daha önce de butarz konular yaşadığımız halde bugun ayrılığımızın 32.günü ve ben her geçen gün seni daha az sevmem gerekirken daha da çok seviyorum. seni aklıma nasıl az getirmeliyim diye düşündükçe seni aklıma kazıdığımı farkediyorum. bilmeliyim anlamalıyım belkide artık sen bensizliği seçtin ve beni hep soylediim ... gibi bırakıp gittin. verilen sozler yaşananlar aklıma geldikçe düşünüyorum acaba sadece ben mi yaşamışım bunları diye. bide bana bende seni seviyorum çok sevdim ama boyle olmalı demiyomusun. hiçbirşey bilmiyorum. düşünçelerin hislerin yaşadıkların. bildiğim tek şey seni gittiğin kalmak istediğin yerde bırakmalı vehayatıma devam etmeliyim.sen olmadan nerde kaldıysam onun daha da ilersinden hayatıma devam etmeliyim...
masmavi gözlerin hep uzaklardaydı...
Birini beklerdin belli ki hiç dönmeyeceğini bildiğin halde.
Özlem zordu, sense en çok özlemeyi bilirdin..
Sonra bize de öğrettin özlemeyi
Sımsıcak bir gülüşü
kimi zaman bir bakışı kızgın bile olsan
kimi zaman küçük bir duandı huzurumu sağlayan
hepsini özler oldum..
bembeyazdı bulutlar sen varken
daha çocuktum
gökyüzü simsiyahtı
sen vardın, yıldızlar da vardı...
ağaçlar vardı altında top oynadığımız
oyuncaklarım vardı
birde kitaplarım vardı en çok onları severdim
birde seni..
birgün ansızın herşeyimi alıp gittin
gökyüzüm, yıldızlarım, oyuncaklarım...
çocuksu gülüşlerim de gitti seninle...
minik avuçlarımı bomboş bıraktın
geceler kirlendi
yıldızlar görünmez oldu
büyüdüm sonra
sen yoktun...
hani derdin ya
üzmeyin birbirinizi diye
üzmedim kimseyi
sen yoktun...
masmavi gözlerin yoktu ben büyürken
o güzel duaların yoktu
kimse gözlerimden öpmedi senden sonra
kimse başımı okşamadı senin gibi
ve ben kimseyi senin kadar örnek almadım
ağlamadım ama
yani az ağladım
yani ağladım da kimse görmedi..
dilimde duaydın sen
öyle kaldın
sen yoktun...
Sonra bu yazıyı sana yazdım
Belki görürsün diye... *
acıtıyordu sensizlik içimi. peki yaa sen varken nasıldım soruyorum kendime pek de mutlu edemezdin yaa beni..can acıtırdn, üzerdin, kırardın ama hayatımda oldugunu bilmek bile yeterdi. gittin bile bile gittin hoşçakal demedin başta belki de cesaret edemedin kolay degildi o sorumlulugu almak ama gitme vaktin gelmişti biliyordum bir rüyaydı gidecektin bu nedenleydi belki senleyken bile taşıdıgım hüzün.. senlee yaşadım hüznü sensiz yaşadım hüznü mutlu olmayı beceremedim ben, dalıp gitmelerim seni bogdu zamanla noldu dediin, zaman zaman hiç sormadın bile ne halde oldugumu, kolayı seçtin ve gittin... düşünüyordum bazen acaba çok mu güçlüyüm herşeye ragmen durabiliyorum yanında yoksa çok mu güçsüzdüm gidemiyordum gitmem gerektigi halde... cevap açıktı, kendimi kandırmama gerek yoktu, evet zaafımdın, sensiz ya da senle güçsüzdüm, konu sen olunca zayıftım, tutunamıyordum sensiz hiçbiryere... usulca gitmeni bekledim, tükenmiştim... gitmeye hep megilli olan sen, istegini dile getirdiginde sadece sustum gözyaşımı görmekten hoşlanmazdın onu dahi dökmedim sustum ve gittin..
yoklugunda sana defalarca yazdım...
bu yazıyı da şimdi sana yazdım...
sen gittin...
artık özlemiyorum kimseyi. Hiçbir ayrılık canımı eskisi kadar acıtmıyor üstelik.
hiçbir şarkıya eskisi kadar ağlamıyorum ve mutsuz sonla biten hiçbir film kalbimi sızlatmıyor gittiğin günden bu yana.
"Aşk ertelenmemeliydi ve hiçbir korku için aşk terk edilmemeliydi" cümlesinin bir kamyon yükü anlam taşıdığını fark ettiğimde sen beni sevmekten gitmiştin. Belki de farkında olmadan yaşamak en güzeliydi ki ne kadar farkındaysan o kadar canını yakıyordu gerçekler.
gittin.
şimdi yaşamak mümkünken yaşayamadıklarıma üzülüyorum.
elimde kalan bir fotoğrafınla yetinmeyi de başarıyorum artık.
oysa ben o karlı ve uzak şehirde seninle el ele yürümeyi hayal etmiştim...
bir masal...
ve ben bu masalın en orta yerinden bildiriyorum.
nokta.
ya hep varsın hayatımda.tüm varlığınla, gülen gözlerin ve güzel gamzelerinle.
ya da yoksun. bütün hiçlikleri anlamsız kılarcasına yok.
ya meleksin, mutlu olmam için çırpınan.
ya da şeytansın, anılarınla, aşklarınla beni hayat uçurumunun kenarına getiren.
ya bana benden yakınsın.
ya da bana çok uzak bir yabancı.
nesin sen? neyimsin, kimimsin?
ya hep ol benimle,ya hiç.
ya meleğim ol dur başımda,ya da çek git uzaklara.
ya benden bir parça ol,ya da yok ol...
karar ver artık ne olacaksan biraz acele et, dayanamıyorum anla.
hayat daha karanlık artık... tıpkı hayallerim gibi... hayallerim ve eskimiş yuzum gibi gece... ellerimde... ve hep duydugum bir sarkı var dudaklarımda... evet.. dogru bildin..sen...
bir süredir ona olan aşkımı her yerde haykırdığım değerli şahsiyete:
üzgünüm artık seni deli gibi seven biri yok, iyi bir dostun da.dün yaptıklarınla
gözümde ne kadar küçüldüğünü tahmin bile edemezsin. sana değmediğini bir daha kanıtladın. aslında sen bir adam bile olamadın. onuru olmayan biri zaten adam değildir. bana yaşattıklarının hepsini nasılsa çekeceksin. bunlara tanık olmayı isterdim. umarım acı çekerken beni birazcık anlarsın. yine de sana beddua etmiyorum. allah sana senin gibi bir sevgili versin...
yoklugundaydım, hiçliginde, canımı acıtan sensizliginde... dokunmak yok, görmek yok, duymak yoktu artık seni.. yoktun işte varlıgınla beni mutlu kılan sen artık yoklugunla acıtıyordun canımı. hayat öyle bişeydi ki var olan insana yokmuş gibi davranmak durumunda bırakıyordu bizleri bazı bazı.. susuşum gitmeni istedigimden degildi çaresiz kalışımdandı.. sustum ve yine gittin, gitmeye hep megilliydin...
içinde yeni bir savaş çıkarabilme olasılığından çok uzakta, aklında bitiveren menekşelerin üzerinde zıplıyorsun. Yaprakları sarıdan çok, birer sonbahar düşçüsü sanki. Ellerinden kayıyorlar, dizlerine doğru rüzgardan geriye. Kalanizasyon kapaklarına yığılıyor yapraklar. Elinde koca bir süpürgeyle bir adam çıkageliyor, geride kalan herşeyi süpürüveriyor sonunda. Çamurlaşıyor gün. Elindeki yemek menüsü ise pek işe yarayacak türde değil. Eklemeler yapıyorsun;
-yeni dünya düzeni kavurması: 6ytl
-bir kış gecesinde karların üzerinde konyak ile sabahla kızartması: 7ytl
-kaybedilen bütün dostların yeniden bir araya gelişi çorbası: 8ytl
-"everybody's gotta learn sometime" gözyaşı salatası: 9ytl
Cüzdanına bakmana gerek yok, hiçbirisini alacak paran kalmadı. Paranın yerine dualar edip kiliselerde mum da yakmadın. Camiler ise pek bir konuşma hakkı tanımadı sana. Bunların yerine, kir içinde kalmış, "dünya türk olsun" diye karalanmış beton sütunların üzerine yazdın isteklerini, "dünya biraz arsızlık, biraz da unutmak olsun." Ağaçlara kedi düşleri astın, dandiniler kulesi dinledi. Neler neler dinlediklerini anlattılar sonunda birbirlerine. Sense yalnızca çarpılan kapıların gıcırdamasını duydun. Yaşadığından daha fazlasının söylence olduğunu düşündün. Cevap vermeye çalıştığında ise şaşkınlıkla biriktirdiğin günlerin söndüğünü görüp doğru düzgün bir çift laf dahi edemedin.
Menüye bakıyorsun. Yiyeceğin her şey ya çok hafif ya da çok ağır kaçacak. Telaşlı bir garson yanaşıyor yanına, giydiği elbisenin ucuz kumaşı canını sıkıyor. Siparişini verme zamanı tatlım. Garsona bakmadan önce gözlüklerini indiriyorsun gözlerine.
-Yarım porsiyon az pişmiş "pure morning" pirzolası.
-2ytl lütfen.
Karmaşanın özünde bu var. Ne kadar kaliteli olduğu önemli değil; ucuza bulunur. Her zaman, her yerde.
Birbirine karışmış sesler, hızla açılıp kapanan kapılar, ne anlattığı belirsiz gözler, koltuk arasına sıkışmış bozuk paralar ve toplamda, koca bir demirden oluşmuş tren medeniyeti. Tuhaf bir çekicilik ve bastırılmış korkular arasına sıkışmış. Herkesin dilini öğrenip de unutmuş kendininkini. Kim demişti, "pek az şey tren yolculuğu kadar insanı kendine getirebilir... " işte sen şu şu ve bir de bu'sun diyebilir. Neler duyarsın seçemediğin olsalıklar içinden? Gözlüklerin nelerden korur ki seni? Terkedilişlerden? Aldatılmaktan? Aynalardan? Yakıcı hikayelerden?
