bir aynaya mektuplar

entry1 galeri0
    1.
  1. "aynayı ters çevirsen de o yine hakikatten dönmeyecektir" demiş bir bilge.

    güneşin aynaya çarpıp tertemiz bir kağıdı aydınlattığı o gün kalemini eline aldı:

    yaş 12

    mart 1987

    sevgili ayna,

    anahtarımı masanın üzerine fırlattıktan sonra televizyonumu açıp izleyeceğim, gözüm senden kaçamıyor, üşeniyorum. ben mi sana bakıyorum sen mi bakıyorsun anlayamıyorum ki. sana aynam diyebilir miyim? zira bu evde seninle ilgilenen yok, herhalde annem ve babam kendilerine bakmayı sevmiyorlar. ben seviyorum çünkü sana her baktığımda benimle konuşmasan da, insanların kırmızı dillerinden çıkan kelimelerden ötesini anlattın. gün geçtikçe seninle kim olduğumu biraz daha pekiştiriyorum. işte ondan... bak sana bir şey anlatacağım ama alınma tamam mı? bizim sınıfta bir ahmet var. her sabah okula birlikte gideriz. sınıfta yan yana oturuyoruz. öğle arasında doyum olmaz futbol sohbetimizi sınıfta devam ettirelim demiştik. öyle bağırarak konuşmuyorduk, ama öğretmenimiz bizi konuşurken enseledi ve sıralarımızı ayırdı. ben de o olaydan sonraki tenefüs tuvalete koşup hıçkırarak ağladım. sonra ahmet yanıma gelip gözyaşlarımı sildi ve acıktığımızı farkedip bahçe kantinine gofret almaya gittik. zaten o ne yese ben de onu yiyorum, o yemek programlarındaki çeşnicibaşıyım. ders çıkışı çantalarımızı sırtımıza takıp evlerimize gidiyoruz. onu da seviyorum seni de. ama alınma tamam mı?

    bak annemle babama söylemeyeceksen sana bir şey daha anlatacağım. bizim okulun arka bahçesinde bir ana sınıfı var, ama oraya eskiden çocuklar gelip oynarmış. artık kimse uğramaz olmuş. serdar ve samet diye iki arkadaşım daha var. kafa arkadaşlarımdır severim. ben arka bahçeyle anaokulu bahçesi arasındaki demir parmaklıkların arasına başımı sokmuş onları izliyorum, ikisinin de elinde ince, kağıttan bir rulo var ve duman tüttürüyor biliyor musun? aynı zamanda bir şeyler konuşuyorlar. merak edip yanlarına gitmeye karar verdim. ağaca çıkmayı çok severim. bir hamlede demir parmaklıkların üzeirnden atlayıp soluğu ikisinin yanında aldım:

    ben: olum ne işiniz var burda ne yapıyorsunuz?
    serdar: konuşuyoruz sen niye geldin buraya?
    samet: (öksürerek) evet neden?
    ben: elinizdeki ne?
    serdar: aa bilmiyor musun? sigara bu benim babam içiyor.
    samet: benim de.
    ben: (gülerek) papağanlık yapmaktan vazgeçmeyeceksin değil mi samet?
    samet: ehehe. al bak sen de iç.

    bak söylemeyeceksin değil mi? küserim sana yoksa. ne yapayım onlar sigarayı içine çekerken top oynarkenki hazzı alıyorlarmış gibi görünüyorlardı. o ana başka ihtimal veremeden ben de deneyeyim dedim. içime çektiğim gibi boğulacakmış gibi öksürdüm ve sigarayı yere düşürdüm. otları yakmasın diye korkudan hemen yerden aldım ve samet'e geri verdim. işte sigaradan o gün tiksindim biliyor musun?

    yıllar sonra küçük bir odann tozlu penceresinin kenarında yazmaya koyuldu:

    ekim 1992

    sevgili aynam:

    görüşmeyeli 5 yıl olmuş. özledin mi beni? dur şu tozlu simanı biraz temizleyeyim. seni pis görmeye dayanamıyorum. her gün dişlerimi fırçalarken diş macunlu suyu sıçrattığım o banyo aynasından bir farkın olmalı. haha ona aşığım deme siz kardeşsiniz. ben seni daha çok seviyorum çünkü kendi ayakların var. bir de meşeden bir çerçeven ve minik bir çekmecen var. bana sorarsan evdeki en şanslı eşya sensin. duvara çivilenmiş diğer eşyalardan daha dik duruyorsun, oysa ki ben de sınıftan bir kıza çiviledim kendimi. çekiçle vurdukça acı yerine mutluluk hissettiğim çelişkili bir aşkın kıskacındayım. zümrüt yeşili gözler.. inci tanesinden eller.. sana bakarken her göz kırpışımda onun yansımasını görmek.. tekrar açtığımda onun boşluğunda kendimi görmek... sana baktığımda onu görmek? aslında sana mı aşık oldum? işte bu sorunun cevabını bilemeyecek kadar kadar aşığım. biz birbirimiz için yaratılmadık, biz birbirimiz için varız.

    onu gördüğümde okul bahçesinin kenarındaki pörsümüş bir bankta otururken gördüm ve kendime şöyle dedim:

    -tanrım rulet oynarken meleklerin en güzelini kaybetmişsin.

    işte o an göz göze geldik. yeşil gözlerinden aldığım cesaretle hızlı adımlarla yürüyerek yanına oturdum. derin ve çok aşık bakıyordu, tıpkı aynadaki görüntüm gibi ben de kendime bakıyordum. henüz ismini bile öğrenmemişken ona sarıldım.

    sıcaklık..

    hiç direnmedi, hiç konuşmadı. iki adet eylemsizlik hakimdi sıcaklığın kenarında. şimdiki görüntü senin bana gösterebileceğin en masum görüntüydü, eşsiz ve anlıktı. fotoğraf çekemediğini bildiğim için aslında kızmıyorum. bir filmin olsaydı ışık seni titretemezdi yine de. piksellerin gösteremeyeceği kadar net göryorum ikimizi beynimin sokak aralarında... ertesi gün aynı bankın sökülmüş civatasının huzurunda sordum:

    -beni seviyor musun?

    elleriyle ellerimden tutup yavaşça kalbime götürdü, düzenli ve seri attığını hissettim. usulca cevap verdi:

    - gözlerimiz birbirine değdiğinde böyle şakıyordu kalbim. kendime sormama gerek kalmadan anlamıştım.

    mektubumu bitirmeden ismini merak etmeyeceksin sanmıştım. ismi sıla.

    bulutların konuşmadığı sessiz bir yaz gecesinde titreyen elleriyle kaleme sarıldı:

    bir yaz gecesi 1999

    ayna;

    assos'ta muhteşem bir tatil ikimizi bekliyordu. arabanın gürültüsüye birlikte yola çıkmıştık. su almak için otomobili durdurdum. "sen arabada bekle, yoksa ayakların tozlanır" dediğimde minik bir gülücükle "hayır senin yanında durmak istiyorum ceavabını almıştım. karşıdan karşıya geçmeden önce yol ne kadar geniş diye düşündüm. minik ellerini ellerimden bir anlığına ayırdı, farkettiğimde önümde ölümden kocaman bir duvar, berisinde acı bir ıslık eşliğinde hızla geçti. gözlerim durumu anlayamadan, kalbim soğuk ter damlalarıyla korkusunu dışarıya kustu. otuz beş derece havada soğuk terlemek ne demek bilir misin sırlı dostum? üşüdüm... öksürdüm... feryadım, beyaz kıyafetini flama yapmış, sal üzerindeki çaresiz bir kazazedeyi bile korkuttu. gözlerim kendine geldiğinde asfaltın üzerindeki kan gölünü gördüm. buharlaşan kan kokusunu içime çekerek belki onu görürüm umuduyla bir süre koştum. koku nefesime karıştıkça, daha çok ağlıyor, daha hızlı koşuyordum. römorkunda "balaban taşımacılık" yazan tır yolu kapatmış, devrilmiş. köy ahalisi bir çemberin etrafını kuşatmış, öfkeli ellerle kalabalığı yardım. onu gördüm... bedeni çarpmanın etkisiyle ikiye ayrılmış, yüzünün bir yarısı parçalanmış. bacaklarımm dengesini kaybetti, "sıla"'nın baş ucunda diz çöktüm. gözlerim bu manzarayı reddederek ağır ağır kapandı. ellerimle başını avuçladım, bedeninden yayılan sıcaklık kırıntılarını avuçladım.. gözyaşlarım alt kirpiğime değmeden "sıla"'nın bedenine düştüler, güllerin bittiği yerde toprak yeşermedi bu sefer, çığlık çığlığa bir yangın bitti kenarında hayatın...

    bunlar gözyaşı değil, yanardağın eteklerinden akan kızgın lavlar.. yanaklarımdaki kurumuş gözyaşı oluklarını yeni bir gözyaşı seli aşındırıyor. nehirlerin kayaları oyması gibi benim de bedenime çizgiler çiziyor.

    17 ağustos depreminden bir hafta sonra enkazın altında kırık bir ayna; aynanın kenarında o üç mektubun kan bulaşmış silüeti ve kopuk bir el...

    bulundu.

    sert bir rüzgar enkazın tozunu kaldırdı. havaya uçuşan mektuplar gökyüzüne karıştı...
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük