bir bisikletle yollara çıkmak ve aniden gelen aşk

entry32 galeri1
    1.
  1. arabalardan hep nefret ettim. üniversite 2. sınıfta aldığım ehliyetimle araba kullanmışlığım 50'yi geçmemiştir. bunda babamın : "lan ooooluum debreyaja bas debreyaja" , "yaaa ardakaş nasıl stop ettiriyosun anlamıyorum yaa. ben gidiyorum" tarzı motive eden sözleri de etkili olmuş olabilir.

    iki tekerli olan her şeye ise ilgim her zaman had safhada oldu. en başta bisiklet sonra motor. ikisi de özgürlük demek benim için.

    tensel temas benim için önemlidir. bisikletinizle o kadar bütünleşirsiniz ki, üzerinde yaptığınız her harekete bir cevap verir. bazen bacak içerimi özellikle kadroya değidirir, ona duyduğum güveni hissetmesini dilerim.

    denizse benim çocukluk aşkımdır. aslında havuz ve arabayı hep birbirine benzetirim. 4 yanı kapalı bir kutu. deniz ve bisiklet ise öyle değiller. birbirlerine kavuşmak için yaratılmışlar.

    dalgaların hemen kumsala vurduğu yerde ilk kez bisiklet kullandığımda 6 yaşındaydım. hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi. ben denizin çocuğuyum. ilk kez eniştem 5 yaşlarında soktu ve bir daha çıkmadım.

    o eşsiz kavuşmayı kendi gözlerimle tekrar görmek için bir kez daha bisikletimi aldım ve yollara çıktım. hedefim taşucu kum mahallesi.

    yol boyunca bir çok şey düşündüm pedallarken. gökyüzünün kapladığı bunca insan, belki de gerçekten "hiç yaşayamadan" ölüyor gidiyor... beni bisikletin üzerinde gören insanların bakışlarına odaklandım sonra. yüz ifadeleri, mimiklerine. kendimce yaşadıkları hayatla ilgili tahminde bulundum. işte şurdaki yörük kadını, belki 3'den fazla çocuğu var. 40'lı yaşlarda. yaşam şartlarının yükü çökmüş göz kapaklarına. bana bakarken yüzünde hayal kırıklıklarını okudum.

    geze geze ve oyalana oyalana sonlandırdım yolculuğumu bir öğe vakti taşucu kıyılarında. bisikletimi yedime aldım ve kumsala doğru yürümeye başladım. o sırada bir kadın çekti dikkatimi. bana doğru dikkatli dikkatli bakan bir kadın. onu davet edercesine, olduğum yere çöktüm ve bakışlarımı denize diktim. helikopter pilotlarının kimi zaman hayatlarına mâl olan o ufuk çizgisine... ölüm hepimiz için kaçınılmaz. ama ufuk çizgisini kaybedip denize çakılan pilotların ölümü bana hep trajik gelmiştir. belki bu sadece bir efsaneydi ama bana bir çok şeyi çağrıştırıyordu. hayata dair şeyleri. öyle ya, hayatta da bazen bize yol gösteren şeyleri kaybediveririz.

    ben böyle düşünürken, kum tanelerine ürkek ürkek basan bir ayak sesi işittim. duyması çok zor olan bu sesin sahibi ayakları bir de yavaş çekim görüntüsüyle seyretmek isterdim. çünkü adım kadar emindim ki bunlar bir kadına aitti. kumla buluşan o pamuk yumuşaklığında ayaklar, kumla öpüşüyor; öpüşmenin hemen bitiminde o busenin şehvetiyle olsa gerek kendilerinden kopup giden o ayakla havalanan kum taneleri havadaki rakslarını tamamlayıp sonrasında yere düşüp can veriyorlardı. bu giden sevgilinin ardından hüzünle icra edilen bir danstı. vals kadar asil ve sadeydi.

    +merhaba, rahatsız etmiyorum değil mi?

    başımı kaldırdım. uzun sarı saçlı bir kız ve mavi gözler. küçük burnunun etrafını belli belirsiz kaplayan bir kaç çil... ıslak dudaklarını araladığında, insanın gözünü kamaştıran beyaz dişler. ve asla unutmayacağım, unutmayı ise bu hayata ihanet sayacağım masum bir yüz ifadesi.

    - hayır takibi ki. buyrun. ben öylesine oturuyordum.
    +nerden geliyorsun?
    -mersin'den.
    +buraya kadar bisikletle mi geldin?
    -evet.
    +yorucu olmuyor mu?
    -oluyor ama değiyor.
    +çok konuşkan değilsin sanırım?
    -yeni tanıştığım insanlar için; evet. bu güzel bir kadın olsa da.

    gülümsedi. o sırada nazik ayak bileğindeki hal hal dikkatimi çekti. üzerinde gümüşten işlenmiş küçük yunuslar vardı.

    -yunusları seviyorsun sanırım?
    +aaa evet. nerden bildin?
    -hal halın dikkatimi çekti.
    +ben sana dair bir şey bilmiyorum ama. bence biraz sen de anlat...
    -ben de yunusları severim.
    +(kahkaha atarak) gerçekten de konuşkan değilmişsin. denize girelim mi?
    -olur tabi.

    yanyana yürüdük kumsala doğru. ben hep hızlı yürürüm. bu kez adımlarımı onun adımlarına göre atıyordum. yavaşça. birden aklıma erkeklerin hoşlandıkları kadınlar için adımlarını yavaşlattığını konu alan bir haber geldi. kendi kendime gülümsedim.

    +biliyor musun? seni yakından tanımak isterim. belki oturup bir kahve içmek.
    -konuşmuyorsun ama çok netsin. (gülümsedi)
    +evet. bir insanın başka bir insandan hoşlandığını söylemesinin kolay dinlendirilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.
    -bence doğru düşünüyorsun. (elimden tuttu) ama önce biraz yüzelim. güzel bir kafe biliyorum. sonra orada bir şeyler içeriz.

    elim bir kadının elindeydi ve denizin sularıyla bu şekilde buluşmanın nasıl bir duygu olduğunu o gün o an ilk kez tadıyordum. bu his kesinlikle başka bir şeydi. kalbimi binlerce arı sokuyordu adeta ve en güzeli de ben bundan zevk alıyordum.

    denize dair çok şey hatırlamıyorum. ayağımızın değdiği bir yerdeydik ve az sonra ayak parmak uçlarıyla hafifçe dizlerime bastı. kollarımdan tuttu ve kendini geriye yasladı. sırtı suya hafif hafif dokunuyordu.

    +beni döndürür müsün?

    suyun içinde kendi eksenim etrafımda dönmeye başladım. bunu yapmak zordu ama yaşadığım hisse değerdi. başını arkaya devirmişti ve gözkapakları kapalıydı. adeta güneşi her zerresinde hissetmek istiyordu beyaz yüzü. ıslak dudaklarını tatlı bir gülümseme kaplamıştı.

    güneş batmaya başlamıştı. yine el ele çıktık denizden. çardağından begonvillerin sarktığı şirin bir butik kafeye gelmiştik. barış manço'nun blue morning angelşarkısı çalıyordu...

    https://www.youtube.com/watch?v=gPE0XOHSwok

    +dans edelim mi?
    -tabi.

    hayatımın en güzel dansıydı. onun gözlerinde kaç kez kayboldum bilemiyorum...

    aşk bu kadar ani gelebilir miydi insana? evet. dünya alt üst olmuştu belki ama aşk aniden gelebilirdi...
    22 ...
  2. 2.
  3. 3.
  4. (bkz: ve sonra zil sesiyle aniden uyandığımda)

    Deniz motor ve bisikletli bir sabaha uyanmak için dua ettirmiştir.
    4 ...
  5. 4.
  6. o güzel şarkı bitene kadar dans ettik. ve ben hayatım boyunca ilk kez barış abi'ye kızdım içten içe. omuzumdaki sol eli o üç dakikadan ibaret eşsiz şarkının bitimiyle, belime doğru kaydı bir kaç saliseliğine ve yeniden sahibine döndü. sağ eli ise bende kalmaya devam etti.

    +gel, seni en güzel masaya götüreceğim

    bu küçük kafede belki en fazla on masa vardı ve gördüğüm masalardan hangisinin en güzeli olduğuna karar verememiştim. iki şirin sandalye ile süslenmiş, kenarından çiçek desenli dantellerinin sarktığı, beyaz örtülü bir masaya oturduk. geceyi kolanya çiçeğinin eşsiz kokusu büyülüyordu. sonra farkettim ki bu kafenin diğer tüm masaları dört kişilikti. ve anladım ki masamızın güzelliği, hayatta pek çok şeyi güzel yapan şeydi

    kafenin sahibi, orta yaşlı bir kadındı. büyük taşlı kolyesinini, parmaklarındaki güzel taşlı yüzükler tamamlıyordu. bunların arasında kaplan gözü dikkatimi çekti. o hiçbir zaman göründüğü gibi bir taş değildi. belki bin farklı açıdan bin farklı şekilde gözükürdü. saçının neredeyse tamamını örten mor renkli ve menekşe desenli bir saç bandı takmıştı.

    * ne içersiniz gençler?
    + ben size özel kahvenizden alacağım, suzan abla. suskun arkadaşıma da aynısından lütfen.

    hayatımda hiçbir zaman benim yerime karar alan insanlara yer olmamıştır. buna ebeveynlerim de dahil. ama hakkını vermeliyim ki, zaten onlar da hayatıma hiçbir zaman müdahale etmediler. hiçbir zaman kendi kararım olmayan bir şeyden pişmanlık yaşamamıştım. ancak nedendir bilinmez bu duru kadının benim yerime karar alışı o anda bir çok duygumu besliyordu.

    -buraya sık gelir misin?
    +evet, her yaz. burası bana huzur veriyor.
    -neden huzur aradığın bir şey mi?
    +neden öyle sordun, senin bulabildiğin bir şey mi yoksa?

    bu felsefi derinliği olan bir soruydu. ve ben öyle yavaş yavaş da değil, bisikletle sık sık indiğim o patikalarda olduğu gibi hızlıca onun çekim alanına girmiştim bile.

    +kadere inanır mısın?
    -kesinlikle.
    +ben de. ve seçimlerimize. mesela şu an seni öpmek ya da öpmemek gibi iki seçeneğim var. ve öpmezsem eğer, yarın sabah uyandığımda tanrı'ya "niye kaderimde bu yoktu" diye kızma hakkımın olduğunu sanmıyorum...

    bunu söylerken o kadar güzel gülümsüyordu ki, kuruyan dudaklarımı dilimle hafifçe ıslattım ve bunu görmemesi için hafifçe başımı öne eğdim. bunu yaparken mavi gözlerini dikmiş bana bakıyordu. küçükken anneannemin bahçesinde en sevdiğim çiçek çivit mavisi bir ortanca idi. o mavi bu maviydi. çivit mavisi gözleri adeta çivi gibi saplanmıştı bana.

    +(hafif bir kahkaha atarak) ama tabi ki bu sadece bir örnekti.
    -evet biliyorum.

    bu sırada kahvelerimiz geldi. çay bardağına yakın, porselen fincanlarda gelen kahvenin içinde sanırım menengiç ve kakule vardı. belki biraz da türk kahvesi karıştırılmıştı. kesinlikle güzel bir rayihası vardı. karşımda kahvesini yudumlayan bu kadını arkama yaslanıp da izleme fırsatını kaçırmak istemedim. çünkü ben de ertesi sabah bunu yapmadığım için tanrı yı suçlu ilan etmek istemiyordum. bambudan yapılmış sandalyemin sırtlığına hafifçe yaslandım ve içimde fırtınalar kopartan o gözlere kilitlendim. bu sırada kahvesini dudaklarından ayırdı ve hafifçe gülümserken narin elini hemen göğsüyle boynunun birleştiği yere bir saniyeliğine değdirip çekti. bu bir utangaçlık alametiydi.

    +bir şeyler yerken ya da içerken birinin izlemesi beni hep utandırmıştır.
    -özür dilerim. şey.. ben farkında değilim.
    +hayır hayır özür dilememelisin. sadece seninle paylaşmak istedim.

    bu belki iki insan için sıradan bir paylaşımdı ancak benim için öyle değildi. onun benimle paylaştığı ilk duyguydu bu... bundan aldığım cesaretle kahvemden bir yudum aldım ve vaktin hiç geçmemesini dileyerek ancak ilerleyen saatlerde neler olabileceği hakkında da tahminlerde bulunarak ona bakmaya devam ettim.

    bu sırada barış manço dan little darling çalmaya başladı. yüzünde hafif bir üzüntü belirdi.

    https://www.youtube.com/watch?v=rC-BdXUZybU

    +bu şarkı beni hep hüzünlendirir. niye bilmiyorum. ve nedense şu an hissettirdiği hüznü iki katına çıkartıyor.
    -neden?
    +ayrılıklar seni de üzmez mi?
    -evet üzer tabi.

    ona dair pek çok şey daha öğrenmek istiyordum. bu kadının vücudunun çeperlerine hapsolmuş o ruha dair her ayrıntıyı ölesiye merak ediyordum... ve bu merakı içimde bırakmaya niyetim yoktu.
    8 ...
  7. 5.
  8. (bkz: ve sonunda seviştiler)

    Mutlu sonla bitmesi zor hikayedir. menengiç kakule kahve filan demişler kız kesin mardinli, hatta aşiretler ve aşırı baskıdan kaçmış sahil memleketinde son günlerinin tadını çıkarıyor.

    (bkz: ve sonunda öldüler)
    3 ...
  9. 6.
  10. " Bas pedali bak gokyuzune. Seni bekleyen baska bir adam var."
    2 ...
  11. 7.
  12. devam edecek bir hikaye. kendi çapında ve kimseye bir şey ispat etme gayreti taşımadan.
    3 ...
  13. 8.
  14. Erinmeden yazmis... Ne buyuk is olmus..
    2 ...
  15. 9.
  16. ve merakımı gidermek, bu pandoranın kutusunu açmak için daha fazla konuşmam gerektiğine karar verdim. hoş, onu saatlerce daha izlemeyi yeğlerdim ama konuşmak dışında bu ruhu keşfetmenin başka bir yolu da yoktu.

    -seni böyle muhtelif zamanlarda hüzünlendiren bir ayrılık mı yaşadın?
    +evet tabi ki her an. her an bir ayrılık.
    -bu daha çok felsefi bir cevap oldu. bazı anılar vardı onlar felsefenin üzerine çıkar insanı hüzünlendirme konusunda. seni böyle hüzünlendiren , ama en çok hüzünlendiren anı nedir?

    bakışları buğulandı. şimdi içten içe bir insanı geçmişe iteklemenin pişmanlığını yaşıyordum ki bu bir nevi intihara teşvik suçu kadar ağırdı psikolojik olarak benim için. rahatsızlığımı ve pişmanlığımı farketmiş olacak ki hafifçe iç çekip, avcuyla elime dokundu.

    +aslında bunu söylediğim ilk kişisin. sanırm beni en çok hüzünlendiren şey memleketimden ayrılmış olmak.
    -nerelisin?
    +soçi.
    -nasıl yani? rus musun?
    +evet.
    -ama çok güzel ve akıcı konuşuyorsun dilimizi.
    +evet çünkü ayrıldığımda, henüz üç yaşındaymışım. türkiye'de yaşayan anneannemin yanına bırakmış beni dayım. ve memleketime dair bildiklerim anneannemin anlattıklarından ibaret. aslına bakarsan beni asıl hüzünlendiren şey ordan ayrılmış olmak değil, oraya ait anılarının ancak bir başkasının anılarından ibaret olması. bunu anlayabiliyor musun?
    -yaşamadığın bir şey hakkında "seni anlıyorum" cümlesini kurmak ucuz bir yalan olur.

    başını öne eğip, gülümsedi ve elimi sıcak avuçlarına aldı.

    +o halde hissettiklerim hakkında bir tahminin vardır?
    -evet sadece kuru bir tahmin.
    +kendine haksızlık etme. beraber geçirdikleri bir ömre rağmen birbirleri hakkında bir tahminde bulunamayacak insanlar var.

    bu cevap o kadar hoşuma gitti ki yüzümde beliren gülümsemeye engel olamadım. avuçlarındaki elimin paş parmağını avuçlarından usulca kurtardım ve işaret parmağı ile baş parmağının arasında, bir bebeğin yanaklarını andıran yumuşaklıktaki noktayı parmağımla okşadım.

    +beni evime bırakır mısın?
    -tabi ki.

    hançereme bir şey düğümlendi. bisikletimi kafenin sahibine emanet ettim. neden bilmiyorum ama kadının bakışlarında bana karşı bir şefkat hissettim. teşekkür ettim nazikçe ve koşar adım, beni dışarda sıra sıra mavi ladinlerin yanında bekleyen kadınıma doğru yürüdüm.

    ona kendi içimden "kadınım" sıfatını yakıştırmaktan hiç rahatsız olmadım ve gerçekten de kadınımdam hiç mi hiç ayrılmak istemiyordum.
    3 ...
  17. 10.
  18. şimdi kum mahallesinin beton kaplı, şirin sokaklarında yan yana yürümeye başlamıştık. kendiliğinden koluma girivermişti. eğer oraya bir daha gitmeyeceksem gittiğim yerin yollarına hiç dikkat etmezdim ben. bu yüzden sık sık kaybolmuşluğum vardır. ancak bu kez, sık sık geçtiğimiz sokakları inceliyor ve kendime hatırlama noktaları seçiyordum.

    evinin önüne geldiğimizde, beyaz kabarık saçlı ve ancak bir rusa ait olabilecek derecede keskin yüz hatlarına sahip bir kadın ayağa kalktı ve ona anlamadığım fakat rusça olduğunu tahmin ettiğim dilde bir şeyler söyledi. bu dili bilmiyordum maalesef ama kelimelerin tonlamasındaki kızgınlık ve sitemi hissedebiliyordum. kadın arkasını döndü ve sinekliği açarak içeri girdi.

    +haber vermediğim için biraz kırgın sanırım bana.
    -seni zor bir duruma sokmadım umarım?
    +(gülümseyerek) elimi kolumu bağlamadın ya?

    onu en az bir gün daha görmek istiyordum. bir müddet daha susarak birbirimize baktık. kendi kendime "seçimimi yapacağım, kaderimi yaşayacağım ve bunun için tanrı'yı suçlamayacağım." dedim.

    -yarın seni kahvaltıya davet edebilir miyim? hem sonra... seni bir yere götürmek istiyorum. sakıncası yoksa tabi?
    +tamam. beni burdan alabilirsin değil mi?
    -evet alacağım.

    elini hafifçe salladı ve yavaş adımlarla terasa çıkan 3 basamağı tırmandı. süzülerek kapıya kadar gitti ve gözden kayboldu. odalardan birinin ışığı bir kaç dakikalığına yandı. sonra o da söndü.

    kafamda düşünceler, bunun son veda olmasını dileyerek anneanemin burdaki evine doğru yola koyuldum. tek sorunsa bir anahtarımın olmayışıydı...
    3 ...
  19. 11.
  20. Anca amerikan filmlerinde olur turkiyede de olabilir belki ama siz yinede çok şeapmayın.
    1 ...
  21. 12.
  22. ben reserve ümü alayım sonra okurum. ayrıca;

    (bkz: buralar değerlenir)
    1 ...
  23. 13.
  24. içeri nasıl gireceğimi bilmesem de koşar adım yola koyuldum. yol boyunca konuştuklarımızı kendi kendime tekrar ettim. ve o konuşurken yüzünün aldığı her bir hali ezberlediğimi farkettim.

    nihayet eve varmıştım ve doğrudan bahçedeki tulumbanın kapağına yöneldim. el yordamıyla anahtarı ararken içeriden beyaz benekli bir kurbağa fırlayıverdi. ona hafiften sövdükten sonra, anahtarı aramaya devam ettim. ordaydı.

    anahtarı deliğe büyük bir sessizlikle soktum ve dili 3 hamlede fakat yavaş yavaş içeri çektim. kapıyı açışımla yüzüme vuran rutubet kokusuyla karışık sıcaklık beni rahatlattı. çünkü bu kuzenimin bir haftasonu kaçamağı için buraya gelmemiş olduğunu gösteriyordu ve ev uzun süredir kapalı olmalıydı. ben yine de gece karanlığında ortalığa fırlatılmış kondom veya benzeri bir şeye basmamak için dikkatlice elektrik anahtarına kadar gittim ve ışıkları yaktım.

    burası bıraktığım gibiydi. mutfakla salonu, fil dişi rengindeki ve damarlı mermer tezgaha sahip amerikan barı bölüyordu. ancak bu barın raflarında hiç içki gördüğümü hatırlamıyorum. sadece içini cezayir menekşesi rengindeki ispirtonun doldurduğu eski bir yeni rakı şişesi vardı. ahşap iskemlelerden birine oturdum ve bacaklarımın ağrıdığını ancak o zaman farkettim. bu öyle tatlı bir sızıydıki, avuç içlerimle gözlerimi ve sakalsız yüzümü sıvazlarken belli belirsiz gülümsüyordum.

    buraya geldiğimde her zaman yattığım odaya gittim ve dolaptan temiz bir çarşaf bulup özensizce yatağa serdim. uykumda o kadar deliydim ki nasıl olsa o çarşaf üstüme başıma dolanmış belki yataktan düşmüş olacaktı. bu yüzden bu merasimin ömründen bir kaç dakika da olsa çalmasına izin vermedim.

    insan nasıl uykuya daldığını hatırlayamaz hiçbir zaman. sabah uyandığında, uykuya dalmadan hemen önceki o bir kaç saniye tamamen hatıralarından silinir. ve ne ilginçtir ki bu her gün tekrarlanır. sabah ilk iş, eve yiyecek bir şeyler almak lazımdı...
    3 ...
  25. 14.
  26. sabah gözlerimi aniden açtım. geç kalkmış olmanın tedirginliğiyle kalktım yataktan, yatmadan önce tam olarak nereye fırlattığımı bilemediğim saatimi el yordamıyla buldum. "07:04"

    derin biç çektim. doğrudan terasa çıktım ve yan komşumuz fuat amcayı orada bulmayı umut ettim. sürekli havayı öpüyormuşçasına büzük duran dudaklarının hemen üstünde artık beyazlamış fakat özenle kısaltılmış bıyıklarını sıvazlayan bir taraftan da zeki müren den şarkılar mırıldanan bu adam terasında oturuyordu. işine gelmediği zaman zor duyan bu adam beni hemen farkedivermişti....

    +oooo kerhaneci buralarda mıydın sen?

    bunu tipik bir fellah aksanıyla söylüyordu. gülmemi tutamadım.

    -günaydın fuat amca, jawa garajda mı?
    + garajda pezevenk garajda... geç al asmanın altında hemen.

    bu adam, sanırım hayatı boyunca kimseye hesap sormadı. oğlu ahmet çocukluk arkadaşımdı. üniversite boyunca onu görmemiştim ama yıllar sonra bu terasta buluştuğumuzda ancak iki kardeşin samimiyetinde sarılmıştık. asiye teyze'nin ahmet'in evlenmesine ilişkin baskıları bitip tükenmek bilmiyordu. bir gün beni çağırdı ahmet ve fuat amca ile asiye teyze'ye bir itirafta bulunacağını söyledi. akşam yemeği vaktiydi ve tatlı serinlikte bir yaz akşamıydı.

    *baba...
    +söyle oğlum?
    *ben uzun süredir size söylemeyi düşünüyordum. ben eşcinselim.
    -....
    +...
    + allaaah allaaah. yapma yav? cık cık cık. sağlık olsun. duydun mu asiye?
    -...
    *...
    +ibne mi oldun şimdi sen?

    bu soru asiye teyze'yi sinirden de olsa hepimizi kahkahalarla güldürmüştü. ne ahmet ne de fuat amca bir daha bu konuyu açmadı ve asiye teyze için de arzu etmese de oğlunu evlendirme hayalleri son buldu. sonra bir gün fuat amcalara hollanda dan bir zarf geldi.içinde bir fotoğraf vardı ve iki adam damatlıklar içinde poz vermişti. asiye teyze gözyaşlarına boğulmuştu.

    *gelinim mark... gördün mü ne tatlılar?

    uzun süre parmaklarıyla resmi okşadığını hatırlıyorum. sevgiyle, şefkatle...
    2 ...
  27. 15.
  28. Sonuna kadar okuyan biri olduysa özet geçsin lütfen.
    1 ...
  29. 16.
  30. ben okuyorum lan, olaylar şu anda karışmak üzere.
    3 ...
  31. 17.
  32. Çok güzel bir hikaye. (Okumadım)
    1 ...
  33. 18.
  34. Markı gelin yapıp sarı saçlıyı ellere yar etmiştir. O değil de son paragrafı okuyabildim sadece, olaylar bizim evrende kat ettiğimiz yolu ikiye katlamış.
    1 ...
  35. 19.
  36. jawayı çalıştırmak zor olmadı. elimi hemen radyosuna götürdüm. radyoyu açar açmaz sevilen bir şarkının başlancını yakalamış olmak anlatılamaz bir histir. ve şimdi temple of the king çalıyordu. bu şarkı bileğimdeki tilki kuyruğu dövemesine ilham veren şarkıydı.

    https://www.youtube.com/r..._query=temple+of+the+king

    motoru parkedip, hızlıca markete girdim. kahvaltılık bir şeyler aldıktan sonra, elimdeki nevaleleri ankesörlü telefonun yanıbaşında bıraktım. hayattan izole olmayı hedeflediğimden yanımda cep telefonu getirmemiştim. kartımı yuvaya soktum, tuşladım.

    *alo?
    -sibel, hafta içindeki tüm görüşmelerimi iptal et. selim'e söyle destek atsın.
    *ama... müvekkilleriniz?
    -müvekkillerin canı cehenneme. sen dediğimi yap.
    *peki.

    artık zihnim tamamen onunla doluydu. ve kazanacağım herhangi bir kağıt parçasının benim için önemi yoktu. kahvaltılıkları da alıp eve doğru yola koyuldum. poşetleri alelacele bıraktım ve bahçeye çıktım. elimle biraz semiz otu yoldum. normalde domatesi doğramaya üşenen adam şimdi kabuk soyuyordu. güzel bir akdeniz salatası yaptım ve kahvaltılıklardan azar azar renkli minik kaselere koyup amerikan barın tezgahına özenle dizdim. çayı demledikten sonra, dinlenmeye bıraktım ve jawaya atladım.

    *yine neyin peşindesin, küçük dümbük? dikkatli sür.
    -seni seviyorum fuat amca..
    *(hırıltılı bir kahkaha atarak) siktir pezeveng seni!

    evini bulmak zor olmadı. sokağının köşesini döndüm ve motoru susturmadan başımı hafifçe kaldırıp terasa doğru baktım. beni gördü. yavaşça bana doğru hareketlendi ve o neşeli sesiyle konuşmaya başladı.

    +yoksa karşımda kadınlara bağlanmau problemi olan bir erkek mi var?

    bu soruya anlam veremedim. abondane olduğumu görünce çivit mavisi gözleriyle motoru işaret etti.

    +özgürlüğüne düşkün bir adama her zaman tehlikelidir.
    -ben bir kadına bağlanmanın özgürlüğüme engel olacağını düşünmüyorum.
    +peki hiç bir kadına bağlandın mı?
    -...
    +ben de öyle tahmin etmiştim.

    beyaz puantiyeli, askılı ve tek parça kırmızı bir elbise giymişti. sırtını doğuya vererek bir çocuğun annesine olan teslimiyetiyle seleye oturdu ve bembeyaz ellerini hafifçe belime doladı. korunmasız olarak motora binmek gibi bir alışkanlığım yoktu. bu yüzden olabildiğince yavaş gittim.

    eve vardığımızda asiye teyze'nin memnuniyetle fuat amca'yı dürtüşünü gördüm. fuat amca zaten büzük olan dudaklarını biraz daha büzdü ve keyifle, "gördüm gördüm" der gibi başını salladı.

    kapıyı açarken onu buyur ettim ve küçük bir kız çocuğunun elbisesini giymiş bu kadına hayranlıkla baktım.

    -çok şirin olmuşsun.

    sarı saçlarınından boşluğa uzanan bir tutamı kulağının arkasına itti.

    +(gülerek) evet bek modayı takip ettiğim söylenemez değil mi?
    -boş ver, moda bir prangadır zaten. birilerinin senin yerine ne giyeceğine karar vermesi bence çok saçma. bayağı insanlar aldanır ancak ona.

    göz yuvalarında irileşen bakışlarla beni onayladı. son dokunuşu yapmak için ocağa doğru geçtim. o da hafif adımlarla kitaplığa doğru hareket etti. ince uzun parmağını kitapların sırtında gezdirmeye başladı. kasede çırptığım yumurtaları tavaya döktüm. altının piştiğine emin olduktan sonra üzerine kaşar peyniri rendeledim ve biraz maydanoz serptim. sonra yarısından katlayarak omlete yarım ay şekli verdim.

    +maharetlesin baya?
    -üşenmediğim zamanlar...
    +bu kitabı okumuş muydun?

    Elinde Stefan Zweig ın acımak isimli romanı vardı.

    -evet. kitabın sayfalarını tokatladığımı hatırlıyorum. dram beni öfkelendirir.
    +hiç ağlar mısın?
    -belki bir kaç kez.
    +yalan!
    -(gülümsedim) konuşuruz bunları. gel hadi soğutmayalım omleti.

    sandalyesine oturmasına yardım ettim ve gözlerinin içine baktım. mutluydu.
    6 ...
  37. 20.
  38. formatı da iğfal ediyorum ama:

    arkadaşlar, önyargısız ve sabır göstererek okuduğunuzda keyifli vakit geçirebileceğinizi umuyorum. kendiliğinden giden bir hikaye ve imla hatası vb. durumları gördükçe düzeltiyorum.

    ya da kendinize ihanet etmeye devam edip penisli başlıklarla buluşabilirsiniz. buyrun; seçim sizin.
    2 ...
  39. 21.
  40. Özet isteyen yaz gecesi yazarları için:

    Adamın komşusu mavi gözlü. Adam becerikli.omlet yediler,bir olay yok. Ayrıca (bkz: kitabın sayfalarını tokatlamak)
    2 ...
  41. 22.
  42. kahvaltı boyunca ikimiz de çok neşeliydik. pek çok şeyden konuştuk ve yavaş yavaş bu kadının benimle paylaştığı şeylerin arttığını farkediyordum...

    -seni bir yere götürmek istiyorum.

    kum mahallesinin en doğusunda bir deniz feneri vardı. buraya bisikletle defalarca gitmiştim.

    +yine motorla mı gideceğiz?
    -sakıncası yoksa?
    +bir gün bir motora bineceğim hiç aklıma gelmezdi.
    -neden?
    +ürkütücü biraz.
    -alışırsın. gel hadi.

    elinden tuttum ve dışarı çıktık. elleri yine belime dolandı. asiye teyze ile fuat amca bu kez rolleri değişmişlerdi.

    yol boyunca yine yavaşça fakat rüzgârı da hissederek kullandım motoru. bir ara başını sırtıma yasladı usulca. elleri belimi daha sıkı kavradı. bunun kaybetme korkusu olduğuna yemin edebilirdim. rüzgâr hafiften okşuyordu kulaklarımı fakat onun o tatlı sesini gölgeleyemiyordu.

    +korkutmuyor mu seni?
    -ney?
    +motor kullanmak.
    -hayır. sen korkuyor musun?
    +şu an değil. hiç bu sevdanın seni öldürebileceğini düşündün mü?
    -bazı zamanlar. ama bir tutku bu.
    +ne düşünürsün peki o zamanlar?
    -bazen hızla giderken bir anda dengemi kaybettiğimi düşlerim. ölüm o anda çok yakındır. belki bilinçli bir denge kaybı... ve asfaltın sıcak zemini yüzümün derisini yırtar sürtünmeden. sonra belki metrelerce uzaklardan toplanacak uzuvlarım, bilemiyorum. ölüm hep yakın bir ihtimal...

    başını sırtımdan öfkeyle kaldırdı ve bir kadından beklenmeyecek bir güçle elleriyle belimi sıktı. sonra başını tekrar hafifçe sırtıma yasladı. deniz fenerine varana kadar bir daha konuşmadı...
    2 ...
  43. 23.
  44. bana öfkelendiğini hissedebiliyordum. ancak geldiğimiz yer onu hemencecik tekrar neşelendirmişti.

    durur durmaz motordan indi ve o şirin elbisesiyle kumların üzerinde dans etmeye başladı. bunlar daha çok bir balerinin hareketlerine benziyordu. parmak uçlarının üzerindeydi ve beyaz uzun parmaklı elleri şimdi masmavi gökyüzüne dikilmişti.

    sadece ellerinin görüntüsü dahi dünya üzerindeki tüm güzel doğa manzaralarını acımasızca alt ediyordu. bu kadın, evet bu kadın hemen gözlerimin önünde doğanın şehvetine hükmediyordu. motora yaslanmıştım. beyaz dişlerini zaptetmeyerek bana doğru koştu ve boynuma sarıldı. ellerimi ürkekçe beline doladım. sonra deniz fenerinin bitimindeki kayalardan birine oturduk.

    -sevdin mi?
    +haarikaaa! bayıldım buraya.
    -sevindim.

    bakışları bana yoğunlaşmıştı.

    -şu... bir kadına bağlanma meselesi.... ciddi miydin? yani... sence ben..

    sorumu bitiremedim. burnunu ve alnını yanağıma yasladı ve derin derin soludu. sonra yanağımdan öpüverdi.

    +kokun... hiç de öyle değil.

    bu kez ben, onun yumuşacık ellerini avuçlarıma aldım ve avuç içlerini doyasıya kokladım, öptüm ve kokladım. defalarca...

    -beni bekler misin?

    bakışları buğulandı.

    +gitmen mi gerekiyor?
    -evet. sadece kısa bir süreliğine...
    1 ...
  45. 24.
  46. Gençliğimin büyük kısmını bisiklet surerek geçirdim arkadaşlarımla. Hatta aynı yol üzerinde yedi saat surerek rekor kırmışlığımız da vardır ama sonuçlar hep hüsran. Olmayınca olmuyor demek ki.
    1 ...
  47. 25.
  48. dikkatli dikkatli yüzüme baktı. ciddi olup olmadığımı anlamaya çalıştı ve ciddiyetime kanaat getirdikten sonra göğsüme yattı. ellerimle başını tuttum ve yanaklarını okşadım. bir kez daha böyle heyecanlanmıştım. henüz yeni doğmuş olan kardeşimi kucağıma verdiklerinde...

    ve tanrı. bir kez daha bana birini emanet ediyordu. sanki her zaman zevkle eşlik ettiğim scorpions'un send me an angel parçasındaki yakarışa bir cevaptı bu.

    motorla onu evine bıraktım.

    +ne kadar sürecek?
    -sadece bir kaç gün. söz veriyorum.
    +peki işlerin?
    -yeterince para kazandım. sana ulaşabileceğim bir numara var mı?
    +bekle.

    biraz sonra elinde ufak bir kağıt parçasıyla geldi. numarayı boynumda her zaman asılı olan asker künyesine taktım. ellerini saçlarımda gezdirdi. parmak uçlarını doyasıya öptükten sonra kontağı çevirdim.

    +seni seviyorum.

    bunu o kadar içten söylemişti ki bir ara debriyajı elimden kaçırıyordum. ellerim çözülmüştü adeta.

    - bu adam da seni seviyor. unutma döneceğim..

    bisikletimi aldım. ancak vakit kaybetmek istemiyordum. hızlıca merkeze pedalladım ve bir otobüse bindim.

    mersin'e vardığımda direkt eve gittim. o gün ve ondan sonraki günler de olmak üzere bir daha büroya uğramadım. bunun zaten kuyumu kazan basit iş ortaklarımı memnun edeceğine emindim.

    ertesi gün iki bilet almak için bir yazıhaneye gittim. işimi çabucak hallettim ve bankaya uğradım. mersin'de olan tüm işlerimi bir sıra eşliğinde aradan çıkardım. bu süre boyunca onu hiç aramadım. neden bilmiyorum. ama üç koca gün uyumak için yatağa yattığımda bunu başaramadım. bölük pörçük ve anlam veremediğim kabuslarla dolu üç gece. sadece üçüncü günün sabahı normal bir rüya görebildim. bir kadın eli perçemimdeki her saç telini teker teker düzeltiyordu ve boynundaki ufak haçı öpüyordu. sanırım bu bir dua ritüeliydi. fakat yüzünü göremiyordum.

    motorumu garajdan çıkardım. spor bir model değildi. ama bmw nin gs serisinden bir motordu ve ben hızlı gidebildiğini biliyordum...
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük