eğer çam ise bu ağaç insanların sevişmekten başka bir şey yapmadığını düşünebilir.
-hopp hopp!!!
-ne var be?
-çam dibi mi lan burası? ne yiyişiyonuz
-evet lan hatta sende çamsın a.q
-hasstree doğru mınakoyyim.
cılız bir ağaçtım ben... o zamanlar biraz daha yeşildi dünya, kargalarla güvercinler aynı dala konunca garipsemezdi insan dediğin kökleriyle yürüyebilen bir varlık...böyle ben diyeyim 20 sen de 30 yıl ağaç olarak yaşadım, ben çınar olmaya özenirdim bazen...bir çınar kadar dayanıklı olsaydım etrafımı çitlerle sarar çitlere de şöyle bir metal tabela asarlardı muhtemelen; ağacı sev,yeşili koru...ama sıradan bir ağaçtım ben, gölgesi ancak kendine yeten,yaprakları ile gelin gibi örtülememiş yoksul bir ağaç...güzel kokan çiçeklerim de yoktu...ama tırtıllar yapraklarımı yerken hiç gocunmadım demek ki bir tadım vardı benim...gülhane parkındaki ceviz ağacı olmayı isterdim bazan birileri de benim ardıma saklansın, kız çocukları meyvelerimi ellerine kına yapsın, kabuğu kırılınca içinden insan beynine benzeyen besleyici ve enerji veren meyvelerim olsun...ama hepi topu yol kenarında bir ağaçtım ben...portakal kokmayan, baharda renk cümbüşü yaratan çiçekler açamayan bir ağaç...otobüsler geçerdi yoldan, bir yerden bir yere durmadan hareket eden insanları taşıyan vasıtalar...ama en çok otobüsler çekerdi ilgimi...her otobüste illa ki kendinden kaçan insanlar olurdu, başına sürekli çarpan cama aldırmadan başını yaslayan, arkasından -gitme- diyen olmadığı insanlar...bir tek onlar farkederdi beni, yalnız ve mağrur duruşuma aldanır, kök salmışlığıma, gidemeyişime özenirlerdi, kimseye ihtiyaç duymadan tüm çıplaklığımla, şikayet etmeden kaderime katlanışıma özenirlerdi...aralarında beni sahiplenenler de olurdu ama hep uzaktan baktılar bana...yakınlarımda su veren bir çeşme olsaydı bana da uğrarlurdı gelmişken, belki tek tük yapraklarımdan birini koparır kitap ayracı yaparlardı, bir dalımı kırarlardı belki de bir acı bırakırlardı bana...yeniden yeşerebileceğimi görürdüm o zaman...ama olmadı... sonra yaramaz bir çocuk gelse yaksa beni oynadığı kibritle yine gocunmazdım ben, yakılmaya değer bulurdum kendimi, o çocuk bir daha ateşle oynamazdı hem...salıncak kurup da sallanmadı kimse bende,hamak kurup dinlenecek kadar güçlü bulmadılar ki ben çeğırmadan gelmezlerdi...ben de çağıramazdım zaten, ah bir dilim olsaydı -gel,ne olursan ol gel- demez miydim? "benim köklerim var çekip çıkarsam topraktan ölürüm,bari sen gel!" demez miydim? derdim elbet benim en büyük derdim insanın köklerinin benimkinden daha sağlam olabilecegini bilmiyor olmamdı...
neyse işte bir gün yağız bir delikanlı kesmeye geldi beni... "kendime bile yararım yokmuş"... "kesme beni" demedim, dedim ya dilim yok! olsa da söylemezdim zaten... sonunda beni umursayan bir insan çıkmıştı, ne istediğini bilmiyor gibiydi ama baltayı beni acıtmak için değil işe yaradığımı hissettirmek için vuracaktı gövdeme ve köklerimden ayıracktı beni... çok uzağa gidemesem de farklı yerler görecek elden ele dolaşacaktım... fazla uzatmayayım ilk vurduğunda baltayı derin bir acı hissettim ama yağız delikanlı dedik ya o hızlıca baltaladı bu acıyı, gözlerim karardı, bayılmışım,kendime geldiğimde parçalara ayırmıştı beni... neyse ki bir insanın parçalanışı kadar kötü durmuyordu benim ki... kanım yoktu ki aksın, etim yoktu ki koksun, sevenim yoktu ki öldü diye ağlasın! hem ağaçların öbür dünyası vardır...ağaçlara ölmek yasaktır... illa ki işlerler,bir şekil verirler, boyarlar,cilalar ve sonunda satarlar. ağız tadıyla ölmene izin vermezler bu iki ayaklılar... bir tek kendilerinin düşünebildiklerini sanırlar da ama ne yanılırlar bilseniz...
ilk kez şanslı olduğumu hissettiğimdir bu! üç ayaklı bir sehpa yaptılar beni böylece ne hayvan ne insan diyen oldu bana,adım sehpa! iki koltuğun arasına koydular beni sonunda insanların sırlarına nail oldum...merak ettiğim çoğu şeyi öğrendim ama en çok şaşırdığım insanların sevdiklerini söylemekten korkmalarıydı... bana bile anlatırlardı dertlerini de yani onlara tek bir cevap veremeyecek olan bir dilsiz tahta parçasına, birbirlerine tek kelime etmezlerdi...şimdi taşınabilir bir sehpaydım ama mutlu değildim... taşınmadan taşınmaya kucaklarlardı beni de açılmayan perdeler yüzünden hasret kaldığım göğe bakardım...bir gün bir kitap bıraktılar üstüme hiç unutmam...başka bir ağaçtan yapılmış,mürekkepli kalemle yazılmış bir kitap,okumam yoktu benim ama işitirdim çok şükür... sahibimden duydum adını...kürk mantolu bir kadından bahsediyordu sanıyorum vaktiyle fikirleri yüzünden faili meçhul kılınmış bir adam yazmış bu kitabı...sabahattin ali imiş adı. fazla kalın değil incecik bir kitaptı, faili meçhul bir ağaçtan yapılmıştı...sahibim okudukça kendinde arar oldu kabahati...dili olmayan bir ağaç neler konuşan bir çok insanın anlatamadığı şeyleri sayfalarını çevirdikçe anlatmıştı ona, bugüne kadar anlayamadıklarını...sonra dedi ki bana -ey üç ayaklı sehpa başka bir dünya mümkün mü?- "ben başka bir dünyadayım zaten elbette senin için de mümkün dedim,yeter ki susma"... beni duymuş gibi ellerini koydu üzerime, ellerine baktı uzun uzun ve ayağa kalktı... köklerini kopardı halıdan ve ellerimi tutmak isteyen biri varken, hala kaybetmemişken onu,raif beyliği bırakıp kendim olmalıyım,sonum ona benzememeli, çünkü ben roman karakteri değilim, kendi hikayemin kahramanı olmalıyım diyerek yürümeyi bırakın koşa koşa gitti...gitmeden de perdeleri açtı ve ardından pencereyi...kapıyı da açık unuttu üstelik...benim için değişen birşey olmayacaktı...ben şekil değiştirmiş ve yazgısını kabul etmiş bir ağaçtım yine...ama büyük bir güç vardı insanın elinde,yazgısını değiştirmek... saygılarımla