güneşin batmaya yüz tuttuğu bir akşamüstü, tepesine çıkıp şehrin, manzaraya ve yeni yeni aydınlanmaya başlayan şehrin ışıklarına bakarak dalıp gitmektir esasen.
sol çaprazdan fil, tam karşıdan kale, hafif sağ açıktan at tehditinde, şah'a rok yaptırmaktır, bir ihtimalin daha olması.
farkında olmadıklarımızın hayatımıza ansızın giriş yapmasıdır ihtimal dahilinde olanlar. beyine süzgeç koysak ve arınsak tüm kötü düşüncelerden, sonra bir ışık hüzmesi içinde aydınlansa tüm ihtimale açık kapılar, sonra ölmek nedir denense ve her ne yazılmaya çalışılmışsa bu ihtimal adına geride, küpe olsun bana, tecrübe olsun, mümkünse bir de aşk olsun..
gökhan semiz'in aşağıdaki şiirini müjdat gezen'in birkaç defa söylediği güzel film. bir sürü filme göndermelerle doludur.
ölümle dirim arasında
bir tül var ince..çok ince
hatırlıyorum da bir gece,
vuslata erene kadar içince,
hiç bilmeden konuşabilmiştim.. çince
sonra, tam da meşk peşinde koşarken
tanrı beni aranızdan alırsa bir gece
mezar taşıma şunları yazın..
"şarkısı yarıda aklı karıda kaldı"
artık yaşlanmış 4 - 5 eski müsizyenin "türk sanat musikisi" için verdikleri mücadeleyi anlatan klişe bir türk filmi. her zamanki gibi sosyal mesaj verme buhranı unutulmamış.
kardeşim elbette sinemada da diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi sosyal mesaj verme çabası gayet doğal. fakat bunu o kadar da abartmamak, sosyal mesaj verelim diye işin bokunu çıkartmamak gerekiyor. türk filmlerinde bu toplumsal mesaj verme dalgası kendini aşmış durumda. konulu porno gibi resmen. konulu porno filmlerde konu gayet tırttır. insanlara verilmek istenilen pornodur. bizde de öyle film gayet boktan önemli olan toplumsal mesaj. iyi de kardeşim toplumsal mesajın kıvamı o kadar yoğun ki filminde önüne geçiyor, o nasıl olacak düşünen yok. bir çok türk filminde olduğu gibi bu filmde de, bu toplumsal mesaj verme çabasından amerika da nasibini almış durumda.
filmin çıkış noktası bile tuhaf , filmimizin baş kahramanı mercan abi sokak ortasında öldürülen bir kadını görünce toplumdaki kültürel yozlaşmanın ve etrafındaki popüler kültüre biat etmiş dejenere gençliğin farkına iyiden iyiye varır. ve yıllarca beraber çalıştığı eski saz arkadaşları ekibini toplamaya karar verir. zaten o günlere özlem duymaktadır sürekli. amaç türk sanat musikisini topluma yeniden anlatmak gençlerimize bu kültür ve zenginliği tanıtmaktır. çünkü bu sayede toplum türk sanat musikisinin yardımı ile bu yozlaşmayı aşacak, evcilleşecek, üstün insan olacaktır. nasıl bir mantıksa artık.
insan tam bu noktada “ulan bundan 50-100 yıl öncesinde türk sanat müzikli dönemlerde sokak ortasında hiç mi kadın öldürülmüyordu diye soruyor kendine.
yani senaryo gayet boktan ve klişe bir senaryo.
fakat insan, filmde yer alan başarılı ve deneyimli oyunculara bakınca gaza geliyor. izlemekten kendisini alamıyor.
bu durumda da ikinci bir türk filmi klişesi çıkıyor karşımıza.
ihtiyar adam sendromu.
özellikle son dönemki türk filmlerinde eğer ihtiyar ve başarılı bir oyuncu varsa bu üstadın rolü genelde bellidir. ihtiyar adam. bunun gibi filmlerde ihtiyar oyuncunun suratına artık ihtiyarladığı gerçeği sürekli vurulur. bu bazen rol alan yaşlı oyuncunun, yaşına aykırı daha delikanlı zıpçıktı bir karekterle işlenir ya da artık ihtiyarladım elden ayaktan düştüm acınası haldeyim mesajıyla işlenir. bu sayede adamın tecrübeleri ve oyunculuk yeteneği, hiçe sayılır.
bunun adı artık ihtiyarlara vefa borcunu ödemek midir, yoksa ihtiyarlığın boktan bir şey olduğunu göstermek midir aklım almıyor.
gerçi bizim tecrübeli aktrist ve aktörlerimiz de bu rollere eğilimliler. bu ihtiyarlık mastürbasyonundan bu “vay be biz eskiden neymişiz abi” hissiyatından kendilerini alamıyorlar. “bu ne saçma bir rol kardeşim, adam gibi senaryo adam gibi bir karakter getirin de oyunculuğumuzu gösterelim” demiyorlar.
fakat bunu dünya sinemasında diğer bir çok tecrübeli ve yaşlı oyuncularda çok nadiren görüyoruz. yani, antony hopkins, michael douglas, robert de niro, al pacino gibi isimler toplanıp da ihtiyarlık masturbasyonu yapmıyorlar. daha usturuplu ve oynaması maharet gerektiren daha kompleks karakterleri canlandırıyorlar hep.
filmde dikkatimi çeken bir diğer husus da amerika vurgusu. yahu biz bu kötü amerika güdüsünü her filmde ve her yerde yaşamak zorunda mıyız arkadaş. nedir bu amerika saplantımız anlamıyorum. tamam amerika kötüdür emperyalisttir falan anlıyoruz bunu. bunu sürekli gözümüze sokmanın bir anlamı yok ki. amerika da kötüdür, amerikalılar da kötüdür.
gerçi sadece sinemada değil bu toplumun her yerinde bu böyle. sürekli bir amerika eleştirisi. sürekli bir amerika olumsuzluğu. bunun adına bizim buralarda kuru kuruya gadanı alıyım denir.
eleştrinin de bir dozu olmalı bir şey üzerine durmadan konuşursan o konu ehemmiyetini kaybeder. eleştrinin fazlası eleştrileni kutsamaktır. onu artık yok sayamamaktır. görmezden gelinemeyecek bir marka yapmaktır.
bizimkisi de böyle bir şey işte. amerika bizim için her şey olmuş. tıpkı azrailimiz gibi. yok sayarsak dinden çıkacağımızı düşünerek sonuna kadar inanıyoruz. ama ölürcesine de korkuyor ve istemiyoruz onu. amerika şunu yaptı, amerika bunu yaptı , amerika bize kızar, amerika bize destek verir, amerika sırtımızı sıvazladı, amerikaden el aldık, başımıza düşen taşın sorumlusu amerika, amerika da amerika.
bu amerika saplantısından bir kurtulup kendimiz olabilsek, her şeyi amerikaya bağlamasak, işte o zaman toplumsal olarak her alanda daha başarılı olabileceğimizi düşünüyorum.
madem toplumsal mesajdan dem vurduk. bu da, bu konun verilmek istenilen mesajı olsun, datlı yazarlar.
ilk defa zeki muren'i es gecip safiye ayla'dan dinlemeyi tercih ettigim tsm eseri. ozellikle sarkinin giris kisminda 'soyle canim ne dersin' kismini ayri bir guzel soyluyor safiye ayla.