* Tek abdestle bes vakit namaz kilmak için iki büklüm kivranan kisi tabii ki Türk'tür.
* Desenlerini çok begenerek aldigi yeni bir mobilyanin üstünü baska bir örtü örterek kullanan kisi Türk'tür.
* Çayi, çay tabagina döküp içen bir Türk degil midir?
* Geçirdigi bir trafik kazasindan sonra kanlar içinde çikip, çarpilmis arabasina üzülen kisi Türk'tür.
* Tüp kaçiriyor mu, kaçirmiyor mu diye kibrit yakip kontrol eden Türk'ten baskasi olabilir mi?
* Yemekte eti biçakla degil, çatalin yaniyla kesmeye çalisan bir kisi görürseniz gözlerinden öpün, o bir Türk'tür.
* Kirmizi isikta durdugunuz için size ancak bir Türk bagirabilir.
* Otoyolda, otomobilin gaz pedalina tugla koyup, yorulmadan kullanma fikri bir Türk'ündür.
* Ancak bir Türk, Cola'yi çalkalayip fiskirtarak asitsiz içmeyi akil edebilir.
* Elektonik hesap makinesini, uzaktan kumandasini naylona sarmis, üzerine de ambalaj lastigi geçirmis birini görürseniz hemen boynuna sarilin. Türk'tür o.
* On yillik bir otomobilin koltuk ambalaj naylonlarini çikarmadan kullanma becerisini ancak Türkler gösterebilir.
Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigli, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiç bir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."
Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.
Fransız Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiç bir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta bir kaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."
ingiliz sefiri Sor James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek istanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiç bir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."
Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."
Fransız Dr. Brayer, 1830'ların istanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı istanbul'da her sene azamı beş-altı hırsızlık vak'ası görülür." Ubicini Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vak'aları olmadan gün geçmez."
Edmondo de Amicis isimli italyan gezgini, yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize: "istanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."
Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir." Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu. Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın: "Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir."
Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın istanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum." Aynı zamanda ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. iyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile tesmil ederler." Bu tespiti, islâm ve Türk düşmanı avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkati hayvanlara bile samildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..." "Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam: "Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e bir gün yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: "Allah'ın rızasını tahsile yarar."
aslında çok güzel özellikleri olan millettir. bu özellikler bilinir, her fırsatta yazılır çizilir ve dile getirilir. kendini övme, böbürlenme en kolay iş sanılır. türk erkekleri arada sırada bıyıklarını işaret ve baş parmakları arasında sıkıştırarak çekiştirirler. buna ''bıyık burmak'' denir. erkek bir toplum olduğu için yaşam felsefesi üç sözcükte özetlenmiştir: at, avrat, silah!
yaşamın anlamı üzerinde de düşünen türkler üç mantıklı felsefeyi ortaya koymuşlardır:
-bir şey olmaz felsefesi
-idare et abi...felsefesi
-ekmek parası felsefesi!