çocuktum, ufaktım. düzce'den kartepe'ye yeni gelmiştim o zamanlar.
sonradan iki çocuklu olacak, kendini aristokrat sayan bir çerkes ailesinin ilk çocuğuydum. annem babam o konuyla pek ilgilenmese de, beni geleneklere göre yetiştiren bir dedem ve büyük babaannem, yani ailemizin en yaşlısı vardı.
derbent'e çoğu çerkes ailesi gibi bir arada yaşamak için gelmiştik, aynı avluyu paylaşarak. annem bu köyü benim atalarımın kurduğunu söylediğinde ısınmıştım buraya. dedemlerin evi ile aynı avluya bir ev yaptırdık, 1999 depreminden sonra taşındığımızda. çevremi bir incelemeye karar verdim bir gün, yani bir oyun arkadaşı bulmaya karar verdim. ne de olsa çocuktum, bilye ve futbol oynamayı çok seviyordum. davor suker kahramanımdı. bir çocuk buldum, bizi ziyarete gelen.
esmer, hafif toplu bir çocuktu. tanıştık, ismi mert'miş. ben de kendimi tanıttım ve o zamanlardaki çoğu çocuk gibi, hemen arkadaş olduk, avluya taşlarla kaleler kuruldu. top oynandı, taşlar üstünde bilye oynandı, beraberce bixi cola'lar içildi.
mert bana evlerini tarif etti. ertesi gün oraya gittim, ev küçücüktü, tek gözdü. şaşırmıştım, o zamanlar güçlenmeye başlayan çerkes aileleri gibi ailem bürokrasidir-mafyadır* gibi işlere bulaştığı için kocaman bir evimiz vardı. kardeşiyle beraber yaşıyordu, anneleri günün 18 saati çalışıyordu. yani, bunu sonradan öğrendim. zira çocuktum, evlere pek önem vermiyordum, önemli olan oynadığımız oyunlardı.
aradan yıllar, yıllar geçti. mert benim kardeşim gibi oldu.
18'inin başında, mert okulunu bırakmak zorunda kaldı, çalışmaya başladı. benim için acı bir durumdu, o ise halinden memnundu. ''hiç olmazsa, kardeşimle annemi artık daha çok refah içinde yaşatırım.'' diyordu, bir yandan da gözlerinin içi gülüyordu.