ben bu yazıyı aynama yazdım

entry2 galeri0
    ?.
  1. söykü dergisi 9. sayı için yazılmıştır. ben yazar değilim. sadece içimden geçenleri yazmak istedim. elbette tonla yazım yanlışı, cümle düşüklüğü ve anlatım bozukluğu olacaktır. şimdiden affolsun !

    Ben bu yazıyı aynama yazdım.

    2020'li yılların başında meydana gelmiş ilk vakanın ortaya çıkışı. işte o zaman ilk hastalık ortaya çıkmış. ilk o zamanlar kaybetmişiz varlığımızı bu aynalar ülkesinde. Olayların nasıl gelişerek bugünleri doğurduğunu babamdan öğrenmiştim. Babam da biraz gergin, biraz da mutsuz bir şekilde anlattı yaşananları. Los Angeles'ta olmuş ilk kendimizi kaybedişimiz ve bir daha geri getiremeyişimiz. Metroda yolculuk eden bir aynasız kalpli -evet o zamanlar ayna yoktu.- seyahat esnasında kalp krizi geçirip ölmüş ve hiç bir "aynasız kalpli" bunu görmemiş, görse de görmemiş ve metroda ölen adam saatlerce metronun o bölmesinde ruhsuz bir şekilde geriye kalan şekilli et yığınıyla koltuğunda öylece çökmüş ve kimse bunu farketmemiş, ya da dedim ya "görse de görmemiş". O yıllarda bu alışılmadık birşeymiş. insanlar sosyal varlıklarmış, birbirleri arasında kültürel ve sosyal ilişkiler içerisinde bulunur, mümkün mertebe bu bağlarını koparmayarak insan oluşlarını bu şekilde tanıtırlarmış. Günün herhangi bir anında birbirlerine yardımcı olur, bazen bir araya gelir ve eğlenirlermiş... Birbirlerini evlerinde ziyaret ederlermiş, misafir olurlarmış hayatlarına. Hayatlarını paylaşırlarmış... Mutluluklarını pay ederlermiş, paydası büyük mutsuzluklara ki pay artsın başka insanlar da mutlu olsun diye... Yine de o yılların daha çok yaşamışlarının dilinde de bir şikayet hiç eksik olmazmış. insanların artık eskisi gibi olmadığı insanlık bağlarının zayıfladığına dair hoşnutsuzluklarını hep dile getirirlermiş. Zamanın yetişkinleri de buna güler geçer ve bunun yaşlılıktan kaynaklanan bir bozukluk olduğuna kendilerini inandırırlarmış...

    Metroda ölen adamın farkedilmeyişi veya bu önemsemeyişin bile farkedilmemesi ilk hastalığı ortaya çıkarmış. Akşam saatlerinde metroda ölen adamın yanına oturan 40 yaşlarında bir adam -babamın anlattığına göre ünlü bir şirkette mühendismiş- aniden kalbinde bir sızı hissedip herkesin ortasına yığılmış. Tabii ki bu ani düşüş metroda aynı amaçla farklı istikametlere giden yolcuların dikkatini çekmiş. ilk önce ayakta seyahat eden yolcular düşen adama yardımcı olmaya çalışmışlar, onu kollarından tutup oturmasını sağlamaya çalışırken, adamın göğsünü tutmaya çalıştığını görünce kalp krizi geçirdiğini sanmışlar ki bu onları biraz ürkütmüş korkmaya yakın. Adamın alnında oluşan ter damlaları o kadar bariz bir şekilde farkediliyormuş ki, metrodaki diğer yolcularda dinsel bir ritüel gibi onunla birlikte terlemeye başlamış... Bunu hiçbirisi anlamdıramamışlar ki bir sonraki adımı da farkedemeyeceklermiş.O zamanlarda "farkındalık" gerçekten nadir bulunan bir sosyal olgu haline gelmiş, gerçi artık hiç bir sosyal olgu anlam vermiyor, anlamını bilsekte. işte dedim ya ilk vaka farketmeyişle ortaya çıkmış. Belki de farketmek istemeyiş. Belki de farkedip aldırmayış. Belki aldırmayıp yoluna devam ediş. Neyse, kalp krizi geçiriyor sanılan adam, göğsünde hissettiği sızıdan dolayı aniden gömleğini düğmelerini, gömleğini veya metrodaki bayan yolcuların utanarak başlarını yere eğmelerini önemsemeksizin her iki yanından tutup yırtmış ve kalbine doğru bakmaya başlamış. O an hem adam, hem de metrodaki bütün yolcular için sonsuz boşluğun ilk dehlizi ile tanışmışlar. Hani olur ya amerikan filmlerinde, sahne yavaşlar, durmadan önce kamera 360 derece merkezdeki objenin etrafında döner, işte burada da deyim yerindeyse öyle olmuş. Herkesin dökmeye başladığı ter damlaları bile düşmez olmuş, düşenler de soğuğa çevrilmiş. Uzun yıllardır ilk kez bir şeye o kadar dikkatle baktıklarını onlar bile anlayamamış, çünkü gördükleri gerçekten görülecek cinstenmiş. Adamın kalbinin olduğu yerde, iki taraftan görünebilecek metal para büyüklüğünde bir delik oluşmuş. Belli ki adam çok acı çekiyorsa da, ölmeyişiymiş herşeyi daha anlamsız kılan. Kalbi delinmiş adama su vermeye çalışanlar mı dersin, sağa sola anlamsız bakışlar fırlatanlar mı dersin, annesine veya babasına " Ne oldu? Ne oldu?" diyen meraklı çocuklar mı dersin, yolculuklarda her zaman yardıma hazır insanların adama destek olmaları mı dersin, ne dersen de herkes bir şekilde olay örgüsünün içinde yumak gibi içe içe girmiş... Ta ki adamın tam yanında oturan başka bir adamın umursamayışını farketmelerine değin. Tabii ki çok üzün sürmemiş bunu görüp kendi aralarında fısıldamaları -ki bu durum ironik- metrodaki yolcuların hoşnutsuzluğuna yol açmış. Onu uyarmak istemişler. Hani biraz şaşırsın, belkide göstermelik üzülsün diye... Biri omzuna dokunmuş ama adamın tepkisizliği, daha da tepmiş metrodakilerin dikkatini... Bu defa uyuyormuş gibi görünen adamı iki omzundan tutup sarsmaya başlamış bir yolcu. Adamın cansız beyaza çalan solgun cesedi karşı koltukta oturan başka bir yolcunun dizlerine değerek yere yığılmış. Metrodaki adam ölmüş, ölüymüş meğerse. Korkak çığlıklar arasında bir gerçek daha farkedilmiş işte. Evet, o kadar ölüymüş ki, adamın yüzündeki renksizlik, metrodakilerin - özellikle yanında oturan kalbi delik adamın - yüzünde renklenmeye başlamış ama diğer renklere kayıtrız bir beyaz olarak... Yavaş yavaş yağan bir karın umursamaz bir tavırla her yeri beyaza bürümesi gibi.

    Aradan geçen bir kaç yıl sonra dünyanın farklı ülkelerinde benzer olaylar gerçekleşmiş. Hastanelere çok sayıda başvuru yapılmış kalpte başlayan bir delik - ki içinden bakıldığında arkasını gösteriyor.- oluşumu ile ilgili. Dünyadaki tüm doktorlardan tek bir açıklama yapılamamış ve dünya liderleri konu ile ilgili görüşmeler yapmaya başlasa da; herhangi bir gelişme sağlanamamış, üstüne üstlük bu kaotik hava bütün dünyayı adeta sarmış... Geçici çözüm olarak kalp bölgesi steril bir şekilde korumaya alınmış. Zor olan bu olayı hazmetmekmiş. Kalbin olduğu ama aynı zamanda olmadığı bir durumla başbaşa kalmak çok ama çok zormuş. Bir kaç yıl sonra artık bu şekilde yaşamak normalleşmişken, tüm dünya halkları bu hastalığa yakalanmış zamanla.

    Bütün insanların kalbinde bir delik olmasına rağmen, yine de herkesin kalbinin orada olmasıymış en azından onları umutta asılı tutan. Böyle olsa da hayat yine de devam ediyormuş.insanlar yine işlerine gidiyor, dünya hala dönüyormuş. Ama hayat o kadar karışık ve yorucuymuş ki, insanlar artık birbirleriyle daha az zaman harcamak, daha fazla çalışmak zorunda kalıyorlarmış. Bu şekilde ev ziyaretleri, bayramlar, şenlikler artık eskisi kadar coşkulu ve renkli geçmiyormuş. Artık bu tarz birlikteliklerde şekerler o kadar tat vermiyor, misafirlikte yenen yemekler aksine sünger tadı veriyormuş ki insanlar yavaş yavaş bu geleneklerinden tiksinmeye başlamış. Hayat dedikleri yarış bir meydan savaşına dönmüş ama bunu farkedecek zamanları da yokmuş her ne kadar bir gün hala bugün gibi yirmidört saat olmasına rağmen.

    işte kalpten başlayıp vücudun diğer organlarına doğru yavaş ve azimle ilerleyen hiçlik 2050 yılının başlarında meydana gelmiş. O saydamlık, o kayboluşluk yavaş yavaş genişleyerek önce iç organları daha sonra da vücudun diğer organlarına doğru genişlemeye başlamış. insanlarda oluşan bu panik o kadar muazzammış ki bir çok ülkede kaos uzun bir süre kendine yer bulmuş. Bu olaylara ilişkin tek bir doktor veya tek bir sağlık örgütü açıklama yapamamış, tek yapabildikleri saydam bir koruyucu bir tabaka oluşturarak vücudun çevresini bir zar gibi çevrelemek ve orada bir vücudun olduğunu anlatmaya çalışmakmış... insanlar bu yıllar süren silinme travmasından kurtulamayacaklarını anladıkça, birbirlerine olan ilişkileri de bir o kadar azalmış. Her yerde "bireysellik" kokmaya başlamış. Aşk bile bireysel çıkarlar için yaşanıyormuş. Birbirleriyle sevişen insanlar vücutlarını hissetmek için sevişiyormuş... Sanki şimdi bir fark varmış gibi. 2050'li yılların ortasında insanların sadece deri kısımları görünür kalmış. Evet, sadece dış çeperi. Derisi. Onu da koruyacak tek şey saydam bir zar tabakası... insanlar artık sadece bir deriden ibaret olmuş ve altında kimsenin göremediği et ve yapışık kaldığı iskelet yığını.

    işte seninle tanışmak 2060 yılına nasip olmuş aynam. 2060 yılında birbirlerine dokunmaktan aciz insanlar yüzünden sana ihtiyaç duymuşuz ki teşhis bile konmuş artık. Adına " Kayıp insan Hastalığı" koymuşlar. insanlar arasında kendiliğince oluşan dedikodulara göre uzun yıllar sonucu birbirlerinden varlıklarından habersiz insanlar -her ne kadar fiziksel yakınlık varsada- aynı zamanda yavaş yavaş bilinmeyen bu hastalığın etkenlerini bir araya getirmiş ve tetikleme anı ise o metrodaki ölüm olayı olmuş. Artık insanlar insanlıklarından çıkıyorlarmış ve hissedecekleri herşeyden uzaklaştıkça bir anlamda insanlıklarından da uzaklaşıyorlarmış. 2060 yılında tamamen kaybolmuş insanlar hep oldukları yerde olmalarına rağmen. Her zaman oldukları yerde ama hiç bir zaman orada göremiyorlarmış birbirlerini. Sokaklar, hastaneler ve hatta evler bile bomboşmuş. işyerleri de aynı şekilde insansızmış, insana dair herşey insansızmış. Bir o kadar gürültü olmasına rağmen bir o kadar da görüntüsüzmüş hayat.

    Demiştim ya işte o zaman seninle tanışmış insanlık. Aynalarıyla. Kendilerini gösteren aynalarıyla o zaman beraber yaşamaya başlamışlar. Dünyadaki tüm ülkelerin ortak karar aldığı " Aynam birliği " o zaman şekillenmiş. Her insana kızılötesi bağlanan saydam bir ayna bağlanmış. Ancak bu şekilde kendini görebiliyormuş insanlar, sol taraflarında onlarla birlikte yürüyen bir ayna. Sabah uyanınca aynalarını açıp, akşam uykuya dalana kadar aynalarıyla yaşıyorlarmış.işe giderken makyajlarını aynaları yardımıyla yapıyorlarmış, saçlarını aynalarına bakarak tarıyorlarmış. Tanıştıkları veya yolda rastgeldikleri arkadaşlarını onların aynaları sayesinde görebiliyorlarmış. Mülkiyet kanunlarına göre bütün binaların dış cephesi aynadan yapılmak zorundaymış. Tuhaf bir görüntü oluşmuş sokaklar bomboşken aynalar insanlarla doluymuş. En mahrem anlarda bile aynalarına bakıyorlarmış, aynaları vasıtasıyla orgazma ulaşıyorlarmış. Aynalarına o kadar bağlı kalmışlar ki, o mitolojik " ayna ayna söyle bana ... " hikayesi trajikleşmeye başlamış çünkü herkes kendi "ayna"sındaymış. Tabii ölümlerde ayna ile ilişkilendirilmiş. Ölen birinin aynası tam ortasından paramparça oluyormuş, işte bu şekilde bir kişinin öldüğü anlaşılıyormuş. Tam ortasından gürültülü bir şekilde kırılan ayna... Doğumlarda benzer bir şekilde gerçekleşiyormuş. Biliçnçsizliğin, kimliksizliğin, vurdumduymazlığın uzun bir süre devamlılığı sonraki nesillere de genetik olarak sirayet etmiş. Doğan çocuklarda görünmez doğuyorlar, doğduktan sonra yaşam ünitesinde aynaları onlara monte ediliyormuş ve ebeveynler bebeklerini aynadan seviyormuş. En mutlu an bile aslında banal ve yapmacıkmış.

    Evet...işte ben ayna neslinin çocuğuyum ve bu yazıyı sana yazdım aynam...Bunları yazarken de sana bakıyorum aslında kendime değil, çünkü ben, sen değilsin; sen de ben değil. Belli ki içimde bir kıvılcım oluştu, kalbimi göremiyorum ama bu düzene, bu hayata bıkkın olduğumu hissedişimi de yoksayamazsın.

    Yüksek bir binanın son katındayım ve bu yazıyı sana yazdım aynam... 2100 yılındayız... Bunu itiraf etmek zor olacak ama benim hissettiklerim var ve böyle yaşamak hiç yaşamamaktan iyi değildir. O yüzden seni kırmak için burdayım, kendimi öldürmek için. Ama o kadar yalnız ki insan bu aynalar ülkesinde, bu yalnızlığını bile aynasına yazıyor... Kendimi aşağıya bıraktıktan sonra düştüğümde aynam kırılacak ve aynalı temizlikçiler aynaların parçalarını almak için gelecekler...Elveda.

    --spoiler--
    uyumadan uyandım
    yine aynı dünyaya
    karar verdim kalmaya
    baktım dedim ki aynaya
    "acelen ne?"
    olacaklar olacak
    bir gün nasılsa
    yaşa yaşa yaşa
    seni sevenler var burda
    yaşa yaşa yaşa
    sevdiklerin var burda hala
    --spoiler--
    1 ...
  2. 1.
  3. bir daha el izi olursan kıracağım seni. annem bana sildiriyor sonra.
    5 ...
© 2025 uludağ sözlük