bilen bilir bilmeyen bilemez. Yani bilmeyen bilip bilmedigini de bilemez. Bilenin bildigini bilecek olmasi bilmeyenin bilmedigini bilecek olmasi degildir. Bilmedigini bilemeyecek olmasidir. Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir demek de hiç bir şeyi bilemeyecek olmasinin bilinebilecegi olmasindan bilmeyen birinin iddia edebilecegi bir sey degildir.
hiçbir şey bilmediğini bilme durumu. bu genelde, geçiş dönemlerinde olur sanırım. örneğin; kıştan bahara geçerken, geçen seneden bu seneye geçerken, bir ilişkiyi istemeden bitirip yeni bir ilişkiye geçerken gibi gibi gibi durumlarda, sınama gözden geçirme hadisesi yani.
cahil bilge, çünkü ne de olsa neyi bilmediğini biliyor da diyebiliriz ama o öyleyse tüm genellemeler yanlıştır sav'ı nolucak. *
Giovanni Papini diye ünlü bir italyan yazarı vardır. Bundan otuz yıl önce rahmetli Fikret Adil, Papini'nin "Gog" adlı bir yapıtını çevirmişti Türkçe'ye.
"Gog" devletler satın alacak kadar zengin bir adamın akıl hastanesine düştükten sonra yazdığı anılardır.
Yapıtın mültimilyarder kahramanı, çağın tüm konularına karşı zapt edilmez bir merak duymakta ve etek dolusu paralar vererek, çeşitli düşünce akımlarıyla, geliştirilmek istenen yeni kuramları, bunları yaratan ve öncülüğünü eden kişilerin ağızından öğrenmeye çalışmaktadır.
Bu arada aklını Einstein'ın "Görecelik Kuramı"na taktırır ve bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için Einstein'la görüşmeye gider:
- Sayın bilgin, der, ben ne fizikten, ne de felsefeden hiç bir şey çakmayan bir insanım. Ancak, yine de sizin tarafınızdan geliştirilen ve binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı son doruk nokta olduğu herkesçe onaylanan "Görecelik Kuramı"nızın özünü öğrenmek istiyorum. Sizden tek ricam kuramınızı benim hemen anlayabileceğim bir dille anlatmanızdır. Açıklayın bakalım, nedir bu "Görecelik Kuramı"...
Einstein, kendisiyle görüşebilmek için ileri sürdüğü öneriyi hemen benimseyerek israil devletine milyonlarca dolar vermiş olan zengin deliye, bir hayli karmaşık olan "Görecelik Kuramı"nı üç beş sözcükle nasıl özetleyebileceğini biraz düşünür. Sonra da:
- Bakın, der, bizim bulduğumuz gerçek, sizin anlayacağınız dille şudur; "Bir şey kıpırdıyordu"...
Deli zengin:
- Nasıl, nasıl, der, binlerce yıllık insan düşüncesinin vara vara sonunda vardığı doruk bu mu? Bula bula bunu mu buldunuz siz? "Bir şey kıpırdıyordu"...
Einstein:
- Evet, der, sonunda bu gerçeği saptadık. "Bir şey kıpırdıyordu"...
Deli zengin, biraz kazık yemiş gibi hisseder kendisini ama, üstünde durmaz. Fizik ve felsefenin erişebildiği en tepe noktanın "Bir şey kıpırdıyordu"dan ibaret olmasına şaşarak geçip gider.
* * *
Yarım yüzyılı aşkın bir yaşamdan sonra insanın bazen vardığı gerçekler de "Bir şey kıpırdıyordu" türünden olağanüstü bir basitlik taşıyor.
Örneğin on binlerce yazıdan sonra sezebildiğim tek doğru ne oldu biliyor musunuz? Kimsenin kendi toplumunu doğru dürüst tanımasına olanak bulunmadığı doğrusu...
"Biz şöyleyiz, biz böyleyiz" deyip duruyoruz ama gerçekten öyle miyiz, değil miyiz bilmiyoruz.
Örneğin Tanzimat'tan bu yana söylenip yazılmış olanların, toplum üstündeki etkileri ne olmuştur?
Kestirmek kolay değil.
Belki de Tanzimat istanbul'da belirli bir çevreyi etkileyebildi sadece. Ya müşrutiyetler, onlar hangi kesit ve bölgeleri ne kadar etkiledi?
Belki Kuşdili Çayırı'nın çevresi ile Fatih, Taksim ve Beşiktaş yörelerini...
O dönemin romanlarıyla edebiyatı dahi geniş kitlelere yansıyamadı. "Aşk-ı Memnu" ile "Rubab-ı Şikeste"yi kırksekiz milyonda kaç kişi okumuştur ki?
"Mecelle"nin dahi ne anlama geldiğini bilmeyenler bir hayli çoğunluktadır her halde... Bizim düşünce yapımızı biçimlendiren en güçlü olgu, sanırız aile biriminde de kendini iyice belli eden "Ataerkillik" olgusudur.
"Ataerkillik" biçimlenmesinin boyutlarını "Cumhuriyet'in taze rüzgarlarıyla ne kadar genişletebildik, onu dahi tam bilemiyoruz.
Yüzyılı aşkın bir süreden beri çeşitli aralıklarla denemeye giriştiğimiz demokrasinin mayasında sık sık bir formül sakatlığı çıkıyor. Ataerkillikle Cumhuriyet ve demokrasiyi aynı kaba koyup çalkalamaktan oluyor belki de bu... Belki de bu formül sakatlığına, endüstrinin yeterince gelişmemiş olması yol açıyor...
Bunun yanında zeka ve yaratıcılık dozlarını da saptamak olanağı yok... Ayrıca, "basmakalıp", "orta grat" ve "beylik inançların" yeniden gözden geçirilmesine de pek yatkın durmuyoruz.
* * *
Evde yeni yetişen genç, azıcık değişik bir müzik çalmaya kalksa tepemiz atıyor:
- Kes ulan şu gürültüyü, diye bağırıyoruz.
Bizim kafamıza uymayan, aklımıza yatmayan her şeyi, "zıpırlık", "zibidilik" ve "kendini bilmezlikle" suçluyoruz... Kendi davranışlarımız gayet olağan geliyor kendimize... Ve kendimizi tanıma olanaklarına da sahip değiliz...
Tanzimat'tan bu yana yetişen yazarlar, ozanlar, sanatçılar, düşünürler, bilim adamları bize kendimizi tanıtacak kadar koşullanmaları sürekli ırgalamaya dönük bir birikim sağlayamamışlar. Gösterdikleri çabalar da dar çevrelerde şöyle bir esinti yaptıktan sonra uçup gitmiş.
insanlık düşüncesinin vardığı son nokta, "Bir şey kıpırdıyordu"...
Bizim de elli yıldan sonra gelebildiğimiz yer, "Kendimizin ne olup ne olmadığını" yeterince bilmediğimiz...
Bu kadar engin bir bilgisizliğe erişebilmek için, ne kadar çok çalıştık, tahmin edemezsiniz...