Ya kendineden?
-"En azından daha azını görüyorum." işte böyle demiştin.
Bir kez için bile olsa duymak için beklenilen kelimeler... Yüzde dalgın bir gülümseme... Ya da daha can sıkıcı, işe yaramaz imgeler; yazarı dışında kimseciklere bir faydası dokunmayan kişisel gelişim kitapları, artık bayat yumurta gibi kokmaya başlamış bir kalabalık, hiçbir zaman çekilemeyecek kısa filmlere dramatik replikler, yapıştırılmayı bekleyen notlar, kareler... Uzun, tatlı bir gün vardır akılda. Hatırladıkça üzerine çöken pırıl pırıl bir gün geçmişten. Keşke hiç boşalmasa denilen sokaklar. Arturo Bandini keşmekeşleri, Charlie Brown tutulmaları. "Kim" veya "ne" olduğun ile ne ilgisi olabilir; şehirler bulanık, kaldırımlar bozuk, mevsimler ise bütün yüzyıllar boyunca olduğundan daha kısa. Dileğini tutanın nefesi kesiliyor. Beklemek için fazlasıyla yorucu. Yine de bir kafede birkaç kişi, birkaç sigara dumanı anı, şarap rengi ışıklar, hoşlandığın kişinin yüzünde aklında hiç silinmemecesine yer edinen bir gülüş, gecenin geç saatinde uyuklamaya başlayan vitrinler ve bütün bu olup bitenleri görmek için diğerlerinin arkasında kalmaya mahkum birisi. Bekleyecek, sevmeye çalışacak, bir kenara çekilip, "yok hayır, iyiyim" diyecek, "sadece konuşulmayanlar biraz gözüme kaçtı."
Tanrıların masasıydı bir zamanlar bu topraklar. Umursar mısın? Artık hepsi de evlerinden göçmüş, geride gerçeklerden devşirilmiş söylenceler, geride bir hiç uğruna milyonlarca kanın aktığı savaşlar, geceye çalan heykeller, kendi detaylarında boğulan çığlık çığlığa tablolar, alev olmuş kütüphaneler ve ölümlü insanoğlundan ölümsüz aşklar. Epey bir kir tutmuş aşklar. Sancıyan, tuzda yanan, kararsızca dönüp duran, narince sarılmaya çalışılan.
Saçlarını arkaya atarken, bir meleğin düşüşünü bekliyorsun kendine de belli etmeden. Alttan alta göğün de çöktüğünü görmek ve şüpheye bulanmış bir meleğin kanatlarının kendine yakışıp yakışmayacağına bakmak.
Daha en başından biliyordun ya aslında; en başından karıştırmamalıydı böylesine kuralları. Dalgalara, korsanlara, yosun kokan bina aralarına ihtiyacı yok bu şehrin. Hızlı hızlı koşuşturan gölgelere, duman kokan ders aralarına, kendinizi tanıyın diyen dergi testlerine, indirimli biletlere ve vodka-colalara ihtiyacı yok. Biraz daha ben, biraz daha biz ve sıkı bir beşinci mevsime ihtiyacımız var. Hiç geçmeyecek bir placebo etkisine. Temiz, tertemiz bir yalana. Her vatandaşın iyiliği, kendi iyiliğin için kurulacak. Şu uyuşmuş hissizliği kapatıp saracak bir yalan.
Biraz huzursuz fakat mutlu kılacak.
Sesler hala anlaşılmıyor. Trenin geçtiği yerler arasında birilerinin hiç uyuyamadığını görüyorsun. Havada mavinin kokusu artıyor, içindeyse dinmek nedir bilmeyen bir nem. Masada kaldırılan kadehler, içinde masada olmayanlar. Sözlerinde, "gece eskisi gibi değil." içindeyse, "belki hatırlarım sarılacağım dostları." Zıtlık ya bu, çağın büyüsü, tren camında fark ediyorsun en çok. Kendini ve düşündüklerini kaybettiğin yerde.
izin ver diyor vicdanının sesi; kelimlerin geçip gitmesine, izin ver kusurluya, izin ver mora ve darbelere. Cevap bulamıyorsan da kızma kimselere, "tren ile yapılan yolculuk, insanı kendine getiren sıkı bir seyahat, araçtır." denmişti sadece.
Boğaz manzaralı fakat boğaza ait olmayan bir kaldırımın kenarında oturuyorum. Bugün hiç kimse fazla bir şey söylemiyor. Balkonlara asılmış ıslak çamaşırların, ağaçların ve bulutların elleri ceplerinde, insanlar ile doluşup sünmeyi bekliyor sabah. Son zamanlar bunlar, artık çok da karıştırmıyorum olup bitenleri. Darmadağınık hepsi de, şehrin üzerinde bir sigara külü söndürülmüş. Söndürülen sigaranın Tekel 2001 olduğuna yemin edebilirim. Yaydığı kokudan, yaşattıklarından belli.
isteğim şu ki; sadece, beni hatırlamalısın boğaz. Çok da eli açık olmadığını bilmelisin.
Deniz, bana inat daha da çok parıldıyor sanki bugün. Benimse şu yorgun tasvirlerim. Yorgun kim'lerim... Hem kazanmayı istiyorsam ve hem de yenilmiş olmayı... Daldan dala çarpıp yara bere ile doluyorken herkese kıskıs gülüyorsam, kısacası kopkoyu ise içim. Hayali limanlara yanaşacak gemileri beklemekten, limanlara demir atacak gemilerin de alev olup yanışını hatırlamamdandır yorgunluğum.
Gözümün önünden yarım bırakılmış eğlenceler geçiyor. Yarım kalmış ölümler, eksik bırakılmış öpüşmeler, anlatılmaya hiç yanaşılmamış hikayeler. Nasıl oluyor da sadece bende 'biz' olabiliyoruz seninle, düşünüyorum, çok da düşündüm ben bazen.
Biliyorum nelerden, kimlerden geçerek geliyorsun geriye. Tatlı bir yağmur düşüremiyorsam şimdi yere, sakın kızma, hayıflanma. iyiliğin önce içimde olması gerektiğini unuttum, heveslenmeleri hatırlayamıyorum dahi.
Sadece, her şeyi, yine her şeyden durmaksızın kıskanan kıpkırmızı bir kıskançlık.
Dokuzu iki geçiyor... Leş gibi mandra kokan bir marketin yanından dönünce uzun sahil şeridinde bana doğru yürümeye başlıyorsun. Seni tarif edecek türde bir cümle artık elimde yok. Hepsini de, "hoşlanmıyorum" diyerek sandıklara doluşturdun. Tıpkı bir çocuğun gizlice eline geçirdiği bir bıçak gibi arzuyu ele geçirmiş, olur olmadık yerlerimi kesiyorum.
Denize doğru bakıyorsun yürürken, bana hiç yüz vermeden hızla önümden geçip az ilerideki asabi görünümlü kel bir belediye bankına oturuyorsun. Halbuki resmiyete hiç gerek yok. Gözlerin, yağa bulanmış kuş tüyleriyle dolup taşan denizin üzerinde belirsiz bir noktaya kilitleniyor. Kimselere anlatmadığın bir amaç içerisinde karışık, görmüyorsun gördüklerimi.
Neler gördüğünü, neler düşündüğünü tahmin etmeye çalıştıkça titriyorum. Bildiklerin bilmediklerime ekleniyor.
Tanrı biliyor ya yine de... Hiçbir şey bilmek istemiyorum.
Ne zaman gelse hayalin karanlık odama, dolunayın gölgesine vuran ölümcül melankoli, boğardı beni sığındığım her masalda!
kanatlarımdın sen benim
ve ürkek çocukluğumun hiç gidilmemiş çocuk bahçeleri..
Sen; tüm korkak sorularımın sonuna, kanlı soru işaretleri koyan,en kanserojen yanımdın; birbirinden aykırı düş kuruşlarım! Zehirli mürekkep gibi her an biraz daha kanıma karışan yitirilmiş gözyaşlarım.
Sen; her şafak vakti yüzümü yıkadığım, kanlı cam kırıkları..
Sen, adının her harfinde ayrı bir gizem besleyen yörüngesini şaşırmış dolunay parçam
Sonunda anladım: bir bağımlılıktın sen, her anlatmaya çalıştığımda çizgisiz beyaz kağıtlarımın üzerine ölümün soğuk gölgesini düşüren. Sende, kopamadığım şeyler vardı!
Ne zaman seni yazmaya kalksam çizgisiz beyaz kağıtlara, tüm tükenmez denilen kalemler, çektiğim derin acının şiddetiyle tükenirdi avuçlarımda!
Senin çocuk yüzünün her milimetre karesine yüzyıllardır hükmeden gülümseme ne zaman çarpsa bakışlarımın tuzlu şiddetine, gönlümün tüm uçsuz bucaksız haşhaş tarlalarında 5 yapraklı yoncalar açardı!
Saçının her teli, sabahlara kadar kanatırdı avuçlarımı! Bir kez bile dokunamadığım o güzel saçların camdandı! Bir devlet sırrını saklar gibi, bir mücevheri saklar gibi, bir savaştan asker saklar gibi, sakladın bu yüzden benden saçlarını..
Biliyordum; senin saçların camdandı!
Ve parçaladım kendimi senden gizlice çaldığım bir tutam saçla..
Kaçmaya çalıştıkça, her girdiğim sokağın çıkmazında karşıladı beni ufacık ellerin!
Ben, izin vermiyordum ki hayallerime girmen için sana, hiç izin vermemiştim; sen, bir haydut gibi dalıyordun hayallerimden içeri. Beni bambaşka bir dünyaya çağırıyordun.
intiharlara sürüklüyordun beni, intihar sana giden o uzun yolun başlangıcı gibi geliyordu..
Ne zaman değse ellerim uzun kumral saçlarına, ebedi bir sessizlikte müebbet hapis yattı tüm düşlerim!
Yokluğun, sadece benim inanmadığım koca bir gerçek, varlığınsa benden başka hiç kimsenin inanmadığı masalsı bir yalandı ve AŞKTI ikisinin arasındaki derin uçurumun adı..
Seni tanımlamak için bu kadar çok uğraşmama rağmen hâlâ senin kim olduğunu bilmiyordum..
Beyaz mumdan, dibi delik bir sandala binip, acemi alevlerin dalga sayıldığı bir ateş denizine açılıyordum son sürat! Nereye gideceğimi bilmeden, durmadan eriyerek kürek çekiyordum; ellerimdeki kürekler mumdan, ellerim mumdan, parmaklarım mumdan..
Hızlı başlayan şeylerin aynı hızla biteceğini öğrettin bana. oysa ben savunmasız bir çocuk saflığıyla kapılmıştım rüzgarına; nereye savursan oraya sürüklenmeye razıydım; hem de hiç şikayetsiz, hiç sorgusuz sualsiz. uzun bir ardan sonra kahramansız kalmış hayatımın kahramanıydın. sen benin kahramanım olmuşken benim senden tek istediğim hayatında önemli biri olmaktı. belki olmuştum; ama sonunu hesaplamadan kendimce masum bir oyun oynadım. aslında niyetim kısa kesmekti ama kontrolümün dışına çıktı her şey. ve sen beni öyle hızlı savurdun ki; ben hayatım dahil olmak üzere her şeyimle param parça oldum. seni hayatımdan böyle çıkarmaya ne gücüm ne niyetim vardı. ama her şeyi değiştirecek de gücüm yoktu. bana bundan sonra düşen seni beklemek oldu. bekliyorum belki zamanı gelince tekrar kahramanım olmak istersin...
ha ha ha ha... ne mi yaptım? zorladım olmadı, ağladım olmadı, unuttum olmadı, saplandım olmadı; kurtulamadım... bi sorum var dünyaya, hayat hep tersinden mi bakar kaderimize? gorulmesi vacip olmayan bir rüya, soylenmesi garip olmayan bir dua mıdır aşk? eğer öyleyse, neden duyulmuyor dualarım! neden!!!
bu sefer sakinim... damarlarımda bıraktım nefretimi, duvarlarda bıraktım gozyaslarımı, mazimde bıraktım seni... ama bir sorun var, hala aklımdasın... kahretsin, hala aklımdasın...
artık çekilmez bir adam oldum sayende, dostlarımın yanında taktıgım mutlu adam maskesi beni de sıkmaya basladı, onları da... artık inanmıyorlar "mutluyum" kelimelerime... ben diyorum "daha mutlu olamam" diye, ama gozlerim... onlar yoklugunun mateminde... seninle..
herkese akıl veriyorsun da, bir baktım ki; senin o akıla çok daha fazla ihtiyacın var. herkese dağıta dağıta kalmamış. sayın bilirkişi, senin adına üzgünüm. hoşgörü gibi bir erdemi çöpe attım artık. sert kayaya toslayan ilk kişisin. bundan sonra herkesin ağzının payı, paketlenmiş şekilde hazır bekletilmektedir. özenle istiflenmiştir.
* seninle ilk tanıştığımızda liseye yeni başlamış iki küçük çocuktuk. ortaokuldan liseye geçmenin verdiği heyecanla tanışmıştık. bakın ben artık büyüdüm lisedeyim artık havasındaydık. oysa daha küçücüktük ikimiz. hayatın hiç boktan bir tarafını görmemiştik daha. gördüğümüz zannediyorduk tek üzüntümüz ortaokulda beğendiğimiz insanlarınm başkalarıyla çıkmasıydı. tanıştık seninle küçücük iki yürek arkadaş olduk işte. beraber büyüdük, olgunlaştık, sevdik, sevildik reddedildik, her şeyi beraber yaşadık. lan kanka ayağı g.t ayağı diyenler hiç kulak asmadık; ama yeri geldi birbirimizin sevgilisi de olduk. sen benim babamsın, abimsin, oğlumsun, kardeşimsin, dostumsun, bir tanecik maymunumsun. çok seviyorum seni çok. bu dünyada bir insana duyulacak en büyük sevgiyle seviyorum seni. bu da benden sana tanışmamızın 6 yılının hediyesi olsun. sen bir gel buralara bırakmamacasına sarılacağım sana. çok özledim seni lan.
* geri gelmek için çok geç kaldın, ben demiştim geri geldiğin beni bulamıyacak yine ben dediklerim de yanılmadım ama şunu çok iyi gördüm yine ukalasın ve o ukalıktan hiçbir şey kaybetmemişsin. yolun açıksın hoşça-kal!..
tanım; sözlük yazarlarının içinde kalanları dökmeye yarayan başlık.
Herkesin aslında susarcasına birilerine bir şeyler anlatmaya çalıştığı, kendisine bakan gözlere, "ışığım ol!" diye yakındığı saatler bunlar. Hayatın, aklınızda ışık gölge oyunları oynadığı ve tuhaf bir arka plan müziği ile kendinizi kaybettiğiniz saatler.
Herkes birbir uykuya çekilirken, ben genzimde tuhaf bir buruşmuşlukla uyanıyorum. Acele etmiyorum yataktan kalkmak için, çünkü kimse ölmüyor, kimse aslında değişmiyor, hiçbir şeyi kaçırmadığımı biliyorum. Davet edilmediğiniz bir günü, kaçıramazsınız.
Duvara dokunuyorum, bir insana ya da kediye değil, duvara dokunup dokunup gayptan ne zaman sesler duymaya başlayacağımı merak ediyorum.
işte yeni bir gün, fakat üzerine biraz ter sinmiş giysiler giyiyorum. işte yeni bir gün, fakat mucizeler beklemiyorum. Umutsuz değilim, kaybetmiş değilim, örselenmiş şeyleri bir melankoliye dönüştürmesini seviyorum sadece. Başka şeyler de seviyorum, günlerce arkadaşlarımla konuşmak, çizgilere basmadan yürümek, hiç söylenmemiş bir söz bulmayı denemek, bir kafede otururken karşımda konuşan kişinin mimiklerini ve el oynatışını incelemek ve daha pek çok şey.
Kulaklıklarımı takıp üniversitenin boş kampüs bahçeleri arasına atıyorum kendimi. 20.000 kişinin nereye gittiği konusunda hiçbir fikrim yok. Olasılıkla evlerinde televizyon seyrediyor ya da biraz kaynatıyor ya da kavga ediyor ya da sevgili oluyorlardır işte, ne bilim ben. Çekirdek çitlemeyi marifet bilen ve hayatı delip geçmeyi istemeyen kişileri hiç anlayamadım zaten. Onlar benim için bir öcü, bense onlar için toplumdaki pis bir çıbandım her daim,
"dostlar dedi: bu can bizden değildir
düşman kırdı, oysa buzdan değildir
gene de herhalde bizden değildir
çare yok dünyadan gideyim gayrı"
Sakatmışım gibi yürüyorum. Her an her şeyi yapabilecek bir deli gibi, sonbahara özlemliyken sıcak bir adaya sürülmüş şair, yazdıkça tükenen bir yazar, hoşlandığı kız içten bir gülüş atarken içi sızlayan bir adam, Da Vinci olamayacağını fark ederek sanattan vazgeçmiş bir insan ve felsefe, edebiyat, sinema, reklamcılık gibi şeylerin içinde hayatını geçirmektense bir köşede durup her şeyi bilerek ama her şeyden elini ayağını çekerek bir bar masasında sevdiği kişiler ile her şey hakkında konuşa konuşa ve arada da delice şeyler yaparak yaşlanmak isteyen bir melankolik nasıl yürürse, öyle yürüyorum işte.
Yüzümde tuhaf bir mona lisa gülüşüyle. Bütün rollerimi atıyorum üstümden, ki böylece tam bir belirsizlik..
iletişim fakültesi önüne oturuyorum karanlıkta. Birkaç kişi dışında kimseyle anlaşamıyorum, kimseyle ileteşemiyorum. Kendi aralarında çok güzel iletişiyorlar halbu ki. Bir bozuk kapı hakkında saatlerce neşeyler konuşuyorlar. Oysa ki, televizyon kumandaları hakkında 1 saniye dahi konuşacak bir şey bulamıyorum. "vapura binmeyi, vapurda kahve içmeyi, vapurda insanlarla konuşmayı seviyorum ben" diyorum, "altı üstü bir vapur işte... " diyorlar, bozuk bir kapı hakkında konuşmaya devam ediyorlar. "oyunlar oynamalıyız, arada sırada acayipleşmeliyiz" diyorum, "önündekiyle yetin" diyorlar ya da boş gözlerle bana bakıyorlar. Kırıldığımla kalıyorum, anlatamıyorum, nefret doluyorum, nefretimi anlatamıyorum bu kez de.
Vazgeçiyorum.
Mimarlık fakültesine gidiyorum, orada barok ve gotik, büyükçe bir ev inşaa ediyorum, istiyorum ki, bütün sevdiklerim içinde olsun bu evin. Fakat evde durmuyorlar, tanımadığım insanlar girmeye başlıyor içeri, kendi evimde yabancı konumuna düşüyorum, herkes farklı bir eve taşınmak istediğini söylüyor, kimisi "ne biçim duvarlar inşaa ettin böyle?" diyor, kimisi ise bir mesaj dahi bırakmadan ayrılıyor evden. Depremler geçiriyor ev. Belediyeden geliyorlar, "evinizden çok gürültü geliyor, toplumumuza uygun değil bu ev!" diyorlar. Sesim çıkmıyor, evi terk ediyorum ama uzakta kalamayacağımı biliyorum, çünkü hep özlüyorum.
Turizm fakültesine gidiyorum en sonunda.. Herkesin istediği kişi olduğu, her soruya rahatlıkla yanıtlar alınabilindiği, hiçbir kuralın olmadığı, bütün tiki ve kırolardan arındırılmış ve derin bir sonbahar ile coşmuş olan bir şehire hepimiz için bir tatil ayarlıyorum. Büyük kavgalar çıkıyor. Kimisi en başından gelmem diyor, kimisi ben yaz mevsimini severim diyor. Topu topu birkaç kişi kalıyoruz ve gidiyoruz tatile ama nefret ediyoruz bir süre sonra birbirimizden, neden böyle olduğunu bir türlü anlayamadan.
Vazgeçiyorum. Yürüyorum. Gök gürlüyor, havaya bir benzin kokusu yayılıyor. Nasıl bu hale geldi her şey bilemiyorum. Kitap okuyarak hayatın anlamını öğrenemeyeceğimi, bir kadına ne kadar çok aşık olmuş olsam da ve onu ne kadar çok istesem de hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi, hayatın üzerinden yazarak taşabileceğimi sanarken aslında yazarak sadece kendimi daha çok tüketebileceğimi ilk ne zaman ve ne zaman ilk nerde fark etmiştim bütün bunları?..
"ne görüyorsun ben de?" diye soruyorum önümdeki ağaca
"hayatın karşılayabileceğinden daha büyük düşlere sahip herkes gibi kaçık birisi" diye cevaplıyor. "peki ya sen ne görüyorsun ben de?"
"güzelliği ve bozulmamışlığı... " diyorum, göğsüm titriyor, hiçbir zaman cennet denen yere ulaşamayacağımı hissediyorum.
Namaz kılmalı ve kurallara uymalısın diyorlar. Oysa ki bütün kuralları bozmak istiyorum, devrik krallığımda delicesine bir oyun oynamak istiyorum. Evcil değil, yabani olmak istiyorum.
"Her şeyi kabullen" diyorlar... Belki de sen, "ne kadar safsın... " diye düşünerek ve küçücük ve renksiz bir duvardan ibaret olduğumu sanarken, bir kez daha öpüyorum hayalimde seni. Elim ayağım birbirine dolaşıyor..
"onları yenemiyorsan, onlar gibi ol" diyorlar, "o halde sarhoşluğu seçiyorum” diyorum, "bu maymunlar cehennemine katlanabilmek için... "
"hayatı sev" diyorlar, "hayat hiçte bile yaratıcı değil, ben herkesin yaptıklarından farklı şeyler yapmalıyım" diyorum, yapamıyorum ve bir bira daha istiyorum.
"müziğe kaptır kendini!" diyorlar, oysa ki ben herkesin kendini kaybedeceği daha büyüsel bir şarkıyı kendim bestelemeye çalışıyorum, yapamıyorum, bir bira daha istiyorum.
"hep böyle huzursuz musundur sen?" diyorlar, bir bira daha istiyorum ve seni öpüyorum yeniden.
bir temmuz günüydü, kuzenin anlattığı meşhur nidayla sonunda tanışabilmiştim, mutluydum. kuzenin hep anlatırdı "nida şöyle yaptı, nida böyle" diye aslında ben geçen sene tanışmak istemiştim seninle ama izin vermememişti. neyse biraz tesadüfi biraz da mecburiyetten olsa da tanıştık. kuzeninin anlattığı gibi biri olmadığını, kuzeninin seni bana yanlış tanıttığını anlamıştım. neyse iki gün sonra yine biraz mecburiyetten yanyana geldik. daha fazla konuştuk, birbirimizi daha fazla tanıdık. sonra araya "bana ne" olayı girdi ki bu da senin msn adresini almam için iyi bir fırsattı. hiç kimseye kolay kolay güvenmeyen, güvenemeyen ben, anlayamadığım bir şekilde sana güvenmiştim. önceleri uzak durmaya çalışıyordum, çünkü yakın bir arkadaşımın kuzeniydin. ama sonra kırdığım kabuğumu, düşürdüm gardımı sana karşı. teoman ın dediği gibi "kırıklarını aldırdım kalbimin, zırhımı çıkarttım astım portmantoya". sana karşı tamamen savunmazdım ve hiç kimseye açmadığım kadar içimi açtım sana. çünkü güvenmiştim sana, inanmıştım bana olan duygularına ve söylediklerine. sevgili olmuştuk ya da ben öyle hissediyor yani kendi kendime gelin üvey oluyordum ama hala inanamıyordum böyle birşeyin olabileceğine. çok kısa zaman zarfında olmuştu herşey. duygularımı sana açıklamamın üzerinden 35 gün geçti ve sen şimdi "ben sana karşı birşeyler hissetmedim." diyorsun. bu ilişkinin başlaması yönünde ilk adımları atan sendin, bana zorla duygularımı açıklatan sendin, "canım, cicim, arım, balım, peteğim" gibi sözcükleri de kullanan sendin. şimdi karşıma "ben sana karşı birşeyler hissetmedim" diyerek çıkıyosun. bayramın birinci günü akşamı arayıp msn e çağırdığında içimde kötü bir vardı. msn e geldim, senden uzak durmamın, sana karşı soğuk olmamın nedenini sordun. seninle konuştukça açıldım, duygularına olan güvenim geri geldi. konuşmadan ayrılırken sorun yok yazdın başka birşeyler olduğu için çıkmadın. sonra söylediğin ilk şey "ben ayrılmak istiyorum" oldu. sebep? "seni daha fazla üzmek istemiyorum." sen beni üzmedin ki, bana değer verdiğini bildiğim sürece. sonradan beni terk etme nedeninin halihazırda ilişkisi olan bir çocuğa olan duyguların olduğunu söyledin. o çocukla birşeyler yaşamak konusunda senin de bir umudun yoktu ama "bir umut" diyordun. ve bana en çok bu koyuyordu:birşeyler yaşanma konusunda umudu olmayan şu an bir ilişkisi olan bir çocuk yüzünden terk edilmek. kendimce seni haklı çıkaracak nedenler bulmaya çalışıyorum, bulamıyorum, bulamadıkça da kafayı yiyorum. ve bekliyorum ben de seni "bir umutla" belki dönersin diye. insan zor olanı severmiş ya senin için zor olan o benim için zor olan sensin. inşallah zoru başarırsın ve mutlu olursun. zaten hiç düşünmedin ya düşünme beni. birkaç gün daha böyle hisseder sonra unuturum. belki msn de ya da yolda denk gelirsek soğuk bir "merhaba" derim. belki nasıl olduğunu da sorarım. ama o kadar daha fazla konuşmam, konuşamam çünkü.
"bitsin" marka el bombasının "hoşçakal" marka pimini çekip kucağıma bıraktığın günden beri parçalarımı topluyorum kadiköy sahilinden... daha kaç kere parçalanabilirim bilmiyorum... daha kaç kere parçalarımı toplarım etraftan...
hep böyle mi olur? giden kazanıp kalan kaybeder mi hep?
seven acı çeker vazgeçen mutlumu olur?
kucağıma bıraktığın hüznü toparlamaya çalışıyorum... yeniden başlamaya çalışıyorum hayata... ne kadar zormuş uzun zamanlar sonra aşkı yok etmek...
sevgiyi bastırmak ne kadar zormuş... dizginlemek yanına gelmek üzere hazır bekleyen yüreğimi...
düşünüyorum... bir hata ne kadar büyütülebilir? ne kadar yok edilebilir bir sevgi? nasıl bastırılır sevda değmiş atardamar?
kızıla sevdam kızıl saçlarından olsa gerek... başka bir şehri sevmem içinde senin nefes almandan olsa gerek?
parçalarımı topluyorum...
bir oyun gibi... tamamlayamıyorum resmi... sen eksik kalıyorsun her defasında kız kulesi manzarasının... gözlerin eksik kalıyor maviliğini izlerken boğazın...
eksik kalıyor yüreğimde bir zamanlar senle doldurduğum boşluklar... sen eksilmiyorsun...
acı çaprazlama keserken tüm bedenimi... ben kanlarını yok edemiyorum her akışında senin adını yazarken tenime...
avuçlarımda vazgeçmişliğinin meyvesi... parçalanmasın yüreğim diye koşturuyorum...
ah şu lanet olası sıgara nefes nefese bırakıyor beni -ki sen hiç istemezdin sıgara içmemi-...
adalara giden her vapurda nefretim daha çok artıyor kendime... ben ki inciltmemek için seni kendimi parçalamaya hazırken...
yokluğun hayallerimde yer buluyor... sen bir oyunu sahnelerken o izbe ve kimsenin izlemediği sahnede...
ne kadar kötü olsada içinde bulunduğun şehir, sen varsın diye cennetim oluyor fabrika bacalarından tüten duman, işçilerin yorgun yüzü...
acı yavaş yavaş oturuyor yüzüme... yüzüm yeryüzün olmuştu sen sol yanımda yüzümü okşarken...
"can işte acıyor" derken ben sana senin ayaklarınla ezdiğin yeşil bir yeryüzü yok oluyor... sen ayaklarınla fark etmeden yeşile boyanmış bedenimi eziyorsun...
sevgi sözcüklerini sözlerken gözlerinin için bakar, gözlerin senden habersiz kalbini yansıtıyor... sen kalbine değil gaddarlığına yeniliyorsun...
ey sevgili; seni yaşatırken içimde her gün seni yenide dogururken yüreğimde, sen hiç bilmeden bunu güzel bir güne uyanıyorsun hiç uyumadığım bir gecenin ertesinde...
bedenim gitsede, elini tuttuğum zaman sen fark etmesende toplamaya çalıştığım parçalarımı sende bırakıyorum... onlara iyi bak... senden kalanları sana bırakıyorum...
yükleyip sırtıma yokluğunu yollar aşıyorum... yollar her baktığımda sana çıkıyor... ben her uyandığımda sana gülümsüyorum...
sen ise görmeden gülümseyişlerimi yeni bir güne yeni bir umutla uyanıyorsun...