yatak altlarını hatırlıyorum ve kapakların ardından vitrine sızan salonun o sevimsiz beyaz ışığını.
ayağında, sahte deri kaplı o siyah terlikler, sağa sola ağzından köpükler saçarak dolaşan koca göbekli adam çok kızmıştı. nerde o pickurusu diye, endişe içinde başını önüne eğen, sakat ellerini bacaklarında birleştirmiş kadına doğru yöneldi. kadın buz kesmişti, kadın kendine bile küsmüştü; bu adama yanıt vermek zorunda kaldığı için.
adam salonu cezaevi avlusu gibi kullanıyordu adeta. tekli koltuğa doğru ani bi hamle yapıyor ve saniyeler sonra üçlü koltuğun önüne düşüyordu gölgesi.
karanlık ve dardı mekanım. elimde bi menekşe yaprağı, rengini seçemiyordum ama kırmızının önde gideniydi; horoz şekerleri gibi.
öylesine bi kırmızıydı ki; gözlerimi alamıyordum. koklamaya bile yeltenmeden sadece okşamak istedim kadife yangınlarını. sahip olmaksızın, kısa bi an dokunmak sadece ve bu tamamen aramızda kalacaktı.
dalmış onu izlerken akrep 5'i yelkovan 25'i gösteriyordu; adamın hiç şaşmayan eve geliş saati. odamda olmalı ve ayak altında dolanmamalıydım. arkadan lastikle kafatasıma sabitlenmiş gözlüğüm burnumun üzerine düşmüştü ve bi elimle onu düzelterek derhal oradan uzaklaştım. oysa diğer elim menekşeden ayrılamadı. saksı menekşeye küstü o gün, bense hayata.
ayak sesleri giderek zile doğru yaklaşıyordu ve yatağın altında elimde menekşe kırmızısı susmaca oynuyordum legolarımla; en deniz, en çimen ve en güneş legolar... sesleri çıkmadı legolarımın; emretti kafası adam bedeni lego olan kralları, itaat ettiler.
yiyecek tırnakları bile kalmayan ellerimle gözlerimi kapadım o tuvalete doğru tokatlı, yumruklu ellerini yıkamaya gittiğinde. o sanki bulmak için programlanmış bi robot oyuncaktı; hiç sahip olamadığım. kırmızının hesabını soracaktı bana ve tıpkı diğer renklerin hesabını da sorduğu gibi. bu sefer daha çok saklanmalı hatta nefes bile almamalıydım. aksıra hınkıra temizlediği burun sesi imdadıma yetişti ve gürültüden faydalanıp hemen salona kaçtım. sağa sola baktım. bi şeylerin altına saklanmak yeterince güvenli değildi artık ve tam o anda vitrin krallığıyla karşılaştım. kocamandı. camlarla süslü koca bi krallık. kristalden askerler tarafından korunuyordu. ve açtı kapılarını bana vitrin. dantel giydirilmiş tabaklar buyur etti beni içeri, günün en sessizi bendim.
kadın başıyla oyun oynuyordu; bi aşağı bi yukarı... "piç deme evladıma" diye başlıyordu oyun; kısık sesle! ve "deme demee demeeeeé" diye devam ediyordu. adam kadına doğru "seni deee kızııını daaaaaa" diyerek oyuna katılmak istedi. kadın elini kaldırdı yüzüne gelen saçlarını düzeltmek istiyordu ama adam daha erken davrandı. ellerinde kadının saç telleri... mintax baloncukları gibi saçıldı salona esmer çiçekler... yerde hep şakacıktan ağlayan o kadın; benim annemdi. ve üzerinde tepinen babaların en üveyi.
sustu vitrin, sustu kırmızı...
dokunma anneme! dokunmaaaaaa!
vitrin krallığından çıkarken, bi elimde menekşe kırmızısı diğer elimde pasta tabağı, hi-man duruşu yaptım, piclerin gücü adınaaa.
önce ben uçtum, sonra tabak ve sonra duvar imparatorluğuyla tanıştı bedenim ve nihayet kahverengi halıfleks perisi sildi kanayan dudağımı. sonra uyumuşum ben orda, melekler şahit olmadan dinime imanıma ve "yattım kaldırma allah" diyen annemin hemen yanında.
bi tanecik kırmızıydı. pembe dudaklarımı kana bulayan ve annemin saçlarını yolduran. bi adamı delirten ve insanlığı ona unutturan. ne kırmızıydı ama be!
üzerinde hala ıslak mutfak önlüğü olan kadın, masadan usulca kalktı. duvarları sarı boyalı peri şatosuna doğru yöneldi sarsılmış bedeni.şatoya ulaşmak için önce homurtu imparatorluğunu geçmeli ve gürültü saldırılarından kendisini korumalıydı. nihayet sarı odalı şatonun önündeydi. titreyen sakat elleri kapının soğuk demirine uzandı ama nedense birden durdu. ani bi hamleyle kulaklarına bastırdı, derisi deterjandan hırpalanmış avuçlarını. sağ işaret parmağında bıçak ve biber müsabakasından arta kalan bi kesik, o eski atletten kopartılmış bi bez parçası ve biraz sigara tütünü; acılara pansuman...
o sırada salondaki gürültü makinası, ani bi ses hamlesi yaptı. vay canına bu gece süper bi performansı vardı. eskimek nedir bilmiyordu. evet evet zaten eskise biz onu çoktan değiştirdik. demiralıyoooo adamına verirdik ve nereye gittiğinden haberimiz de olmazdı. oysa o yepyeni gibi olanca gücüyle homurduyordu. en yüksek sese geldiğinde ise işte tam da böyle kadının avuçları kulaklarıyla buluşuyordu, kadın ise eskimiş marleylerle.
bu gecenin oyununda başrol kadınındı. kadın yavaş yavaş dizlerinin üstüne çökerek "yeter yeter yeteeeer" melodisiyle başladı oyuna. basitti oyunun kuralları;
dizler yavaşça kırılır,
gözlerden akan yaşlar eşliğinde
seni hiç duymayan tanrıya yalvarılırdı "yeter kurtar bizi" diye.
ama kadın yanılıyordu. ona söylemiştim o kadar çok üvey baba vardı ki yeryüzünde, hangi çocuğa yetişecekti tanrı? pickurusu bile olsa tanrı çocuklara kıyamazdı.
hem zaten gürültü makinası koskocaman bi yalancıydı; "tanrınız benim" diyordu "ağzından salyalar saçma oyunu" sırasında. ben ona hiç bi zaman inanmadım, çünkü kanatlı melekleri yoktu onun. hem tanrılar kapı ziline basmazdı ve tanrı ne kadar çok insan yaratmışsa, gürültü makinası bolca homurtu çokça acı yaratmıştı.
kadın olacaklardan haberdar kafasını, eğdiği yerden usulca kaldırdı. ne de güzel saçları vardı kadının; yolunmadıkça. kapıya doğru son bi hamle daha yaptı dünyaya geldiğine her gün milyar kere pişman olan kadın. kadına doğru hamle yaptı, yüreği; korkudan hop oturup hop kalkarak eğlenmeyi öğrenmiş çocuk.
"hadi kızım sigara al babaya."
"baba mı?"
...
gürültü makinası; insanların acıları, çocuk gözyaşıyla dolu anasonlu bardaklar ve paket paket izmaritle beslenirdi. en çok izmaritlerini önemserdi. oysa hiç eğlenceli bi oyun sayılmazdı sigara söndürmek ve başka çocuklar bu oyunu oynayan çocuklarla hep alay ederdi; pickurusu yanıyooooor...
en güzel terliğimi giyip süzüldüm apartmanın taş merdivenlerinden. sümüklü bakkala doğru uygun adım marştım. benden hızlı hiç bi köpek koşamazdı, 6 yaşındaki çocuklardan bile hızlıydım. karanlıktı gültepe, koskocaman insanların sokakta olduğu saatindeydi istanbul. izmarit satın alacak kadar büyümüş olmasam beni göndermezlerdi. demek ki en büyümüşüydüm mahalledeki kızların. sümüklü bakkal gürültü makinasının sigarasının kalmadığını söyledi, "tamam" dedim, tipitipim elimde hoplaya zıplaya, büyümüş olmanın gururuyla eve geldim.
homurtu makinası izmarit olmadan çalışamazdı ama bakkalda da kalmamıştı. kadın boş ellerime baktı, boş elleriyle beni sarstı ve "nerde dedi sigara" nerdeydi? homurtu makinası "o pickurusuna söyle almadan gelmesin" dedi sülalemizdeki herkesin adını anarak. kadın saate baktı "çocuk" dedi! bunu bana nasıl söylerdi. şiddetle karşı çıktım, onca dayağı yiyen bensem çocuk olamazdım. tenimde onlarca izmarit misafirimle ben koskocamandım. bi pickurusundan beklenebilecek en doğru manevrayı yaparak sokağa attım hemen kendimi. bu gece dayak yemeyecektim. superman terliklerimle asfaltta uçarken. annem balkondan sesleniyordu;
"delirme gel burayaaa".
koskacaman bi pickurusuydum ben eve geldiğimde. bütün sokakları tek tek aramış ve yakaladığım yerde ensesinden tutup eve getirmiştim izmaritli paketi.
"deli kızım uyu" dedi mutfak önlüğünü narince bedeninden çıkarırken annem. uyu ve unut bu olanları. gözlerini sakın açma... uyursam ve gözlerimi sımsıkı kaparsam biz kazanacaktık. peki ya gürültülere ve çığlıklara takılırsa aklım ve gözlerim gibi sımsıkı kapanmazsa kulaklarım...
"lütfen
çocukları
annelerin
erişemeyeceği
yerlere
koyunuz"
demiş olmasalar eminim benim annem dinlemezdi!
bay gürültü makinasının boyunun asla yetmeyeceği yükseklere koyardı beni ve öyle de yaptı, beni köye gönderdi. günleri saymaya yetmeyince parmaklarım dişlerimi saymaya başladım. 9 diştir annemsizim, 14 diştir annemsizim, 20,21, annesiz...
sonra saymayı bıraktım. yemekleri de, konuşmayı da...
memetaliğ koluma saat yaptığında ağlamadım. ninemin bişilerine bile dönüp bakmadım. ta ki köy merkezinden gelen satıcı adamı görüp "anne parfümü istiyorum" diye zırlamaya başlayana kadar, ninem 2 defa kurşun döktürmüştü cinler aklımı da alıp kaçtılar diye. kimse bilmedi anne parfümünün n olduğunu. babanın n olduğunu bilmeyen bi piçin annesiz asla yapamayacağını da bilemedikleri gibi. "al sana anne parfümü" diye elime tutuşturulan tütün kolonyasını içmesem sabah annem gelmeyecekti. öyle ya anneler çocukları yaramazlık yaptığında, en azından ceza vermek için gelirdi.
ertesi sabah korna sesleriyle uyandım. köydeki çocuklar büyülenmiş gibi bi arabanın etrafına doluşmuştu. koca göbeği direksiyonla birleşen adam; bay gürültü makinasından başkası değildi. görmediğim onca zaman annem de bay gürültü makinası gibi kocaman bi göbek satın almıştı. ninem beni arabaya bindirirken cinlenmiş bi veletten kurtulmanın, bense annesizliğime son vermenin mutluluğunu yaşıyordum.
Arabanın arkasından koşan çocuklar nikotin rengi bulutların içinde kayboldular. bay gürültü makinası, onu taaa köylere sürüklediğimiz için bize küfürlü tekerlemeler söylemekle meşguldü. bense; anne parfümü koklamak için ön koltuğa doğru uzandım. bu sırada kolum azcıcık bay gürültü makinasına çarptı. dönmedolap gibi hızla döndü. gözlerinden saçtığı alevlerle, tavada pickurusu yapmaya başladı; annemin en sevdiğim ninnisi "vurma evladımaaağ" eşliğinde... ninnilerden hiç hoşlanmadığı için, yeni göbeğiyle arabaya sığmakta zorlanan anneme vurmaya başladı birden; yüzüne, saçlarına, karnına. o an anladım ki annem, canı daha az acısın diye karnına yastık koymuştu. Büyüdüğümde ben de böyle akıllı bir pickurusu olmalıydım. Hiç beklemediğim bi tepki verdi annem, kendisini arabadan atmaya çalışıyordu, bebeğim, diye ağlayarak. "Ben indirmesini bilirim seni" diyerek annemin karnına daha sert vurmaya başladı ve kapısı açılan arabadan sarı bi melek gibi kanatlanıp uçtu annem.
O gün hastane koridorlarında yürürken öğrendim ki; anneler karnında yastık değil bebek saklarmış.
annem tarafından yanlış hayata düşürüldüğümden bu yana kısa bi süre geçmişken 1.sınıfa kaydım yapıldı. bunda kendi kendime okuma yazma öğrenmemin payı olsa da bence annem, bay gürültü makinasından biraz uzaklaşmam için bunu bahane etmişti. umursamıyordum. çünkü okullu olduğum için nasıl da mutlu bi piçtim.
benden büyük çocuklar tarafından tartaklanmak, gözlüklü bi kız olduğum için dört göz, sarışın olduğum için sarı pipi diye çağırılmak hiç ama hiç umrumda değildi. bu lafların hiç biri pickurusu kadar incitemezdi n de olsa.
ilk 5 yılı saçma siyasi atraksiyonlar yüzünden, 4 okul değiştirerek atlatmış ve nihayet 6. sınıfa başlamıştım. annelerinin uslu kızları, pickuruları ile konuşturulmazdı. dul bi kadın olmakla annemi yargılayan mahalle kadınlarının armağanıydı bize bay gürültü makinası. erkeklerse anacıklarını falan dinlemez benle gezip tozarlardı. o gün, erkeklerle, bilmem kaçıncı kolordu sitelerinin erikli bahçelerine dalıp, can eriklerini iç etmiştik. ceplerimizde yeşil zümrütler okulun topraklı yolunda, sarı saçlarımı savura savura yürüyordum. kolordu ganimetlerini üçer beşer ağzıma tıkarken, aniden karşımda bay gürültü makinesini gördüm. veletlerin hepsi, bacakları kıçlarına vura vura toz oldular. erikler, namluya verilmiş mermiler gibi saçıldı ağzımdan aniden, yediğim tokatla.
- seni pickurusu seni orospu mu olcan başımıza!!!
n ispiyoncu bi adamdı bay gürültü makinası!!! eve vardığımızda, saçlarımı göremeyen anneme,
-orospu olcak bu pickurusu bak demedi deme, oğlanlarla okuldan kaçmış. emineye götürdüm kestirdim siyaha boyattım saçlarını. bak orospu olcak bu!!!
tokatlara gelmesem giderdim okula! eğer bi pickurusuysanız, birkaç saatliğine, üvey babanızdan, korkulardan, endişelerden, dayaktan ve evinizden kurtulmanın en cillop kaçış yoludur, okula gitmek. tabi gürültü makinaları okulun yolunu bilmiyorsa.
okul yerine kuaföre götürüldüğüm o gün, önce eriklerime, sonra saçlarıma ve nihayet uslu yanıma veda ettim... tek bi saç telime bile kurban olacağını söyleyen annemin, elindeki makasa küstüm en çok. nasıl da keserdi benim annemin saçlarını.
O sabah başladı her şey, hangi sabah bilmiyorum. Kötü niyetli karanlık ailesi salonumuza yerleşmişti. Nasıl olduysa, Bay gürültü makinesi ışık perisini yenmiş ve renklerimizi gepgecelere hapsetmişti. Avize sarayının o en sarısından saçlı perisi, tüm renklerimizi de alıp uzun bir misafirliğe gitmişti. Kıpkırmızılarıma, yemyeşillerime, en en sarılarıma bir veda bile edememiştim. Kulaklarım acıyordu uyandığımda, böğürüyordu Gürültü Makinesi:
Gelmeyecek lan o bu eve gelmeyeeeeceeeek.
bi takım insan uzuvlarının da sağda solda uçuştuğu kaba sözcükleri bizim 'güzel türkçe'mizdi. Zaten en yabancı dil de bile söylense kötü sözler, en een yabancı insan bile kendi diline çevirebilirdi. Kötülüğün ortak dili, tekti.
Aman tanrım kulaklarım gürültüler padişahıyla savaşamayacak kadar küçüktü.
Gözyaşlarıyla duvarları temizleyen kadın, -O benim anneeeem- şarkısını söylüyordu. N kadar da hüzünlü bir şarkımızdı o; evden kovulan annenin ardından söylenen. Evimizin en hüzünlü şarkıcısıydı, annem. Çok iyi motive ediyordu onu Bay gürültü makinesi. adam gürler ve annem hüzünlü şarkılar antremanı yapardı.
bi adamı insanlıktan çıkaran, yaşlı bi kadını merdivenlerden fırlattıran ve bi evdeki tüm renkleri alıp götüren hangi oyun eğlenceli olabilirdi.
ananecim, kuran kursuna gitmemizi istemiş ve bay gürültü makinasına karşı bismillaaaah diyerek direnişe geçmişti. daha amin bile diyemeden, merdivenlerde bulmuş kendisini.
-allah yoook sizin allahınız benim- diyordu gürültüsü susmak bilmeyen makina adamı.
annemin söylediğine göre "allah önce onun dilini kesecekti ve bana vurduğu ellerini kıracaktı". eğer kuran kursuna gider bütün duaları öğrenirsem, daha güçlü ve sihirli bi pic olarak, bay gürültü makinasını yenerdim. hem belki allah da yanımda olurdu.
o sabah ananecim cezası dolduğu için "evimiz hapisanesi"nden ayrıldı ve ben asla kuran kursuna gidemedim. bütün duaları öğrenemediğim için de bay gürültü makinasının cehenneminde, allah tarafından terkedildim.
küçücük boya kutusuna bile onlarca renk sığabiliyorken, evimizdeki en belirgin renk; nikotin rengiydi. parmaklarıma sığdırabildiğim kadar renkle beraber, perdenin arkasında sotelenmiş, duvara yeni bi dünya çiziyordum. bay gürültü makinesinin olmadığı, renklerin özgür dünyasını. duvarla aramızda kalacaktı bu.
dakikalarca süren sinsi çalışmamın ardından, nihayet eşsiz eserim o gün tamamlanmıştı. hiç bilmediğim bi alfabeyle; rengarenkliler yazmıştım duvara. kabahatim ve olmayan özrümü geride bırakarak eserimden uzaklaşırken, düğün salonunda buldum kendimi. üzerimde kardan gelinliğim, hiç olmayan bi babanın kollarında dans ettim uzun uzun. sonra birdeeen müzik sustu. bay gürültü makinası, pickurusu enseleme yaptığı için babama veda bile edemedim. gelinliğimle beraber yükseldiğim tavan imparatorluğu, habersiz ziyaretim karşısında şaşkındı. tıpkı yere düştüğümde, popomla ezerek kırdığım koluma alçı yapan doktorun, şaşırdığı gibi.
oysa bi pickurusuysanız hayal kırıklıklarınızdan kayda değer bi birikim elde edebilirdiniz. ama satsanız; beş para etmezdi yanılgılar. tıpkı kırık bi kolla boyanan duvarın beş para etmeyeceği gibi.
o gün; kardan gelinliğim beyaz rengini yitirdi ve bense rengarenkli hayallerimi.
ve ben gelinlik niyetine tül perdelere sarılan, o küçük kızdım bi zamanlar. şimdiyse büyüklerle yapamıyorum, veletlerse oyunlarına almıyorlar.
tavandan yatağıma inen kar perilerini anımsıyorum, gözyaşı damlacıklarından bile minik, beyaz kanatlarını.
üst kattakiler, hoplayıp zıpladıklarında, ürker ve topluca üzerime konarlardı; beyaz beyaz. yeryüzüne ait olmayan, anlamlarını bile bilmediğim isimlerle seslenirdim, konuşmasını dahi bilmeyen periciklerime. annemse; onlara tahammül edemez, alır eline bi bez ve kovalardı acımasızca. sahi n yapmışlardı da bu denli kızdırmışlardı beyaz kar perileri annemi!?
-badana zamanı geldi- bahanesiyle her yaz şatolarını yok ederdi; yine geleceklerini bile bile. oysa kar perilerim, ağaçlara saldıran haşareler gibi zararlı da değillerdi.
o gün annemin badanacılık oynama vakti gelmişti yine. mutlu bi anne, kar perilerinden çok daha güzeldi ve hem nasılsa kar perilerim yine bana geleceklerdi.
annemi, tavanla dansında yalnız bırakarak, balkona çıktım. n de güzel bi mevsimimizdi; güneşle karışık rüzgar mevsimi. gözlerimi kapadım ve renk renk hayaller kurmaya başladım. haylaz rüzgar birden pickurusu gıdıklama yaptı ve aniden gözlerimi açtım.
aman tanrıııım o da neydiiiii.
gökyüzü sarayından, ışıltılarla mismilyonlarca kar perisi inmişti bi anda balkonumuza. ıslatmayan pericik yağmurları. n kadar da şanslı bi pickurusuymuşum ben meğersem.
kar perilerim, yuvaları dağılınca balkonumuzda bi çuvala saklanmışlar. avuçlarımı çuvala daldırdım, uçuşsunlar istedim. 2 avuç, 5 avuç, bilmem kaçıncı avuç derken bahçe kapısının gıcırtısı ve neşeli çocukları ham yapan bay gürültü makinasının yarı açık kafasına kondu kar periciklerim.
o gün, kar perilerinin gerçek adının kireç olduğunu ve tatlarının çok çirkin olduğunu öğrendim. hatta fazla kar perisi yersek intikam almak için ateşlerle saldırıyorlardı tenimize.
Komşularımızın; aile apartmanı olarak tanımladığı, büsbüyük dede yapımı binamız, bana göre ucubelerle dolu o sirkin ta kendisiydi. dedemin, pipili tek evladı olan dayıcık, en üst kata yerleşmiş ve çatı katı da pipisinden dolayı ona tahsis edilmişti. ben dayak yerken, yüzünü bile göstermedikleri renkli televizyonlarının sesini biraz daha açıp, renkli yalanlarla kuşanan dayıcık...
ahh tanrım, o sadece, biz dayak yerken erkek değildi.
teyzem, bizim şatomuzun hemen altında, pençe malikanesinde yaşardı. kedilerinden kurduğu ordu, bay gürültü makinesini çıldırtırdı.
"miyavlayan yerlerini siktiğiminin kedileri! paçalarıma sürünmeden duramıyor aşüfteler" der ve gördüğü yerde, ayakta kedi sektirmece oynardı. n de sevimsiz bi oyundu, kulak ağlatan miyavlamalar eşliğinde kedileri ayakta hoplatmak.
ananecim, ezan okuyan adamlar cemaatinin, istanbul temsilcisi olarak, binamızın en altındaki, subanekeli dairede yaşar ve her sabah ortanca hanımlara banyo yaptırırdı. gelinlik pembesi, buzlu mavi ve mor göz ortancalar...
yukarı doğru kaldırdığı başını sağa sola sallamaca oynar ve
"evlatlarım cayır cayır yanacak, neslime faydam yok" der, artık beni tamamen terk ettiğine inandığım tanrı ile konuşurdu. ortancalar mı duyardı onu, tanrı mı bilmem ama ellerini yüzüne sürerek sonlandırdığı duasını, tüylerim hemen duyar, diken diken olurdu.
ateşten neden böylesine delice korkardı bilmiyordum. oysa ben minik bi pickurusu olmama rağmen, 40 derece ateşe bile göğüs gererdim.
her sabah olduğu gibi, annem tarafından erken bi saatte terk edilmiştim. eğer rafadan yumurtalar da olmasa sabahlardan nefret edebilirdim, annemi benden aldıkları için. fakat çok uslu bi pickurusu olsam annem belki de gitmezdi.
annesinin uslu kızı olma vaktim gelmişti işte nihayet! en prenses elbiselerimden birisini giyindim ve tüm gün hiiiiiç pisletmedim. saçlarım da çok güzel olmalıydı, taramaya başladım.
a-ooov n kadar da uzamıştı, kirpilerimle birleşen o sarı bukleler. bay gürültü makinesinin bıyık makası gözlerimin önünde ışıl ışıl parlarken, ellerime hiç söz dinletemedim!!!
makasın iç gıcıklayan sesi eşliğinde, perçem merasimim nihayet tamamlanmıştı. geride, yerlere saçılmış sarı bukleler ve uslu yanımı da bırakmıştım o gün. eserimle övündüm! n kadar da alnı açık bi pcikurusuymuşum ben meğerse.
anahtar sesiyle gümgümleşen kalbim, göğsümün kafesinden firar etmek istedi o an. nasıl da korkmuştum yahu!
sanki vücudumda bi ayaklanma başlamış, organlarımla sebebi belirsiz bi savaş içersinde bulmuştum kendimi. sanırım yerlere saçılan sarı bukleler intikam almak istiyorlardı, alnımdan attığım için onları. görükmeyen bi güç midemi almış eline, sağa sola sallıyor gibiydi. ama ben çok da güçlü pickurusuydum. ohooo bu da neydi ki?!
gücüm sadece bay gürültü makinesine yetmezdi. siyah deri kaplı terliklerini gördüğüm anda bu gerçekle bir kez daha yüzleştim;
"saçların nerede lan senin pic" dedi. sanırım bu model kesim onun tarzı değildi ve çok sinirlendi.
"e işte uzunmuştu onlar" diyebildim, pickurusu uçurtma oyunun hemen öncesinde.
yavaşlatmalı filmlerdeki gibi, yukarı doğru havalandığımda, midemdeki askerler mağlubiyet bayrağını kaldırmıştı nihayet. sonsuza dek minik bi pickurusu olmamı isteyen, bay gürültü makinesinin deri kaplı terliğine, midemdeki rafadanımı, zeytinciklerimi ve sütlü peynirlerimi bırakıverdim. yüzümdeki acıdan, daha berbat bi acısı vardı ağzımdaki tadın.
n kadar da yaramaz bi pickurusu olduğum anlaşılmasın diye, halıya ve elbiseme saçılan pis kokulu kahvaltıları temizlemeye başladım, bay gürültü makinesi burun hınkırdatma yaptığı sırada ve anneme enselendik!!! pickurusu kusturmacanın çok sevimsiz bi oyun olduğunu anlatmaya çalışıyordu annem, yere saçılan sarı bukleleri bay gürültü makinesinin terliklerinin dibinden toplarken.
o gece tanrının cehenneminden gelen ateş askerleri tarafından ele geçirilmiş meğerse yine bedenim. ananecimin bismillahları bile kurtaramamış beni ve iğneli adamı çağırmışlar.
bay gürültü makinesi fazla para aldığı için iğneli adamı tartaklarken, annemin pembe şalının içerisinde taşınan o ateş topu benim bedenimmiş.
alnımdan afaroz ettiğim sarı bukleler intikam almak için bütün bedenimi sarılara boyamışlar meğerse. bilim adamlarının sözlüğüne göreyse bu kara sarılık denen hastalığın ta kendisiymiş.
çıt bile çıkarmayacaksın dedi salon krallığına doğru uzaklaşırken makinesi pilsiz çalışan bu otomatik gürültü adamı.
dilimin artık ağzımda hiç olmamasından o kadar çok korkmuştum ki, şişirebildiğim en kocaman kırmızı balonlardan bile büsbüyük şişirdim ağzımı. susmaca oynamaya başladım iki tarafımı gamzelerle çevrili yanaklarımla.
bay gürültü makinesi, minnoşu evde beslememe ısrarla ve bol homurtuyla karşı çıkıyordu. minnoşu soba krallığına sürgün edecekti. oynamayı bilmiyorsa oyuncak yok artık picinkurusuna. para verip alıyoruz o gidiyor koparıyor sağını solunu diye yalancı şarkılar söylüyordu.
annem sihirli silahı olan el açmalı ve dua okumalı pozisyonunu aldı "ateşlerde yansın bu adam" dedi. uyusun da kaçsın kurtulsun bu evden ninnilerini söylediği, duvar diplerine fısıldayan gizli notalarla.
ayağı topal yaşlı sandalye duydu, ben duydum, tanrı yine çok acayip meşgul ve adamsa homurtusunda boğuluyordu...
gürültüsü 10 komşu uyandırma kuvvetindeki makine adamı, çekiştirerek canını çok da fena acıttığı minnoşu aldı. soba kralıyla buluşmak için yola çıktılar. halının sütlü çikolata rengi çemberli desenlerini ezen, kapkara deri terliklerine doğru ani bir hamle yaptım. beni de götürürdü belki, hem minnoş kendi başına yemek yiyemezdi, ben olmasam üzerini bile örtemezdi.
Tanrı bay gürültü makinesine, o kocaman yumruklu ve tokatlı elleri verirken son derece cömert ama minnoşa tek bir parmak bile veremeyecek kadar meşguldü...
sendeledi uzaktan kumandasız çalışan gürültü makinesi. kafasını tam tur çevirmeli robot güçlerini kullandı ve geri döndü. demir sokak kapısı kadar açtığı ağzından yağmur damlaları saçıldı salon krallığına. göz bebekleri pirinç tepsisinde saklanan minik siyah taşlar gibi parlıyordu.
- beni mi yakacan lan pickurusu?!
dilimsiz yaşamaktan korkmasam söylerdim. hayır derdim! ben koparmadım. hem pickurusu da olsa çocuklar kibritlerle oynayamaz. çocuklar çok isteseler bile gürültü makinelerini yakamaz derdim. anlatırdım ona ama çıtımı içimde sakladım, çıkarmadım.
- yakacam lan seni!
öfkelenme performansı iskeletordan bile çok çok daha gelişmiş olan gürültü makinesi aniden fırlarttı minnoşu. masa şatosunun dört ahşap silahşörü sakladı minnoşu.
minnoş masa şatosunda, papyonu avucumda, annem ücretsiz dualar diyarında, tanrı yine çok meşgul...
tuttu kolumdan bay gürültü makinesi ve pickurusu havalandırmaca yaptı. avize sarayının sarı saçlı perisini gördüm önce, ışıldayan şeffaf yıldızlarına dokundum salkım salkım. güneş gözlerimin içinde tatile çıkmış anneme el sallıyordu bay gürültü makinesinin ellerinde soba krala doğru giderken.
sağ elimde papyon. sol elimle soba krala dokundum.
kral sıcak! kral sıcak çok sıcak...
cısss dese annem belki dinler miydi kapatma düğmesi kayıp bay gürültü makinesi? ve daha kaç cıss bedelindeydi tanrının dikkatini çekmek?