bir yolculuk hikayesi

entry2 galeri0
    1.
  1. Burnunun ucuna kadar çektiği atkıya soluyor, düşmek üzere olan gözlüğünün camları buharlaştıkça köşedeki müzik kutusunun bir bulanık bir net olmasından çocukça bir zevk alıyordu. Yağmurdan kaçıp bu küçük kafeye doluşan insanların içlerinden taşan neşeye anlam veremezken, sabahtan beri yakasına yapışan keyifsizliğe o da sarılıyordu. Gözlüğünü, cebinden çıkardığı kırmızı ve üşümüş eliyle geriye itip atkıya iyice gömüldü. Şimdi gördükleri, insanlardan daha fazlasıydı. Karmaşık şekiller, düşünceler görüyordu. Atkıya saldığı nefesi, onu bulunduğu mekanın, zamanın dışına götürüyordu. Cansu da koşarcasına, kaçarcasına soluyordu.

    Bir düş yolculuğuna çıkmıştı. Koşuyor, sonra yorulup yürüyordu. Dağlar aşmıştı ama hep aynı yerde buluyordu kendini. Kendinden gidip, kendine geldiği bir yoldu bu. Gittiği yer, yağmurların dünyaya düştüğü yer olmalıydı. Gözlerinden dökülen insanlığın, dahil olmalıydı. Bıçak gibi keskin rüzgarlar bedenine saldırıyor, kirli saçlarını çekiştiriyordu. Ufalıyordu git gide, aşınıyordu. Hiçbir şey hissetmedi. Etrafına bakındı. Bir yaşam kırıntısı aradı kendinden başka. Her şey çamura bulanmıştı. Öyle bir çamurlaşma ki, insanlığın doğuşundaki kadar saf ve bihaberdi dünyadan. insanlar vardı, ama kiminin elleri, ayakları yoktu. Düşe kalka dolanıyordu aralarında. Kiminin geriye sadece kalpleri kalmıştı. Bir canlıya ait olamayacak kadar çamurdan bir kalp. Hayatta olması, kendisi için yolculuğun henüz bitmediği anlamına geliyordu. Bir çığlık duyuyordu derinlerden. Arkasına döndüğünde birini gördü. Kadın, kocaman gözleriyle çamura bulanmış elleriyle tuttuğu kalbine ağlıyordu. Siyah saçları, karanlıkları aydınlık kılardı. Öyle tanıdık, öyle Cansu’ydu ki! Ama gözlerindeki nefret rüzgarlara savaş açıyor, sevgisi kendine bile yetmiyordu. Cansu, kadına doğru düşe savrula koştu, yardım etmek istiyordu. Uzatıverdi elini. Elleri kirlendi. Çamurdan bir tokat yedi. Benden nefret ediyor, diye düşündü. Ve kadın bunu söylediğinde koca bir şehrin çamuru bir anda akmaya başladı. Güneş, Cansu’nun uykusuz gözlerini acıtarak gün yüzüne çıkarıyordu istanbul’u. Kadın nefretle çığlık attıkça tüm o tanıdık sokaklar etraflarına toplanıyordu. Kız kulesi bir çırpıda, çamur denizinden sökülüp diplerinde bitiyordu. Boğazı elleriyle parçalarken “Beni unuttun, terk ettin!” diyordu. Öyle çok ağlıyordu ki, bir çiçek olsaydı ellerinde, o an yeşeriverirdi. Kin Çiçeği.

    istanbul bir harabeye dönüştüğünde, kadının haykırmaya hali kalmamıştı. Ellerinde kalbi, sessizce ağlıyordu. Şimdi rüzgarlar hem Cansu’nun hem kadının canını yakıyordu. “ Biraz daha yağsın istiyorum. Senle beni arındıracak kadar. Bizi ayıran her neyse, alıp götürecek kadar.” Cansu bunları söylerken, öyle çok yağdı ki yağmur… Ve bu yollarca, yıllarcaymışçasına süren yolculuğu o an sona erdi.

    Uyandığında, insanlar gitmişlerdi. Şemsiyesi elinde, sahile doğru ilerledi. Güneş yavaş yavaş yakıyordu sırtını. Ilık ılık, tane tane yüzüne dokunan şey, ince ve nazik bir yağmurdu. Üsküdar’ın o güzel manzarasına bakıp “Çok zor değilmiş, sandığım kadar.” dedi. Yüzünde çok uzaklardan gelen birinin yorgunluğuyla, çantasından bir kart çıkarıp numarayı çevirdi.

    - Abla? Evet, benim. istanbul’dayım, senin için. Seni seviyorum.
    5 ...
  2. 2.
  3. Recep Tayyip Erdoğan'ın yurt dışı gezilerini kaleme aldığı yeni kitabının ismi.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük