bilal yavuz

entry16 galeri0
    16.
  1. BOTAN

    Namusun namlusunda göverdiler
    Eşit paylaşmanın lezzetine vurgun
    Onurlu partizanlar
    Bir ceylansı düşe beraber inandılar
    Kahpeliğe secde eden engereklerden
    Zamazingo puştlardan
    Kaşkaval kümelerin
    Pazarından, mezarından ırakta
    Kalemle, sahneyle, sazla, aşkla, silahla
    Dik durmanın kitabını yazdılar
    Bilekleri Yılmaz
    Yürekleri Kaya
    Vicdanları Arif
    idrakleri Sezai
    Bir ceylansı düşe beraber aldandılar
    Canlarında azmin ve sabrın fişengi
    Kana kana içtiler sevgiliyi
    Sevdayla, düşle, umutla
    Yeşerdikçe yeşerttiler erliği
    Susmadılar susarcasına
    Tetikte şarjörün mahiri
    Alanlarda kavgasının çakırpençesi
    Mermisi mavzerinde
    Çıldırasıya tenha
    Yiğitler dökülür dağların sırtlarına
    işte Ömer, diğeri Che
    Biri Ali, Castro öteki
    Kapital imansızın çöktüler gırtlağına
    Civanmert, cengaver
    Sıkılmış yumruklarla
    Özgürlüğün marşlarını dinlettiler
    Tanklara, füzelere kurşunlarıyla
    Cesaretin cesaretiydiler
    ihtilalcilerin bir mezarı bile yok tarihte
    Onlarsa tarihin haysiyeti
    Haysiyetin tarihi oldular
    0 ...
  2. 15.
  3. RONAHi

    Eflâtun karanfiller verir Aras
    Hıncahınç yaşamak
    Gürbüz kızanlarına
    Körpe tomurcuklar salınır ekinde
    Cehennem göğüslerde asi boran
    Ciğerde iştiyak, çıldırasıya
    Çatlıyor kısrağın
    Kanıyor heyben
    Kanıyor dudakları dikenli demirin
    Sevdaya set çekmiş saygın çıyanlar
    Kurulmuş vadilerine haramî
    Görmemiş tarih böyle hayınlık
    Böyle maval aynazı
    Çekirge utanır istilasından

    Tendürek dağına sor yüceltileri
    Kato’ya, Cudi’ye, Karacadağ’a
    Harnupların irkinç hışırtısı
    Götürür hülyanı gidebildiği cana
    Çığlığın, akçakavaklar
    Çığlığın seyelan, külhani
    Bin yıllık asırlardan mahzun miras
    Fütursuz, ajitatör, Terme ormanı
    Umular figanında yeşerir
    Ronahi, yuvasıdır leylimin
    Barışın bağını, bahçesini büyütür

    82 burç, 82 destan
    Dayanmış içerden onca yıkıma
    Şarkın bülbülü şavkır Dicle’yi
    Şavkın, en karanlık yerimi okşar
    Türküsü başlar söylenemezlerin
    Kuyumuz yurt olanda
    Gözlerinin, gözlerinin nağmesi gelir
    Uzaktan, en uzaktan
    Ben sana Diyarbekir
    Sen bana masum Dersim
    0 ...
  4. 14.
  5. HiVDA

    Kül yutmaz kevaşeler hanında
    Hancıyı vurmuş gibi yürek
    Şimdi unutulmuş bir marştadır
    Mavzerlerde mermiler hazan
    Bir umuttur alnımızın çatında

    Sevdalanmış sedanda salıncaklar
    Ay ışığı kokar derin kuyuların
    Gül Hivda… Gülşen Hivda…
    Sen bende hür, ben sende parya
    Ve keşmekeş; yaralar yaralarda

    Babaçkolar rıhtımında bir mavi rüzgar
    Aparıyor gönlünü çılgın enginlere
    Bozuk çalsa da bozum havamız leyley
    Çarkına tükürmüşüz bir kere
    Kayarto kopillerin, dalkavuk hırboların
    Ne çiçektir biliriz
    Kokoz kokorozlar da

    Vardakostalar zamazingo
    Voliyi vurmuş godoş hırtapozlar kanişi
    Hey gidi erlik hey şimdi şinanay
    Zartayı çekmiş yiğitler
    Mıshıtçı gebeşlerin melun insicamında
    Sigortası atmış janti yürekler
    Bilenmiş zırzoplara
    Puskun, kıvam bekler

    Ranzam, zulam, soluk resmin
    Saplanır soluğuma
    Can Hivda… Canan Hivda…
    işte böyle yazıyorum canına
    Hatıran mermidir damarımda
    Dışarda çılgın bir bahar
    içerde hep kış mevsimi

    LEYLAN

    Ilgım ılgım açar yediverenler
    Ambarlarda yeşerir hamal fidan
    Görsen her biri bir filinta
    Pahabiçilemezdir burada alınteri
    Helal ekmeğin verdiği memnuniyet
    Emeğin kitabı, işhanlarında yazılır
    Komşuluk destandır antik katlarda
    Seni namusluca sevmeyi
    ilkin buralarda öğrendim
    Şırfıntılar sokağında tütün emekçisi
    Avuçlar bilirim, ihtiyar, nasırlı
    Memleketim gibi ak alınları vardır

    Sen hep o küçeden gelirdin canıma
    Eserdi terütaze hivbanu nefesin
    Arzuhalcim, kadife karanfilim
    Daya endamını santimantal bağrıma
    Daya da dinle, çaylardan su içer gibi
    Can feryad, can figan, can yangın yeri
    Bayramlar, matemlere sapmış
    Namlu yürek, aşka, sevdaya kıvrılmış
    Nasıl, nasıl sevmişem bir sevebilsen
    Anlarsın zehir zıkkım geceleri
    Anlarsın, netameli oyundur, heba
    Vurulur denizin, ırmaklarınca

    Kaç dağdır aşılmaz olumuş içim
    için için tüter kuyumda bir yara
    Birden hüzünlenir bütün avlular
    Cümle vadilerde zılgıtın kopar
    Derin mutsuzluğun türküsüdür
    Eser, eser korkunç albenin
    Çekilir sürgüler demir koyaklara
    Çekilir hayalimden asi bakışın
    Gömülürüm kendime bir başına
    Tek başına hırgür sensizliğim
    Leylanım, nupelda pervinim

    Bilal YAVUZ Şiirleri
    0 ...
  6. 13.
  7. ROZA

    Yoldular, soydular, kırıştılar
    insanı insanla yıktılar
    Aşna fişne iskandiller ağında
    Bıçkınları puluçlarla oydular

    Adındır, dudağımda asırlık
    Esrarına amade yalım
    Adındır, terk etmez, sıddık
    Vurur yumruğunu
    Sadrıma sadrıma
    Hücremin başkenti suskunluğun

    Gözlerin, yalın kılınç
    Gözlerin ıssız, kallavi
    Bir benim şimdi
    Firari sensizliğin belasında
    Bir benim tütsülü
    Voltalı ahrazlığa

    Şimdi yürek yorgun
    Virane, ıssız
    Ansızın yaşlanmış bir gecede
    Yaşlanmış canına kadar
    Orostopolluk
    Sırtlanca, sefil
    Yığınların tenhasında savrulmuş
    Yırtılmış bir hecede
    Kursağıma avazın gelmiş

    Sevmişem, şahidim dağlar
    Sevmişem Allah’ına kadar
    Ölünceye dek değil
    Ölümden sonra da
    Yeşerinceye değin
    Tutuşan ellerimiz
    Seni yangın bağrımın
    Avlusuna gömmüşem

    Şair Bilal Yavuz

    BEJNA

    Gözlerin savruk bozkırlar
    Gözlerin hoyrat
    Ceylansı, afacan
    Sevimli taraçalar koylarda
    Kalyonlar kanyonlarda
    Herkesten sakladığım
    Künyeni sayıklar
    Gözlerin, gözlerin jiyan

    Perçemin pençeler canı
    Perçemin perva
    Vahim, amansız
    Çitlembikler taç olmuş saçlarına
    Cimcime sekseklerin
    Otağıma volkandır

    Fezan; behişt, benefşe
    Fezan saflık, insaniyet
    Sen bana gürül gürül memleket
    Ben sana hep gurbet kalmışım

    Biz bizde Diyarbekir
    Biz bizken masumiyet
    Biz bizsizsek esaret
    Bir gün sen de anlarsın
    O gün sen de ağlarsın

    Rengin nasıl da ateş Bejna
    Teninde nehirler ve başaklar
    Gülüşün nasıl da mermi
    Nasıl da hançer bakışın

    Vefakâr boranlara
    Harfsiz vasiyetimdir
    Kurutunca yokluğun
    Beni simana gömsünler

    Şair Bilal Yavuz

    SEVDE

    Çifte dikiş gider sabanlar
    Fersiz toprağın koynu
    Fersiz, yetim, analar
    Kuş uçan, kervan geçen
    Bostanlar ölgün şimdi
    Ölgün Dicle denizi

    Ve çakırkeyif buğdaylar
    Kahyalar körkandil çeper
    Mösyölerde bir kültür
    Nankör çıyanlık
    Kepenekler mahzun
    Bağlamalar öksüz
    Kalleşlik mazinin töresine
    Şimdi âdet diye bellenen
    Hicapsız ikirciklik

    Heybesiz bulvarlarda
    Cartalı haybeciler salınır
    Dümenci dubaralar
    Ertekeden nümayiş
    imam kayığındayız sürgit
    Façalar çiğnedik muttasıl
    Erce, âdil, hilesiz
    Bundandır kavlimizden kaçışı
    Geçmişi tam kınalı
    Piyazcı sendikalar
    Kaparoz puştlarının

    Çifte dikiş gider sabanlar
    Cana bir çınar gerek
    Yüreğin, yüreğin gibi serin
    Derin kuyular içim
    Mars olmuş, dumanaltı
    Kaybolmuşam, gel artık
    “Karışsın köz yaşlarımız
    Karışsın, yeşil…”

    Şair Bilal Yavuz
    0 ...
  8. 12.
  9. Verâ’ya Vedâ

    Bilal Yavuz



    1

    Vurulmak, kırk vav mikdârı…
    Tutulmak, yeni doğan bebelerin aksırması, hıçkırması kadar muhtâc. Demlemek geceyi, söylenemeyenlerin demliğinde. Abdestli yürekler menzilinde sâhibini bekleyen, kınalımendiller timsâli.

    Nasıl da dirilmiştik bizi Verâ. Adı bende mahfûzum.
    iffetten titreyen sesin, ceylanların yarasını yalarken kuğular gibi boyun büküşüydü sanki…
    Aynı ahşab odalarda yaşlanan, aynı makbere gömülü, ölene kadar değil öldükten sonra da diyen, ukbâda beraber olmayı bekleyen sâdık eşleri hatırlar birden kalbim; tomruklar misâli çiçeğe dururken gamzelerin…

    Birbirinin mürşidi, birbirinin mürîdi, birbirinin nâsihi, birbirinin teheccüd demlerine ve sabah namazlarına kaldırıcı yâreni, birbirinin hayra çağıran müezzini Verâ, o kördüğümlüler ki onlar kadar birbirineiçtenlikle vâbeste, birbirini Allah için severek arşın gölgesine şâyeste eşler yoktu.

    Çünkü onlar kadar birbirinin iyiliğini düşünen, beraber Rahmân’ı râzı edip cennetlerinde sonsuza dek bir olmak isteyen zevçler belkiolmayacaktı…
    Helâl dâiresindekıyılan nikâhları, birbirlerine ne kadar değer verdiklerinin en gökçek şâhidi değil miydi.

    Çevremizde hep hüsran doğuran nikâhsız ilişkilerden görklü sevdâların zinhâr doğmayışı; hakîkî usûlü nasıl da azimkâr haykırıyordu, duyabilen arayış ehline.

    Rasûlullâh -s.a.v- efendimizin Hatîce vâlidemize olan sadâkatini örnek alarak,hanımını vefâyla sevmek; en hayırlı sünnetlerden biri değil de neydi?
    Hançeremde bir yumruk, yutkunuyorum, inmiyor. Görünmüyor, kendini müdhiş hissettiriyor, indiriyor ama inmiyor. içimde, yalçın kayalıklara dalgalar vuruyor.

    Çocukluk yaşlarımda, içimi içine hapseden Verâm, romanlar yazdıran, besteler üfleten ateşten kâğıtlara, kurşundan kalemleri cânımın cânına saplatan.
    Yolcuyken yollarda, gözleriyle yutacak gibi bakan şıpsevdiler arasında, zemîne mıhlı bakışlarla yol almak.Ve asfalt şeritlerinde bile yâd etmek çehreni…

    Kamerî eşkâlinden akan güneş saçlarında,fanuslarda üşüyen alevler mavisi gözlerinin gökçedenizinde, handelerinin istanbul boğazında, tesbihlerce dizmek ayrılığı, yokluğunun çetin halatına. Oysa, uzak bir sinyal gibi düşmüştünkapsama alanıma.

    Şimdi sînem bir köşeye kıvrılarak sadrımda, bekleyiş trenimin menzilgâhına vurgun hicretine sabretmektedir.Oysa Verâlar, bakındığı Vefâları ihtiras izdivâclarında bulamayacaktı asla. Sonrası Vedâlar…

    Karıncalar gibi tevâzûyla çalışan, başı dolu başaklar misâli Hakk aşkına bükük anadolu anneleri kokardın, yağmurdan sonra gelen iffetli toprak rayihası sanki.
    Ülkemin ülküsü gibi akça sokaklarında Diyarbekir, kanatlanıp yuvandan uçuşunu beklettirirdi sabahın yedisinde; lacivert ceketimle, oniki yaşımda.

    Uğradı mı affetmez aşk, küçük bedenlerde dahî aniden yaşlandırır ruhları, olgun düşünceler vurmaya başlar rıhtımlarına, kıtalar demir atar okyanuslarına, yıldızlar gümler kâinâtında, deşe deşile büyür içindeki karadelik.

    Aynı seccâdelerde Rabbine secde eden, aynı takunyaları aşındıran, aynı testilerde abdestlerle arınan, şakaklarında aynı secde izleri beliren, baraber dirsek çürtüen, diz buruşturan, saç ağartan delikanlı ihtiyarlar olabilme ihtimalimizi söküp attın ya bizden…

    Şimdi gönlüm, rızkını yitirmiş bir yetîmpervâne kozasında.Hayır, günahtan değil sevaptan kaçar gibi gittin Verâ. Fısıldanmıştı; ürkütürsen kaçırırsın, saflığını sıkı tut.Tutmadın işte, tutamadıkça tutunamadın.

    Soba üstünde kaynayan dem buharı hüznün, yer rahlelerde ğarîb köy sofraları gülüşün, sevinince ağlayışın, üzülünce gülüşün… Söyle nerdesin, nerde kimi pişman hislerin, hangidubleks avuntuların omzunda tesellî aramakta hırstan bitkin yüreğin?

    2

    Onbeş sene evvel, dantel yakalı önlüğünden salınan omuzlarına kondurduğum omuzlar, gel de gör nasıl yorgun ilkyazım, alınyazım, nasibim, kal saatim… inşirâh mevsimleri şimdi nasıl da zemheri, bir zamanlar coşkudan terleyen avuçlara, uyku tutmaz qözlere.

    Buğulu pencerem, cüz cüz sensizliği hıçkırıyor. Şimdi yaralarımı yaşıyorum kitâbeme, yaralılar kendini bulsun diye, helâl etmiyorum şımartılmışlara, kabul etmiyorum şehâdetlerini vakit geçsin diye.

    Hazzın hız, hızın haz çağında mâsum mâzim; daha fazla saklayamadığım için taşıyorsun cümlelerime şimdi. Nice Verâlar, vebâsına kitâbeler nakşedecek bir şâirin hasretiyle hebâ ederken ömrünü, kaçırdın derdim.

    Hayır. En çok neyi kaçırdık bilir misin Verâ? Kâfiyeleri değil, efsâneleri değil, iddiaları değil.Dünya ve ahrette, iki sâdık yolcu ama tekbir yololabilmeyi belki.
    Oysa dünya/ahret acımsın şimdi…

    Papatyalardan daha fazla benziyordun papatyalara sanki. Yanaklarında çocukluklar hiç sönmeyecek gibiydi. Gamzelerinde bahçeler, dişlerinde yumurcak hayretleri.
    Gözyaşlarıyla buruşan kağıtları, hangi unutuş ütülüyebilirdi? Unutsan da, özlüyorsun bizi.

    Öyle yürekler vardır ki, saatli bomba gibi gümlemiş de her bir et parçası başka bir iç organa yapışmıştır sanki. Nice takvâlı kızların iffetten yere düşen bir bakışı için, nice takvâlı erlerin nice dünyaları yakacak kaynayan bağırlarını bilirim Verâ.

    Eski sevgili koleksiyonlarından iğrenen, nezih kalmayı başarabilen, bir kez sevdi mi pîr kez seven yiğitlerin hatrına dönüyor biraz da, cihân dediğin…

    Kızınca nasıl da karadeniz kesilirdin. Engin, görkemli, dalgalı ve bulutlu. Topraklarımı verimli kılardı, nâzenin tutumların. içimde, sert rüzgârlarında güçlenen köklü ağaçlar, gür ormanlar filizlenirdi; ciddî.

    Mahfilinde, vakfında, partisinde, şirketinde pek az tanıdığı insanların fikirlerine dahî ehemmiyet verirken, yuvalarında yollarını gözleyen hayat arkadaşlarının düşüncelerine önem vermeyen benlikler hep hayrete düşürürdü kalbimi…

    Verâm, biz böyle olmayacaktık değil mi? Önünde ceketimi iliklemem gereken biri olacaksa o sen olacaktın değil mi? Verâlar, niçin terkeder böyle kıymeti? Hangi lüks, hasbî bir seviden daha pahalı idi?

    Kuruyan yürekler çölünde susuzluklar; ırmaklarca iftarlar, vâdilerce ziyâfetlerdi sırların sırdaşı olabilene.

    Sana yanmaların şeddesi, cezm hâlinde şimdi. Ötrelerim karışmış esrelerine. Kırk vav mikdârı sükût içerim, kırk vav mikdârı sükûn, kırk vav mikdârı sürgülerce çekilen; içten sürmeli gözlerin.

    içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör, içerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin…

    Kalanları kavursa da gidişler Verâ, acıyı tatmasını bilen yürekler, ardında bir damak zevki bulabiliyordu. Kalmaların gitmekler olduğu sahrâlardaysa, acıların tadılabilecek bir yönü bir yöresi yoktu.

    Büyüyünce bile çocuk yüzlü sabî gülüşlü kalman, mâsumiyetinin tecellîsi miydi? Bilirdim, mecnûn û leylâların öyküsünde, haram şehvetlere yer yoktu. Helâline dahî kıyamamak, kırma telâşiyle titremekti aşk.

    Sana helâlim diyecektim, diyemedim. Bilmem, görünmez bozguncular mı engeldi bu visâle? Bildiğim, hebâ oluşu Verâm, mücevherin lâyık olduğu kıymeti göremeyişindeki o tüm seyircileri hüzne boğan sahne.

    “Bir kez içeriyi dağıtıp gidenlerin;
    bir ömür ardını toplar kalanlar…
    Bazı sözler öyle derin ki,
    asırlar alır vurması kıyılara.”

    3

    Şu doğayı, tefekkürü unutmuş muhteris kentlerde değil de, yaylaların meşe odunlu kulübesinde gelseydik yüzyüze, belki hazîn bir sonla bitmeyecekti bu film…

    Eylül bakışların, nerde kimi yaprak döküyor şimdi? Sözde mantık evliliklerinin nasıl da bir bir yıkılıp gittiğini benden iyi biliyorsun aslında.

    Nasibse Rahmân’ın cennetlerinde sonsuza kadar komşu kalabileceği müslüman kardeşlerine şu yarım günlük dünyada eziyet eden dindaşlar yaralıyordu en çok da.

    Ya sen de bizi mahvettiysen Verâ? Ya zâlimiysen mazlûm bir aşkın hiç düşledin mi? Vebâl Verâ, vebâl ne ağır sözcük şu sözlükte.

    Vurgun kalblerin erteleyişleriyle erirken yeryüzü, içlerde boşalırken söylenemeyenlerin kum saati, geç kalışlar koleksiyonu insanlığın en hazîn birikimiydi belki.

    Hazân diyordu Verâ;kavuşanların güz günleri.
    Hazân diyorum şimdi; ilkyazıymış bilâllerin...

    Aşkın müezzini taştı yine. Sadırlarda buruk harfler coştu yine. Kalbimin aklı, aklımın kalbini aştı yine. Aslında ne sen gittin, ne ben kaldım; ortada sadece bir yarım…

    Nice gelinlikler nice erlerin kefeniyken, nice kefenler gelinliğiyken nice nâzeninlerin, şu mutsuz sonlar bilyesinde helâlim diyememek sana, belki…

    Hayır, hiçbir avuntu emziremiyor bu kalemleri.
    insanın insana tere yağından kıl çeker gibi kıydığı bir çağda,bakmaya kıyamayışların nesli tükenirken hızla, bağırmak isteyip de bağıramamak Verâm, son nefesini vermeye çalışan bir tavşan gibi aslanların ağzında.

    Hayır, kimsesiz sokakların öksüz sokak çocukları gibi diz kapaklarının kabuğunu kaldırsa da kalbim, sensizliğin sokak lambaları yâren, banklarıysa kan kardeşidir. Çünkü bilirim, Hakk gönlü buruklarla beraberdir. Hû dost oldu mu, âlemler dost olur kalbe.

    Takvânın azınlık olduğu müslüman ülkelerde, islâmın ğarîb kaldığı islâm beldelerinde, mecnûnların leylâsını şımartılmış sosyetiklere kaptırdığı bir çıkar küresinde; temiz kalmaya, yıkmamaya, incitmemeye çalışmanın asıl uyanıklık olduğunu bilenler, helâl yalnızlığı haram sosyalliğe tercih eden paydaş erenlerdi.

    Kırık çay bardaklarında eğri çay kaşıklarıydı berraklığın. Bizde flört yoktur Verâ, helâlinin ahretliği olmak vardır.Karanlık güllerin gece yüzlü bülbülleri şimdi gidişin. Şimdi yokluğun; çokça ney çokça rebâb çokça diken çokça cân çekişmesi...

    Kız Kulesi, Kız Kulesi olalı böyle mahpus görmemiştir. Diyarbekir kalesi, Diyarbekir kalesi olalı böyle zindan…
    Şimdi belki çoktan serilmiştir bir cennet ayaklarının altına. Kuzuların olmuştur, bilmem mutlu mu mutsuz mu bir yuvan. Sen göçeli beri kentimden, kuşlar haber alamıyor artık pencerelerinden.

    Dokunduğu çiçeği kurutan adamlar arasında günden güne solmak. Seni sensizlikte bulmak. Hasretlerinin gurbetlerinde, Kays gibi Hakk’a giden yolu bulmak.Mahzenler haznesinde güneşsiz serpilen ayçiçekleri göğnüm. Verâ diyor başka bir şeyh demiyor. Mahrem çekilen çorak zikri firâkın, alevleri ateşlere yangın yangın dikiyor.

    Arınmak birbirimizde günahlardan. Irmakların arıttıkça arındırtan sırrına varmak birlikte. iki ten ama tek cân emsâli geçmek içiçe. Ve -kıvranmayan açmaz- esrârına varmak goncelerin. Nerede, kimi buz tutuyorsun şimdi?

    Elvedâ Verâ, elverâ. Yaşanamayanlara…
    Oysa aşk, dağıldıkça kuvvetlenirdi. Darmadağınıkların yorgunluklarla doğru orantısı hiç mi şaşmayacaktı?

    Doğruyu bulunca tâkât getirememek, eski yalnışların pişmanlığı neden hep öyle günlere ayarlı idi?Sûreti sîret, sîreti sûret adamlar ıssız değildi. Boyuna savrulmuşlar aslında onlarsızdı.

    4

    isrâf edilmiş gönüller körfezini boylamaklar ne hazîn.
    Sakalları şiirle karışık adamlar için Verâm, yüreği Rabbiyle barışık hanımlar için gökyüzüydü; şatolar, mücevherler, jetler, gösteriş gemileri…

    Hakîkîler için bu umde; köşklerde yahut kovuklarda, değişmezdi.Vakfelerim, vakfına hasret çocuksu süt dişlerinin. Şehirler, kıtalar değil Verâm o kadar ucuz değil, upucuz… Şimdi koca bir yaşam girdi aramıza. Gayrı nasıl buluşabilirmüddetlerimiz? Neresinden tutuşabilir ömürlerimiz? Ölümlerimiz…
    Oysa ne bekleyişler beklemişti, bekleyişlerimizi.

    Fırat ile dicleyi, tunalarla nilleri dökseler tepesine, karacadağların, kırklar dağımın yalazları sönebilir mi?
    Bu cennetin cehennemi şu cehennemin cennetine kavuşabilir mi? içi içini yiyen içler, durulabilir mi?

    Helâl -bir- aşk, sadâkat demekti. Mukaddese önyargılı insanların dahî doğası gereği gizliden gizliye ağlayarak aradığı o düşlenen değer... Ukbâda Rabbi onlardan, onlar Rabbinden râzı, hayırlı eşler olarak.

    Rahmân’ın sonsuz cennetlerinde usanılmaz bir sevdânın zirvesinde dolaşmak…Birbirini Allah için sevmek, burada ve orada; sonuna/sonsuza kadar…

    Demini almış sevdâların harcıdır ancak bu.
    Ya tek taraflı kebir özlemlerin yalnızlığa demir almış payına ne düşer şu ıssız mahşerin çilehânesinde?

    Yağmurlardan sonra yerden göğe yağan toğrağın öze aslını hatırltan kokusunu çekmek içmize, ayrı kentlerde, aynı demlerde. Denizi olmayan şehirlerin denizi gökyüzüdür. Hiç deniz görememiş ğarîbler iyi bilir arşın dalgalarını. işte böyle sevmiştim bizi…

    Hazret-i muhabbettir, Hakk’ın dostlarına sevgisi. Tetiği çeker gibi çekip gitsen de bizden Verâ, umarım Rahmân sevdiklerinden eyler kalbini.

    Hiç görmediğini hep özlemek nasıl da müdhiş bir mûcize Verâ. Rahmân’ın rasûlünü -s.a.v- sevdirmesi milyarlarca nakışlı kalbe. Âh diyorum, âh; işte helâl sevdâları bahçesinde yetiştiren devâsa sevgi…

    Yâr, yardılanı Yaradandan ötürü seven yaraların yarınlarına bir haber bırak.Cenâze defnedilir gibi gömülen şu tohumlardan bir demet bulacaksın belki;onyedi sene evvel ilk kez baktığın o mekteb sıralarında.

    Dosdoğru sevenler Verâm, toprağın yedi kat dibinde çatlayacağı zamanı bilen tohumlar gibi… Onlara kaybetmeklerden örülme bir fetih vardır, belki ancak hemhâllerinin görebildiği…

    Kalbini arıyorsun, meşgul çalıyor. Bir yetîme sığınak, yaraya merhem, derde devâ, hüzne tebessüm olamayan başkasının hayatına anlam olamaz, biliyorsun.

    Edebli bir kimsesizlik diyordun, cümle edebsiz sosyalliklerden hayırlıdır…
    En büyük cesaret, merhamettir.

    Kuğu güllerinin bükün boynundan yavrusuymuş gibi okşayan hacılar… Görsen sevmeye kıyamaz kalbin… Bir nefeste yarılanır kimsesiz kederin…

    Anladım ki Verâ; şu hayatta nefret kolay, muhabbet zor, şefkat asıl kahramanlık, zulüm asıl kokraklık, her nefes mucize ve her dem imthan, prangalardan kurtul diyor kalbim, kanatlanmaya bak…

    Vatan en mübârek anaydı Verâm, anneler günü kutlanması en çok gereken. Ona hayırlı evlâd olmamız elzem olan. Sen bana en çok vatanımı hatırlatıyodun.
    iffetli hanımların en şımarığında bile şıpsevdi bir heriften daha fazla sadâkat ve muhabbet vardı.

    Ve sen muhabbetin pîriydin, talebe yüreğime…
    Uzaktan seyretmek kalbini; yaşama tutunmaya çalışan yavru bir ceylan gibi... Annesini yutan kaplanlar tarafından -cılızlığından ötürü- yutulmamasıyla hayatta kalmışçsına, avazı çıktığı kadar susma hissi…

    5

    Cennetimin cehennemi yüreğin… Bizi ölmen sevmekse bu sevmek sevmemektir sevgisizgilim…
    Yüzüne okuyamadığım şiirleri yıllarca tekrarlamak içimin dudaklarından.

    Tadımlıktı dünya, asıl ziyâfet âhirette. Refah çoğaldıkça azalan huzur. Ve cennetlerin cenneti rızâsıdır Rahmân’ın… Beraber kazanabilmek hoşnutluğunu Hakk’ın, birbirini Allah için seven eşler olarak.

    Biri diğerinin aynısı olmayan milyarlarca rengin olduğu bir gökkuşağu kaydırağında kaymak seninle.
    Gökyüzünden örülme berrak bir okyanus evreninde ışık hızında yüzmek el ele, gönül gönüle.

    Gönlü güzel Verâma gönülden merhaba…
    Yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak, hasbî olmak sevdiklerine. Bir vakit arzın kuşları gibi uçuşan küheylanlar misâl.

    Rableri için birbirine vefâsını ömürleriyle gün gün, nakış nakış kanıtlayan eşler, sonsuza dek beraber olmakta cennete en yakışan yoldaşlardı.

    Bakışmalar, mezarlıklardan gelen kemik çıtırtıları.
    Ne afili denizleri var bu kentin ne yıldızlar görünüyor şu naylon ışıklardan. Bu şehir göğü deniz eyleyip yeri çadır belletir kalbimize, hû Verâ hû…

    Baklaçiçeği tavanların karanlığı; doğarken ilk, ölmeden son duyduğu nesneyken bakışlarının…
    Ölmeden ölen seher yürekli erlerin, dirilmeden dirilişleri sanki… Kader derdin, iççekerek şükürle, iç içe geçerdi içtenliklerimiz…

    Eli pas ve ekmeği bayat ama emeği körpe; göğün gürlüyor, karıncalanması gibi en derinin…
    ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde, can kıyamıyor çıkmaya ve bıçaklar yeşeriyor içinde…

    Yağmurlardan sonra gelen o toprak kokusunu içine çek; toprağına yakın olmak kibri önler, kalender bir bilgeye dönüştürür kalbini…

    Susmak, susmak sensizliği…Enseyi alan berberin usturasındaki sükunet… Elde avuçta gidişin…
    Damar damar ırmaklar kabarıyor derinde,geriliyor bozkırlar ilkbaharlarca, sonbaharlarca…

    Mutluluğun sahibini mutlu edemeyen mutlu olabilir mi hiç? Fotoğraflarda gülümseyen saf çocukluğumdan eser yok şimdi. Belki cennet, en çok da masumluğunu
    geri alabildiğin için cennet...

    Ne kadar uzaklara dalabilirse o denli derinleşebilir sanki insanın içi. Saygı duymayıp saygı bekleme ezikliğinden ötede bir yaylada.

    Ama itiraf et Verâ… O fotoğraflarda gülümseyen berrak çocukluğumuzdan eser yok şimdi değil mi…
    Belki de cennet, en fazla maslumluğunu geri alabildiğin için cennet…

    Değer veriyorsam verdiğim değer lütuf değildir, vazgeçilmez hiç değilimdir. Ancak haddimi bildiğim ölçüde değerim yükselir çünkü tek üstün O’dur.

    Gözlerimize hayırlı cumalar, rahmetin gazabını aşmalı gibi bir gün… Göğe bak; her zerre her nefes her bakış her nakış her akış mucize, her an her zan her can her şan imtihan ve tek fırsatın var…

    Ve sen "kalbim dayanmıyor onca kötülüğü izlemeye" derdin; ve ben "biz Allah'ın yaralı kuşlarıyız, tevekkülden başka hiramız yok" derdim, dinerdin…

    iyi bayramların bize dargın milyonlarca mazlumun gönlünü aldığımız gün olabileceğini haykırırdı kalbimiz.
    Güzel yorgunluğun gölgesinde Verâ, bitme…

    Adâlet isteyen yüreklerin cennetidir cehennem…
    Hakettiğini bu dünyada çekmeyen acımasızları Hakk aşkıyla yana yana beklemektedir…
    Dünyanın en görkemli güzelliğiberrak bir kalbin karşılıksız iyiliğidir.Dünyayı değildünyanı iyilik kurtaracak!

    6

    Ölünce belki şunu yazacaklar; bilâl hayatını kaybetti.
    Hayatsa bilâli çoktan kaybetmişti…
    Belki evren dar geldi bize Verâ, beraber sığamadık gitti.
    işte hayatın, kaybetmiş seni.

    Âh şişlerinde kebâb yürekler… Çöl denizinde yüzen gök kuşları gözyaşların… Uçuşu iptal edilmiş güvercinler…
    Öyle aydınlık ki ürkek bakışların; bir an, karanlığı unutturur sanmıştım… Yanılmışım…

    Gül kokulu yasinler, sararmış çocuksu elifbâlar hâtıran.
    Şimdi kabrine ibrikle su taşıyor çocuklar bu hikâyenin.

    Bir ateş yakmaktır karanlığa, marşlar tüttürmek…
    Gözlerinden gözyaşlarım bir fırtınadır kopuyor. Kalbin göğünde dans eden renkler ve sevişen sesler yer kabuğunda. Ve uçmak havada yüzmek ve yüzmek ummânda uçmak ve toprak ki durgun ummân ve ummân ki akan toprak sevgisizgilim… Umutma…

    Var edilmeden sonsuz var kalmayı ancak var edilmemiş -Mutlak Var; Hû- bilebilir. Yaradılan yaradılmamayı anlayamaz. Sınırsız sudan ancak kendi kabımızcaydı güzel mütevâzı nasîbimiz…

    Çiçek açmış dallarında kumrular… Saçlarından damlamakta akasya… Dağlarında öz gürlüğün marşları… Ülkende farkedilmez doğulu, batılı. Yaşam gibi gülüyorsun manolya… Ağzı var diliyok bağrın… Alma birini vurma ötekine mahcûb gözlerin…

    Ürperir sazlıklarda balerin kuğular… Astarı yüzünden pahalı umutlar… Tesellî et hüznünü başkalarının mutluluğuyla… Sınırları file yapan çocuklar karşılıklı voleybol oynayışında… Tel örgüler kanatlanıp uçuşunca Verâ… Bayramların çörek kokusu yeniden… Çocuklar sevindiren delikanlı dedeler aşkına…

    Cânında deprem; nefsinin altında kalmışsın, sesini duyan var mı. Annesizliği, babasızlığı, çocukluğunu yaşamamayı en iyi bilen Âdem Havvâ değil mi…
    Dibinde yer, üstünde gök, karşında su, saçlarında rüzgar, içinde ateş denizi…

    Bazı geceler bazı ruhları kemirmek için gibi bir vakit… Bazen öyle bir demde dertlenirsin ki, bin dostun olsa dertleşemezsin Verâm… Asıl erkek adam ağlar, ağlamayı bilmeyen babalığıöğrenemez…

    Mazlûmun birleştiği gün zâlimin zulmüne kıyâmet günüdür Verâ… Sığ ihtilaflardan sıyrıl, cevherinin farkına var, rûhunu özgür bırak...

    Oysa ufacık mutluluklar yetiyordu muhteşem huzurlara... Âh almanın, hayat karartmanın hobi olduğu çağa veyl olsun... Hürmetin, muhabbetin, uhuvvetin fobi olduğu bir çağa da veyl ola... Başkasının yangınıyla; yemeğini pişirip yavrusunu doyuranın vay haline...

    Yeryüzünde milyarlarca kötülüğe en iyi cevap; kardeşliğimizi pekiştirmekti. Kalbin aklı almıyor, iyiliğin güzelliği varken neden kötülüğün çirkinliği...
    Güneş tutulup ateşten bir çember olunca; Yusuf'un kuyusunu hatırla… Başkalarını sevindirmekle moral ver keder kuşlarına…

    Uzaklarda yanıp sönen yıldızlar gibi bağrımızı zorlayan boşluk...Yaklaştıkça uzaklaşan; git git bitmiyor içimiz...
    Dünyanın en hazin korkaklığıyken; kadınlara erkeklik taslayarak şiddet... Şimdi nasıl da üşüyor şiddetle dünya.

    En güzel cennet nimeti; yeniden masum olmak... Öksüz bülbül, minnettardı gül ağacına; oysa maharet topraktaydı...içinde bir anne kalbi taşıyan fedakar adamlarıüzmemeli obez dişilikler…

    Alnında bir baba onuru taşıyan hanımları da üzmeyin...
    Yumurcak serçeler konsun kuğumsu dallarına Verâ…
    Hüznün en fazla yakıştığı gönüldür, mahşer yeri.
    Hüznün en fazla yakıştığı gönüldür, mahşer yeri.

    7

    Dostumu sergilediği yanından değil, göstermediği yanından ancak tanıyabilirdim. Naylon canlısı renkler, parlak vitrinler, fantezi ışıklar hep anlamsızların karanlığı. Fosilli sıkma kehribar tesbihler gibi mahzun güzellikler miydi yaşadıklarımız?

    Bir şiir koca bir cinayeti önleyebilir. Kendini anlatmakta zorlanıp şiddete başvuranların ellerine sanat aşılamak çok şeyi önleyebilir. Cennet ehli, Hakk’ın sonsuz çeşit kitabını sonsuzh hazla sonsuza dek okuyacakken…
    Dünyada nice algıyı ve olguyu birer kitap gibi okuyorken kitapları hafife almak nedendi Verâ…

    Dışarda hiç tanımadığım aksakallı dedeleri görünce sarılıp ağlayasım geliyor. Henüz keşfedemedim ama sırların olduğunu biliyorum. Ve merhametli dedelerimizin çoğu çözdü sırları hissediyorum…

    Katillerin gözlerine bak, çoğu sevdiklerine seviyorum diyememişlerdir. Her koca ömür, kendi ölüm saatinde tadacağı acının meraklı endişesiyle kül...

    Bazı yürekler bazı göğüs kafeslerinde zindan, inanmıyorsa yoklasın… Bazı göğüs kafeslerinde yürek değil kemiktir, taştır, çukurdur atan…

    Ruhumda kanatlı ceylanlar, yüzgeçli kuğularla dans ediyordu. Hasretiyle tutuşa tutuşa uçuşan günlerimizin kül koleksiyoncusuyuz Verâm…
    Yüreğimin atasözü vicdanıma; geceye yeterince alışırsan, karanlıkta görmeye başlarsın…
    Sabahın ayazında ferah kuş sesleri için pencereyi açmak da sevdaya dahildir… Ve şımarıktan eş ya da dost çıkmaz çünkü çabuk vazgeçer, kolay sıkılır hep haklıdır.

    Arıyoruz, arayışlarımız burada bulamayacağımızı bağırıyor. Bulamıyoruz çünkü burada bulamayışlarımız orada bulabileceğimizi haykırıyor…
    Ciğerdir yanar, yürektir türer, anlayamaz dilsiz şeytanlar… Gıybet yerine soylu sükûtu tercih eden zarif asosyallere selâm olsun…

    iyiler dışında herkes örgütleniyorsa, iyiler örgütlenmeyi ahrete saklıyordur. Çünkü yeryüzünün bütün çiçeklerini kırıp geçirecek gibi mağrurdur bazıları her dem…
    Bir zalimi ne ceddi ne yurdu ne milleti ne devleti ne ecdâdı ne sülâlesi kurtaramayacaktır mahşerde…

    Hüzünlendiğimizde sığındığımız Hira mağaramız kim?
    işte mesele bu Verâ…Kalbi ağlarken bile yüzü gülen yakınlarımız, dünyanın en fedakar insanları...
    Ve kimsesizler mezarlığı gibiyiz bazen, hayır severlerin bile uğramadığı o tenhâ…

    içindeki uçurumlardan derini yok… Sıyrıl yükseklik korkundan… Uçmağı öğren Verâ…Bırak saçlarını rüzgâr tarasın, nazlı sesler öpsün kulak zarlarından bırak… Yarasını yalayan maral kırgınlığı seninki, dalgıçlar gibi dalarken uzaklara gözbebeklerin.

    Küllerinden doğmayan simurga simurg denilmez…
    Denizler güneştir yanmasını bilene, güneşler denizdir yüzmesini bilene… Saatli bomba kalbin, içinde…
    Asıl yiğitlik, zebralar gibi korku salmadan geçebilmek…

    Ölüm ki, ölümsüzlüğün kıymetini bildiren en hakîkî öğretmendir. Kof cümlelerden yorulmuş îmânlı ruhlara tesellîydi, orada boş söz işitemezsin müjdesi.

    Yokluktan gelmemiz, yokluğa gitmeyeceğimizin en büyük delîliydi Verâm… Bize şahdamarımızdan yakın olana şahdamarımızdan yakın olmaya bir çalışsak…
    Mumlarıyla kağıttan gemizler mahzun sevinçlerle bırakıldı rıhtımı karaya vuran dalgalar olan umûdun nehirlerine. Kalbimizde, ilk ve son atışındaki heyecan olmalı Hû aklımıza gelince Verâ…

    Zerrelerin nabızlarını hisset… Cümle varlık cümle yokluk O’nu işâret ediyor… Tüten beyaz duvağıyla trenler, salınan dalgadan duvağıyla gemiler…

    8

    Köy evlerinin kanil önlerinde kimseyi incitmeden eriyen zararsız ömürler âh ne güzel ne özel yorgunluk…
    Eminler ki yeryüzüne dağılmış yıldızlardır, karanlık ancak nurlarını arttırır. Yaprakların Hû deyu hışırtısı ve dalgaların Hayy deyı yığılımı âh… Sağcı, solcu, mütedeyyin… Bütün dindaşlarla kemanlı yağmurlar altında türküler çığırmak istiyorum…

    Adâlet türküleri… Esenlik türküleri… Kardeşlik türküleri… Hakikat türküleri… Bahar ve güz türküleri…
    Umutma… Kuşu öldü diye çocuğa başsağlığına giden peygamberin ümmetisin… Unutma çok güzelsin…
    içinde binbir emekle büyüttüğün çiçeği kolayca kırmalarına izin verme çünkü çok değerlisin…
    Sana diyorum, Verâ’ya değil, bu defâ sana.

    Alıp başını yelken açmak başka hiç kimsenin alıp başını yelken açamadığı tehlikeli denizlere…
    Düşünsene cennette hiç nefret olmayacak rûhumuz ne kadar da hasret ne kadar da gurbet değil mi…

    Sonbahar yapraklarının ezilirken ki çıkardığı hazîn sedâ; sadrına sığmayan cevherin… Sakalları şelaleler gibi akan dedelerin bükük bellerinde saklıdır sevdâ…
    Bak işte bir yaprak daha düşüyor ömür papatyamızdan...

    Bir sensizliktir gider, bin sessizliktir gelir. Seni terkedecek bir dünyanın kof gündemini umursamadığın kadar kârdaydın oysa. Ömrünü ötekine nefretle tüketenden kölesi yok Verâm. Bir nâzik maden işçilerine bak, bir de vahşi kolej çocuklarına… Hayat okulu eğitir.

    Barışın ve savaşın sebebidir kitaplar. Yûnûs ya da Marx olmak bizim elimizde. Tenhalığımızın kalbinde; kimsesizlikten bir nehri gam lambasıyla aşar gibi...
    Selâm Rahmân’ın yaralı kuşlarına, tevekkülden gayrı Hira’sı olmayan mustazaflara…

    Hakk’ın unuttuğu unutkanları âlemler hatırlasa ne işe yarar? Hakk’ın yâd ettiği dostlarınıysa âlemler unutsa ne zararı var… Bağrıma yaslan ve dinle… Fırtınalar uçuşuyor içimde… Çiçeklerim endâmını paramparça eden ellerden bile esirgemiyor kokusunu… Çünkü iyi kitaplar doğru dostlar gibidir, kendini bıraksan da seni bırakmaz… Gül fidanı gibi insanların dallarını kıra kıra sevmeden, suyu güneşi olmak ne müthiştir…

    Tek bir sövgüyle milyar kul hakkına girilen zamanlarda öyle dağlara öyle karlar yağdı ki artık kimseye şaşırmamak gerekir. Oysa yağmur, gökyüzünün içini dökmesiydi yeryüzüne. Melodiler eşliğinde havayı okyanusla buluşturan ipil ipil damlalar, gönlün kokuyordu Verâ, göğün kokuyordu…

    Sözü közüne, közü yüzüne, yüzü özüne vurgun şeffaf karakterleri özlüyor cihan… Evsizler, uyuyor kalabalıklar içinde… Onlar mı utanmalı… Geçip gidenler mi… Yağmurla buluşan keman dinletisi ömrün.

    Alnımızda biriken kesikler, hayatın çırnaklarıdır belki de. Gül, geç en iyisi. Hem varlığı sevip hem varlığı düşünmekti kalemin kale kapılarını açan… Rûhun sonsuz matruşka… Kapağı her açtığında yeni bir yüz karşında… Uyumamak için kendi gözkapaklarıyla savaşan bir çocuk kadar yorgun kalbimiz…

    Çiçekleri kırmadan, hayvanları ürkütmeden sevenlerdi dostluğa lâyık olanlar. Sesinde kalabalık bir yalnızlık büzgün, üzgünsün, onlar süzgün zannediyor. Yakınlarının hayatına anlam olmak… Uzaklarınsa anlamına hayat…Kullar içinde Rahmân’a dost olmayı başaran soylu cânlardan baka üstün mü var…

    Eriyen ömrümüze ne kadar da benziyor yıldız patlamaları. Düşüncelerin tiryakiliği öyle yoruyor ki bazen, çalışmaklar dinlenişlere dönüşüyordu.

    Başını taştan taşa vuran nehirlerin şelale olup uçurumlardan atlarken ki nezaketi… Yeşerir gibi sararan ihtiyarlarda temiz ömrün büktüğü belin tatlı yükleri…Ölmeden öl Verâm, ki dirilmeden dirilesin.
    Duraklara neyle rebab düeti nakşedilse böyle mi olurdu.

    9

    Vefasızlar dünyasında sadıkları aramak… Define haritasız defineciler gibi… Toprağına anlam döken her rûh; erguvan bahçesine döner eninde sonunda…Vaktinden erken doğum… Yaşatmaz, öldürürdü…
    Ve çocuktuk, anlamdan habersizdik Verâm, düşün, nasıl da yükseltti bizi. Meteor yağmurları altında ışıldayan gözlerin saflığıyla semâzen küremiz…

    Yumurcak seher serçelerinin birbiriyle hasbihâl eylediği dalların serinliği içimizde... Âh kuşlarının gönül evlerinden göçerken ki mahzûn güzelliği…
    Yaralayanlar dünyasında yaralananlar köyünün mahcûb köylüsü olmak, sessizliğin sesinde…

    Başarılı kimdi… Sap olduğu baltaya kendi özgünlüğüne özgü bir keskinlik verendi… Seher vakti sırf kuşları dinlemek için pencere açıp üşüyen yüreklere has…

    Ameliyle kibre kapılmadan sessizce hayırda yarışanlar dışında kimse kâr etmemekteydi. Başı dik gezmek neydi… Onursuza kibre kapılmak değildi… Tevâzûdan ve hayâdan; başı önde yürüyebilmekti.

    Otururken dağ gibi kurulan ihtiyar ninelerdi, güzel haysiyetin gölgesi. Çöpten bulduğu kitaplarla kütüphaneler kuran temizlik işçileriydi, irfân…

    10

    Uçurtmalar korkmaz uçurumlardan ama bir poyraza bakar âkıbeti. içinde sesler, sustuklarınla savaşıyorsa kendinle barışacağın gün yakın…Âhirzamanda sanki nice insan çocukken büyük ve yaşlandıkça küçük...
    Bu zamânda medeniyyet Verâm, asla betonik şehirlerde değil, hor görülen doğal köylerdedir. Ve kitaplarda kuruyan gül yaprakları, sanki mezarlarda çürümeyen nice Hakk dostları… Biz kimin kimiyiz Verâm, peki…

    Akıştan örülme nakış nakış bakışlar, bulutlar okyanusunda dalıp çıkan yunuslar gibi. Saçlarımızın kalbi kırık… iki yıldız çiftleşince bir ölüm mü doğurur kâinâta... Başarıyla fırlatılamayan uzay mekikleri gibiydik, hassas süpernovaların burukluğunda…
    Orijinal dilinden okunmayan ezânlar gibi hazîn bir şathiyât bu gidilen acı hâlet… Samimiyet çekiliyor arzın damarlarından… Yapmacık hareketlerin zirveye ulaştığı devir, deviriyor insanlığın başkentini…

    Veyl olsun başkasınn yangınıyla ocağını ısıtana, kindara en büyük ceza yine kendisi... Kimsesiz han duvarlarında öksüz güvercinler yüreğin… Can ki yağmur tanesi, tosladığı sevide paramparça dağılan… Alnımızda biriken çizgilerdi hayatın çırnakları…Ruhun sonsuz matruşka… Kapağı her kaldırışında yeni bir yüz karşında… Uyumamak için kendi göz kapaklarıyla savaşan yorgun çocuklar kalbimiz…

    ÂH
    VERÂ’M…

    ÖLSEM
    ÖLMEM
    BiZi…

    UNUTSAM DA
    ÖZLÜYORUM
    SENi…

    ARAMAKLA
    VERDiĞiN
    SON
    NEFESi…

    ÇÜRÜDÜ
    ÖMRÜMÜN
    AK
    CiĞERLERi…

    ÖLÜRSEM
    KALBiMi
    SANA
    BAĞIŞLASINLAR

    BiR
    TAŞLA
    NEREYE DEK
    YAŞARSIN Ki…
    0 ...
  10. 11.
  11. HAYY

    Bil, ölmeden ölmeyenler
    Dirilmeden dirilmezler
    Serilmeden derlenenler
    Serpileni göremezler

    Aşkı vurur yere, göğe
    Can kıvrılır içten içe
    Dipler düşer şu en dibe
    Çökmeyenler bilemezler

    Mahcupluktur son zirvesi
    Dile değil sevda demi
    Tadılmakla bilinmez ki
    Duyularla içemezler

    Aciz gönül, var öteye
    Soyun da gir bu çeşmeye
    Biz ıraktır ben diyene
    Donmayanlar yanamazlar

    Dal kırılır, içer özün
    En duyulmazlardır sözün
    Nereye bakarsam yüzün
    Görmeyenler eremezler...
    0 ...
  12. 10.
  13. ARASÂT DEMLERi

    1
    Ellerinle yıkanırdı sebiller
    Buyrulduğun günden beri torpağa
    Dinmez cihânın şükür salâtı
    Semavat ruhunun yolunu gözler
    Müstakim! Ayinelerin sürmenelerinden süzülen
    Mutmain! Rabbinden razı yetimler gözlerin

    Martılar kahkaha koparır mücrimlere
    Kaldırımlarda kibrin ayak izleri
    Kasvâlarda bir çöküş
    Nasıl da belli yerin
    Pahadan müşterisi bulunmayan
    Afili binaların içindeki boşluk içim
    Tarifi meslek sırrı
    Edebullahtan nazârın
    Oysa düğün derneğiydi göklerin
    Yoksa kıyamet evrenin sensizlikten
    Çıldırması mı geri dönmen için!
    2
    Ölene kadar değil, öldükten sonra da!
    14 burç, Kâbe’de putlar, bin yıllık nâr
    Kurudu Sâve gibi
    Leyli fecreyledi Nur
    Kayıplara karışan Semâve vadi
    Ve buruk necmlerin güzleştiği feza
    Bir nefeste toz duman ayyûkun muhbirleri
    Ey kamerlerden asil yarılan sadır
    Yürüyen yağmur duası çocukluğun

    Nerdesin, neredesin, nerelerdesin
    Akisi bilinen, sormadan edilmeyen
    Bir sayhalar katarı yokluğun
    Sireni sâde dâhilden duyulan
    Altından damarlar akan bilekler
    iştiyaktan pehlivan
    Gözleriyle konuşan mustazafları
    Gözleriyle dinleyen
    Edîbullâha selam!
    3
    Sonsuz parmağında sonsuz marifet
    Kudretullahın, haşmetullahın, yedullahın
    Kalbet, kavlet, hıfzet, celbet, refet!
    Yaşlandıkça evren, gençleşiyor Furkan
    Ey varlığı Zâtından
    Varlıktan/yokluktan evvel bulunan
    inayet, şehâmet, selamet lutfet!

    Yaradılmaz Yaradan
    Yaradamaz yaradılan
    Vahey! Aralıklar çık aramızdan!
    Bizdedir geçiş hakkı
    Ben/sen geçmez sırattan
    4
    Kaybolunca sis, geriye görüntüler
    Kaybolunca görünen, görünmeyenler
    Ne kalır kaybolursa görünmeyenler!
    Caizdir perçemi pençeme küffârın
    Umman yanar, volkan üşür, eser sahra
    Beyaz duvaklarıyla salınan güverteler
    Yaslanıp Hayy zikrüne yığılan dalgateynler
    Tilavetlerin bam telinde açan Firdevsler
    Karışır birbirine
    Ayasofya saatinde
    5
    Bir beytullah olarak
    Dönünce fıtratına
    Parlatınca leyâli devletlû lem’alarla
    Balkırı şeriatın mecelleyi boğunca!
    Gerekmez yeni bir Boğaz teşrifine
    Gülüşünle kandilleri dağlaman için
    Derdim yâ! Ayasofya! Tik! Tak! Tın!
    Şühedâ makberine sığmaz artıkın!

    Açıl Fâtihlerin mirası açıl!
    Geber ayna ayna söyle banalar
    Altı bucak ve dört dal ve beş zaviye
    Martılardan bir deniz içerisinde
    Ney kıvrımlarında mukaddes kavsının
    Erîs gamzesinde elbet bir gün
    Yeniden biter ol hilafet mührün!
    0 ...
  14. 9.
  15. iSTiKBÂL GAZELi

    doğrul, çığ gibi çökse de cümle gökler tepene
    cehennem olup kudursa zemîn, zinhâr düşürme
    mübârek sancağı çek, Allah için çek, göndere
    kulak ver, şühedâ kefeni dipdiri toprağı dinle
    irkil, köklerine dön, dallarını sal ğarîblere
    sal, huzûrla yatsın ecdâd, sal, en tekin sipere
    habîb için sal, vatan, bilsin ki emîn ellerde
    durma, nerde bir yara görsen merhem ol fevkine
    dikil, senden de olsa dikil, zulmün üstüne üstüne
    yurduna sâhib çıkmayana sâhib çıkacak yoktur
    işte islâm kıtası, kahrına taşlar, ne çoktur

    yürü, yol yürüyenin, kuşan, pusat giyenindir
    kısrak binenin, söz diyenin, erlik erenindir
    sen çakıldıkça makber mâzine dar gelecektir
    diril, Allah için diril, mazlûmlar mahşerindir
    toplayacak cüzleri, hilâlden bir sûra, üfle
    dönsün özüne vücûd, uzuvlar, gelsin dile
    yapının tuğlaları kaynaşsın tâ temelinden
    vaktidir, yetîm ümmet, taşmalı beytinden
    yüreklere, mâbedler îmar et ki, yürekten
    azmini hiçbir pusu çevirmesin emelinden
    ey şehîdoğlu şehîdlere hergün şâhid kesilen
    yetmez şehîdoğlu künyen, savul zincirlerinden
    sen ki, üç deryâ üzre bir seccâde, anadolum
    çınlasın zerrâtında -sâde Rahmân’a kulum-

    durumdan değil, safından sorulacaksın, etme
    boğazla güdümleri, müslimsen haykır merdâne
    nisyandır, tercih zulmeti şerîat kamerine
    eğil, ancak rükûda, cân ver, cânânı verme
    kıyâmete dek yurdun çiğnensen de çiğnetme
    ey Millet-i Muhammed, dön Hakk’ın devletine
    dön, Allah için dön, çehreni dînin hükûmetine
    silkin, silkinmeyenler seyre pek müstehaktır
    davran, değil mâtemler sana rövanşlar yaraşır.
    0 ...
  16. 8.
  17. iNCELiKLERiN EFENDiSi
    1
    kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz
    rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında
    hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız
    mukaddes Tur-i Sina gibi mübarek sırtınızdan
    pak torunların inmek istemeyişi gönlüm, umarsız

    gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına
    geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna
    ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin nağrasında
    siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz
    söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz

    ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu
    günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz
    cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız
    ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız
    kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız
    2
    anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi
    yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevi
    ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu
    altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi
    zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp
    uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi
    gibi bir havaydı hilalin şavkı vururken alın yazgımıza
    meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında
    ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında
    ve zulüm… suskudan tükenen dilceler kördüğüm
    3
    vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen
    otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına
    ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirsiniz
    yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açar buzulda
    gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık
    Mâşûk’u için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine

    sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri
    durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga
    dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde
    canlar sizsiz, şimdi vadilerde şaşkın gezen dilsiz şuara...
    0 ...
  18. 7.
  19. YENiLGiYE MERSiYEDiR YENGiMiZ

    şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri
    Şehzâde Mustafa türbesinde asırlar deviren yas
    yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında
    hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler
    külahtan kevsere inen cayır cayır katreler
    her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren
    şimdi ne desen gecikmiş bir Murâdiye saati
    fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin
    sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği
    ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler
    tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına
    öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura
    zülfikâr imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana
    “baş üryan, sîne püryan”
    gayrı kılınç kınına ziyan!
    oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler
    buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla
    mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler
    berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti

    aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar
    akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında
    o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar
    gayrı geç ey Muhafız
    bahadır ruhlar ordusunun başına
    serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine
    yan bakmayasın; ne sağa ne sola
    işte düşman Gargat ehli karşında
    vur pençeni Kahhâr aşkına şenlensin çelik bilekler
    vur mazlumlar hatrına vur dile gelsin dilsiz gökler
    yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni
    hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin
    dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi
    ve Geylânî hazretlerinin sevdası muska bağrında
    bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti
    karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna
    gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir
    şahid iznik surları, şahid Bursa kalesi
    ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi
    derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın
    coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne
    fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye
    muştulasın müstakbel meşalemizi
    0 ...
  20. 6.
  21. GEVHER

    hakikat şarabıyla kendinden geçmek
    kendine gelmek, özüne dönmektir bize
    Hakk dostlarından cesur yiğit mi var alemde
    sırra kadem basışları izdir, ufkumuza
    mülk, şöhret, evlat, içtikçe susatan derya
    gerekmez, aşkın nehrinde arınan toklara
    ancak harabeler bilir asıl hazineyi
    yalnız zeki canlar anlar sonsuz saltanattan
    bilinmezler diyarında bilen öz bilgiye
    zirve göklerde değil köklerde, derindedir
    ey cevher, daha kaç can verecek nefsin
    ne zaman cesaret edeceksin soyunmaya
    hikmet kaftanı üryan olmadan giyilmez
    bu hiçlik ateşinde üşümeden pişilmez
    kök sağlamsa derinde, boy atarsın zirveye
    şu mânâ göğünde çınar olmadan uçulmaz
    islam ruhuyla canlanan şah soylular ki
    mesihtir birbirine, yürümeden bilinmez.
    0 ...
  22. 5.
  23. BEYAZ KARANLIK

    Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız!
    Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye…
    Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız;
    Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine.
    Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana.
    Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi…
    Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla!
    Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki…
    Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler;
    Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara…
    Yatağanlarla doğranmış batağandı keder;
    Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara.
    Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde.
    Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne!
    Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde…
    Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde.
    Duyamaz; yangın kuleleri bu cehennemi.
    Bulamaz deniz fenerleri şu pus gemiyi…
    Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında!
    Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta...
    Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık!
    Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca.
    Ah ne afet katliam; rahim nurda kayıplık!
    Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza…
    0 ...
  24. 4.
  25. MAVERA TAKViMiNDE BiR YAPRAK

    kırımlarda, beraber katledilirken
    evladına kefen olmuş valide cesetleri
    çünkü anneler, şu zamanda bile
    çabalar, vefatı nazik göstermeye
    kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken
    bambaşka yörelerde, apaynı sahne
    hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına
    günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık
    nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin
    gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden

    oysa gümlememiş ketum füzelerden
    saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar
    etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan
    işte bu sessizlere, cevrederken tiranlar
    masumu terörist, teröristi kahraman
    vatanseveri hain, haini yurtsever kılan
    anırırken ıslah diye bozgun üzre bozgun çıkaran
    bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu

    oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada
    hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar
    tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği
    usanmadan asırlardır, devreye giriyordu
    cerenlerin sıcacık gülüşünü
    bölüşürken erenler, şurada
    helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu
    ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan

    ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler
    cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde
    esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb
    şarka dönüşecektir, yeter ki çemren
    çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına
    sabretmek, yarısıdır dikey zaferin...
    0 ...
  26. 3.
  27. GÖLYAZI

    zeytin ormanları, gam leylekleri
    sazlıkta salınan nazlı sandallar
    Apolyont gölünde mahzun gökada
    Ağlayan Çınarını ağlaşmakta
    sevdaya pervane yel değirmeni
    Eleni’yle Mehmed’i anlatmakta
    yerinden yurdundan eden acılar
    bazı mevsimler çınarın göğsünden
    birkaç damla kan olur göğe damlar
    uğultular duyulur Rum evinden
    derler ki; aşkları ah olup tozar
    çığlıklar yükselir harabelerden

    ey devrik ulu çınar; bir bilseler
    ne sırlara şahid ihtiyar gövden
    koynunda can veren nice hasretler
    hesap günü için bir mahşer bekler
    miras hatıralar, Mübadele’den
    yüreklerce çarpar zerrelerinde
    çığırsın mayanı Zambak Tepesi
    dallarında; Taş Mektep öksüzleri
    Kazım Paşayı hayırla yad etsin
    dağlan hey Gölyazı, ağla ve çağla
    saplı durdukça tarihin bağrına
    sönmez hakkın hilali karalarda.
    0 ...
  28. 2.
  29. CENNETiN CEHENNEMi

    yorgunlukta beyaz kurdelalı kalbin
    ensarla muhacirin yoklukta paylaştığı
    eski medine evleri kokuyor şimdi
    kusacak kadar fazla bolluğun ortasında
    hayatın damarlarında tıkanırcasına
    üstü kocaman bir kışla kaplı dağlar gibi
    akıyorsun tünelden bükülmüş sırtınla
    bebeklerin henüz açılmamış gözlerinden
    sebepsiz gülüşlerinden öpüyorsun
    hoyrat yontların yelesine bir öpüş sanki
    çul kilimlerde yer sofraları kalbin
    göğertide gökekinler, harman nefesi
    helal lokmalar gibi kursağa dizilmeyen
    üryan yavruların nasırlı avuçlarında orak
    ütüsüz yüzlerinde pürüzsüz memleket
    pak soluklarında düğürcük çorbaları
    köy gibi nezihtik hep güzeli düşlerken
    güğümleri binbir çilesiyle kaynatan
    hevesi tandır egişe takılı nenelerce
    tütünü kucaklarcasına saran atalar
    kalaysız tasta bayat somunlar kalbin
    tığları tesbih çekercesine nakışlatan
    teyzelerin dillerinde dilsiz nağmeler
    hep saflığı çağırır kıdemli ısrarla
    yağmurunu bekleyen toprak misali
    çünkü anadolum tutunamaz içtensiz
    ve bakma pehlivan durduğuna
    naylonlar küresinde duramaz ruhsuz
    salıncak gözlerinde acılar sallanır
    çocuklara bakarken iki misket sanki
    usanmadan yüreğine yuvarlanan
    hafızan kaybetmek istiyor kendini
    sen hep o tel örgülerle çevrili
    çocuklukların düşlerini yıldızlayan
    dışardan cennet, içerden cehennem
    pek nazlı pek havalı çokça yangın
    ulaşılmaz lojman parkıydın.
    0 ...
  30. 1.
  31. AŞKIN ŞEHRENGiZi

    ne canlar yakmış iç Kale
    sararmış resimlerce
    mahzun Viran Tepe
    bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
    bir küf tutmuş muskalar
    bir keder karası bazaltlar bilir
    nerden nereye solmuş
    yetim Diyarbekir’im
    nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
    birden düşersin akla
    başım gözüm ısınır
    Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
    Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
    kenti çoktan terk etti
    Hamravat Selsebili
    bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
    eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
    bir sensizliktir gider
    bin sessizliktir gelir
    açılır çakı gibi Fetih Kapısı
    yeni baştan çevik Fatihine
    tel örgüler kuş olup uçuşanda
    belki değeriz yine
    On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
    yangınlar gömülü
    Süleyman mertliğinde
    bir zaman abdestsiz çarıklarla
    doluşmaya utanılan Sur
    şimdi hangi hakirliğin mahzeni
    abdal damlarımızdan mağrur çatılara
    taşların boşluğunda zemheri
    cehennem lokması kursağında
    avlularda tükenmiş
    dut çiğdeleri bağrın
    boynu bükük nergizlerin saksılarda
    vurulmuş haremlik
    dökülmüş selamlık
    kalmış Deliller Hanı
    cinnete bir soluk
    kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
    hanayda kumruların
    su kadehi burulmuş
    kararmış bahtı fildişi kalkerin
    namusun narin beli bükülmüş
    durgundur Mesudiye
    argındır Ulu Cami
    yorgundur Dicle Kapı
    fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
    bir şehir ki töresidir
    nice kıtaların hey
    selsellerin uğultusu serdaplarda
    tulumbalar hasretinle taşmaktadır
    Şeyhandede şelalesi
    hazan olup yağanda
    ahşab nar çiçekleri
    sülüs hatları mevsim
    nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
    yüreğin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
    Asur kalesinde kral mezarı bağrın
    gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
    ve paygamber kabrinde
    öksüz yara salardık
    gırtlaktan revakların karanfil sokağında
    umudun umudusun
    çeyizlen Diyarbekir

    AMEDYA

    ranzalarda Anzele serinliği
    Arbedaş Kapısı
    yüreğin dolar
    Nasuh Camisinde Ömeroğlu
    Nasıriye Kalenin Halidoğlu
    bize Amedyalı
    derler hey cano
    mazluma safdil
    namerde sarraf

    şimdi ne Küpeli
    ne Dıngılava
    Diyarbekir bir ceset aramızda
    akar akar Hamravat
    çehremizin kederinde
    taşar yüzlerin
    emekçi coğrafyasından
    masum, maralsı
    Kürdistan gülleri

    ürkek avlu mırnavları
    ceylansı hafız kızlar
    kadim Zinciriye
    kokar çocukluğum
    Benusen burcunda sesin
    girer düşlerimin rüyasına

    hatıralar deşer
    hatır yarasını
    Hançepek türküsü yakar
    babasının ciğeri filintalar
    öksüz içerin
    Zembilfroş dumanı

    sürgüler çekilir
    durur hücremde
    tütsüler doğurur
    yetim Bircuşah
    kaynatsın ahımızı
    dadaş Haburman
    sağsın zor hüznümüzü
    aygın Malabadi

    kurşunlanmış can Kurşunlu
    Dört Ayaklı minarem
    dört ayağından vurulmuş
    öyle bir zelzele
    ki çetin gidişin
    Mesudiye sütunları oy
    gayrı yerinde durmaz

    Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
    ömür kavgasını
    verir hep kalanlar
    dam loğu, et taşı
    bulgur değirmeni
    bir destandır burada yaşamak saati

    Fiskaya Şelalesi
    hazan olup yananda
    gör nasıl
    yeniden yağarım
    dişimle tırnağımla loy loy
    bir daha bulunmaz böylesi
    gazel ölen
    bizi, bizim gibisi

    ROZERYA

    yüreğin Hilar
    mağarası gibi serin
    yüreğin dağlarcası
    gariban, ıssız
    söyle sen hangi
    boranın meltemisin
    yanar dudağında karanfil tütün
    yanar da verir
    sırtını Kırklar suruna

    ellerin kelepçe
    ellerin zozan
    gözlerin zor kafesler
    gözlerin zilan
    içerin Kralkızı içerin mahzun
    alıngan, kuğumsu
    hançerem hançerli
    suskum sahipkıran
    bir masum pusuda tahtırevan

    söyle ben nereye gideyim Rozerya
    gel de gör içim dışım Amedya

    yaşmaklara yaşamaklar doladın
    Rabbinden razı
    sesin papatya devrimi
    sesin ardınsıra zılgıtlar
    körpe nazenin

    daha kaç mendil
    sarsın yangın kederini daha kaç
    ahraza bürünecek
    cıvıltısı sabilerin

    gel de izle Rozerya
    aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
    tepişirken fevkinde
    şımarık firavunlar
    aziz bir şehir yıkılıyor altında

    hal böyleyken
    hasmına kılınç
    olsan da duramazsın içinde dimdik
    çökersin soylu
    sevdiklerin aşkına
    biz şimdi sensiz
    boyuna çöküş
    biz şimdi gözlerinsiz
    antik tohumduk

    bak da yeşert Rozerya
    Diyarbekir hayat ister bağında
    yeniden nefes almak
    biz ki yorgunluklar halkı
    gürleşirdi alnımızın teriyle
    ceddimizi saklayan
    aziz toprak.
    çocuklar eker
    filintalar yeşertirdik yılmadan
    usturalar kayarken ensemizden
    bükülmezdik usulca

    ata yadigarıydı mesleğimiz
    yüreğimiz haykırır gözlerimizde
    canımız o parola
    yakıl ama yıkılma
    söyle susma söyle Rozerya
    diyesin
    yitik insanlık
    hangi eğreti dağın ardında

    RÜMEYSAH

    sen, çocukluğumdun, masumiyetim
    sen bereket, han duvarları mazim
    toz çuvallar üstünde dinginliğim
    rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

    dans eder, göllerin ıssız akışı
    her nakışı, hüsrana yar bakışı
    özlem tüten demden gönül kayışı
    hem canım hem cananım, cevherimdin

    ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
    bir hayatlık canı var ölümlerin
    bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
    bir nefeste yayılır gül dediğin

    Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
    gurbetimin teli kopmuş sazımda
    deli taylar uçar durur bağrımda
    seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

    konmaz öyle her dala sev devrimi
    sütü zift, balı zehir semahında
    uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
    can kınına sığamıyor Rümeysa

    mürşid gamzelerin Fındık burcudur
    aşığı, mürid kılar tek bakışta
    dergahında cerenler kuruludur
    aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa

    GÜVERCiNLER ÇARŞISI

    şükran toylarımızın
    sesi gelir aşiret çadırlarından
    obamız hayran
    otağımız kurban
    kıl çadırda yer sofrası kalbin
    serilmiş razı
    serilmiş padişahına kadar
    Nur burcunda ciğerim ağarır
    külahına dek kufi, ebebulguru
    saçlarında nesih yazıtlar
    döşlerin kesme bazalt döşeli
    mukarnas bezemeli
    yazmalarca beklenen yankılarda
    kurşunlu kubbelerin

    Halilviran köprüsünde hey canım
    düşlerin hıçkırır
    sazlar kavrulur
    yanar sazlıklar
    Nevruz neşesi saran köşelerinden
    bir firak hüznü
    tüttürür dağlar
    kavun rayihasına karışır
    karpuz burcuları
    çörtenlerden bin rahmet damlar
    demirciler çarşısı orkestra
    sadrı tonozla örtülü
    ceylanlar salınır
    filintalar ormanında

    Kazancılar Hanı mürd
    suskun kaya mezarlar
    Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
    bağlanıp budaklansın
    yeter ki kapılma
    çeper çağın ağına
    can akar yolunu bulur
    yeter ki solmaya
    yaşamak sevincin
    iki gözümün goncesi

    HIZIR KÖŞESi

    göğün göğüyüz biz, yerin yeri
    niceye Süreyya, niceye bağır
    testin kadarsan, günahımız ne
    ya kıl taat, ya cezbemizden delir
    ki yokluk, varlığımıza delil
    ki yokluk, yokluğunuza tülbent
    içimiz var, içimizden içeri
    ve dışımız, dışımızdan dışarı
    vur testini, ne dış kalsın, ne içi
    lamekânda bulunur bu define
    aşk, öyle bir uçurur ki kimini
    aşk dahi bilmez uçanın yerini

    VEDA TEPESi

    Kudüs'ün ürkek gözyaşları
    Diyarbekir'in gözlerinden akar
    Tunus'un yanaklarından sızan
    Kahire'nin koyu kanıdır
    Şam'ın sonbahar saçları
    Dökülür derisinden Yemen'in
    Medine tüter Mekke'nin burnunda
    Düğümlenir boğazı istanbul'un
    Vedâ tepesinden uyanış doğar

    DORU

    poyraz yanar, kandiller üşür
    Nupelda
    suna boynun yaslar dağ eteğine
    yıldızların kaydırağı var bu gece
    dokunsan, ağlayacak ceylanlar
    tavşan, yavrular aşkına cesur
    arslan, yavrular aşkına ürkek
    ve bakışlar, çığlık çığlığa kuşlar
    yokluğun, boğazda kement
    bakışın, nasıl da çatal
    değdiği kalbin etini delen
    acemi, rafine, boyunca usul

    bağırda dalgalar kayalığa vuranda
    diyar gözlü, bekir yürekli
    filinta baharlar birikir Yeldama
    gurbetin, hançeremde kelepçe
    ranzamda, kahırdan darmaduman
    ağarmış anlıklar, gurbetin
    maral titrekliğinde, soluk soluğa
    bir cezbeden yadigar
    bahadır, külhani yakalardan
    ve mahzun, namus burcu
    niyetli, meçhul denen ferdalara
    umutma Evîn
    gevherin kışlatma
    avlularda serpilen gonceler hatrına
    kenar mahlesinde dar bulvarların
    gül hevesler kurutmuş
    başı hep ustura tıraşlı
    oğullar etmez hayınlık
    yokluğun ebubekir dostluğuna

    çünkü yaşamak bu küllüklerde
    dakik bir vaiz kuzulara
    ve sıtmalar, ardın sıra kan ter
    ardın sıra tutuklu, kısık
    iner gibi sürgüler hücre odaya
    görüş günleri ıssız
    volta demleri öksüz, dımdızlak
    cehennem kesiği gerdanlar namına
    hiç değilse düşlerim, boran
    savur çeltik yaylana, pamuk ovana
    savur da kıyılsın inceldiği kuşeden
    aşiret bozkırları çocukluğum
    divane dağın doruğundan tütsün
    vakarlı umular, yarınlarımız

    ÜLKÜMÜZ DEVRiM

    genzimde bir sergüzeşt
    koynumun merkezine kadar kıvrılan
    kanırtan hınzır hevesleri
    sisleri tırmalayan haylaz açelyalar
    sensizliğin biz kokan kıyametiyle
    aşka hadım edilmiştir

    içimde açılmayan mühürlenmiş mektuplar
    yağar tırmalarcası sandukamın kürküne
    gençtim kısrakların
    toprağa hazla saplanan toynakları kadar
    gençlikten burağanlar biriktirdim
    yatağanlarladoğrarcası
    kara kutusuna kadar ciğerlerimin
    vurulmak neymiş bildim

    mahralarda sahralar uzanıyor
    dünya kıyameti sonuna kadar hak ediyor
    çırılçıplak armakçılar
    kirletirken oğuzluğun hisse senetlerini
    dosyalar artık yırtılmak içindir
    yargılarından habersiz yargıçlar
    şimdi haksızlığın ayetleri

    akıyor budunlar sokaklarında evrenin
    kurganlar artık çöküşlere mahkumdur
    kutaylar kervanlarda
    yeni bir cihanın rüyasını çığırmakta
    bilge taşralardan
    çaylak şehirlere ihtar

    orada bengi yaşamaklar
    burada tadımlık yalnızca
    çocuk sevinçlerinin koşturduğu evlerde
    ölümlerin o yetişkin ağır
    kulak zarlarını sağır eden
    şimdi suskun çığlıkları dolaşıyor

    öyleyse acısını dindirmeli vahşetin
    bir yağız hünkar korkusuzca
    herkes beklenenlerin
    peşinde aynalara bakamadan
    imgeler alışıktır kırılmaya farlarda
    pusumda aşiret bozkırları
    güneşin yerini tutar

    kozmosunda fantasmalar
    bir gökçe hicret kadar mevzi tutar
    sarıklara havlıyor kanişler
    yağlı köy sabunu kokmuyor yaşayan leşler
    kentlerde ceset nehirleri
    yıkılan köprülerden
    örülen duvarlara üzülme sakın
    körpe labirent olur
    buldurur birbirimizi

    kavganın gümrah memelerinden
    yaralar emzirdik hep yoldaşlarla
    kaslarımızı gırtlağına değin sıkıyor
    kol muskası pazıbentler
    can evlerinde tamudan yuvalar kuran aşk
    palazlanıyor çıngarın
    kanla sulanmış tarlalarında

    ülkümüz devrim
    insanlığı hunharlığa neşter kılan
    huylanan döl döşekleri
    doğumun görklü kuzey ışıkları altında
    yepyeni bir doğruluşa gebeydi
    çapa yapan kadınlarıngölgesinde
    ter bezinde kundaklar benim yerim
    ülkümde devrim
    yıldızlı geceye dönüşür sevgilim

    ipiltiler esintilerin
    kanına karışıyor ıpıslak ıslıklarda
    tezgahlarda işveli ciddiyetler
    ne denli serpilebilirse som kapanlarda
    o raddeye kadar kuşmar
    dağılan nazenin saçların
    tellerinde yürüyen cambazlar cudam
    betondan putlara tapan
    çinko patronlarla haşrolan

    pazen entariler yağar militan ruhlara
    dindirmek için hoyrat hırslarını cevherin
    işte küstah yürekler
    mutantan recimlerini kör emperyalizmin
    boğazlamaklar için birikiyor
    ülkümüz devrime kıvrılıyor
    devrimlerimiz ülkülere
    türkülere birleşen düşlerimiz
    lügatlerde sevmekler
    yeniden tanımlanıyor

    durun ve hayatla yüzleştirin çehrenizi
    oysa haylamaz dibine açan hiçbir domur
    huysuz langustlar
    pavkırışlara boğuyor yeröteyi
    tıpırtılar tıkırtılarla sevişiyor
    tenha kaldırımların damsız yalpılarında
    fısıltılar boranlarla
    cam kırıklarıkarıştırıyor damarlara
    kalın bıçaklar kesemiyor ince tülleri
    karıncalanıyor ergen yerlerin
    yaşlanmayan gözlere küflenmek yasak
    işte hipnoz edilmiş metropol köleleri
    tiryaki egzoz dumanlarına
    özenti vitrinlerde hep janti sömürgeler

    bir fiyasko gibi geçenlerdir
    sokaklardan caddelerden bulvarlardan
    onlar asıl kazananlardı
    panjurların satır arasında oksitten
    mısraları sökebilen şairler
    besteleyecek tutunamayan galipleri

    kapitalist yaşayıp komünist küfredenler
    rezaletsel rüsvaylığa mahkumsu
    sustum susulacak ne kadar kağnı varsa
    mecnunlar yüreğini tükürüyor sahraya
    düşlüyorsun eriyene dek beynin
    kaynayan bir kazana dönüyor kelle tası
    ışığa yumruklar attıran sendin

    zarfında günbatımı fırtınası
    taraçadan süzülen matruş papatya dansı
    kardan çocuğa döner cıvıldayan nefesin
    aynaları sırlayan cıva gözlerin kokar
    çakılır vidalarderisine şehvetin

    gün gelir ülkün de devrilir
    türkü çığırmaya başlar devrimin
    değişmez sandıklarından doğar ilk değişim
    alaturkalar alafrangalaştıkça
    dumura uğrayacaktır çağdaşça
    şen olası raconlar gereğidir

    kan damlaları birikiyor kum saatinde
    tütüyor fişek tarzı miğferler
    dünya kıyameti sonuna dek hak ediyor
    bileniyor delişmen pençeler

    BEHRAMPAŞA

    muhteşem Selimiye benzeri mimari
    Mimar Sinan üstadın ustalık eseri

    sekiz sütun gövdesine taşlardan
    birer kördüğüm atılmıştır sanki

    kimsesiz Suriçi’nin dilsiz sokaklarını
    bir şölen yerine dönüştüren incelik

    eksik olmaz rahmetli avlusundan
    çocuklar, kediler, kuşlar, böcekler

    gelin bir de buradan izleyin gelin
    haşmetli islam medeniyetimizi
    karnaslarda Süleymaniye ihtişamı
    kitabelerinden belli Sahabe şehri

    minberinin külahı çiniyle kaplı
    kapısında bir şaheser su mermeri

    satranç kufiyle yazılmışdört koldan
    semah eden Habib-i Kibriya isimleri

    kuvarsı cezbede kendinden geçmiş
    iznik çinileriyle kaplı kadim duvarlar

    mihraplarında saflığın ülküleri
    kara bazalt taşlarından bir şiir sanki

    saçı örgülü yıldızlar iç mukarnaslarda
    döşü geniş kubbesiyle muntazam estetik

    metafizik gerilimler tozan ışıklarında
    vakardan metaforlar dimdik sütunlarında

    sekizgen yapısıyla; hazin yalnızlığıyla
    âlî devletimizin bir türbesi gibi şimdi

    diktörtgen boşluklara dolan yaşamak azmi
    ecdadın ervahını hissettiren külliye

    geçmişle geleceği buluşturan bir meclis
    Mimar Sinan’ı Şeyh Galib kılan taş üstünde

    kalbi Dicle diye çarpan bahtın rüzgarında
    bir çizgiydi bulutlardan Behrampaşa Cami

    RÜZGARIN KALBi

    kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ
    kasımpatılardan doğma entarinle
    çalı kuşları konardı dallarına
    anadolu buğdayı kokardın sevdayla
    bağlamalar dar gelir gönül teline
    saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
    kuzgunlar dönüşür üveyiklere

    yağmurun çocuğu Pokut yaylasında
    bulutlardan bir deniz önündeyiz
    uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim
    ruhunu sal eyleyip uçacak sanki
    avcısını bekleyen hazine gibi
    ezilir bakışıyla kursak çimleri
    yeşerir kuru kütüklerde filizler

    evrendin özündeki canlılara
    kuşatır damarların dünyaları
    günde yüzbinlerce kez atan kalbin
    nasırlı ellerinden belli azmin
    gönül ışımakta gönlünü Dilbâ
    harab kentte bağrı dökük bina âşık
    cerrahlarda bulunmaz reçetesi

    kurnalar, kandiller, dağ yılanları
    fırtına nehrinde kağıt gemiler
    derin ormanlarda ay kuyuları
    adamın gönlünü göğsünden söker
    kurnalar, kandiller, gece suları
    bu dermana bir dert yok mu Dilbâ
    bakışların deliyor değdiği yeri

    kuzgunlar dönüşür üveyiklere
    saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
    bağlamalar dar gelir gönül teline
    anadolu buğdayı kokardın sevdayla
    çalı kuşları konardı dallarına
    kasımpatılardan doğma entarinle
    kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

    Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük