibne olduktan sonra lezbiyen olan ve koalanın peşinden gideni bile yapıldı.
- hadi be!
- ya! malesef canım arkadaşım.
- peki, abi ninja olan koala hikayemi dinlesene bak bu son.
seviyorum bu semih'i. yaklaşan doğum günüm için pınar'la birlikte bana bu eski makinelerden birini almışlar. hem de türkçe yazabilenden. hala pınar'ın yatağının altında. doğum günüm gelmeden de vermeyecekler anlaşılan.