hayata ağız dolusu söven insanın itiraf mahiyetindeki açıklamasıdır.
delirecek olsam...
ilk iş, bir otobüs firmasının yazıhanesine giderdim. iki bilet isterdim muhtemel yazıhanedeki parlak yüzlü resepsiyonistten. koltuklar yanyana olmalı ve ikisi de cam kenarı. oradan, dışarıdaki ne istediğini dahi bilememiş neslime gülümserdim bir ihtimal.
elde ettiklerini, istediklerine sayıp da sahte mutluluk ifasının ardına sığınan cesaret fukaralarına da edilecek birkaç küfür bulurdum elbet. otobüsün sükunetini bozacağımın bilincinde olarak hem de...
delirecek olsam...
ilk iş, elimde bir zigana ile en yakın otobüs firmasının yazıhanesine giderdim. ellerinde işime yarayacak birşey olup olmadığını sorardım. neyin işime yarayacağını bilemeyecek kadar kendime yabancı bir halde parmağım, şakaklarımdaki namlunun tetiğine çöküyor gibi dursa da.
hem ıslık da çalardım. sırf içimden geldiği için ve içimden geldiği gibi. kaçacak bir delikten ziyade sığınacak bir liman arardım o anda. sağanak delirdikten sonra başlayacakmışçasına kaplıyor bulutlar gökyüzünü hayatımın. efkârın esamesine tükürsem de melankoli kaplama bir zırhı kuşanmış gibi ruhum. doğan güneş, işlemiyor. kılıç-kalkan işlemiyor. ne dün, ne gün işlemiyor...
delirecek olsam...
ilk iş, elimdeki zigana'yı şakaklarıma dayamış bir şekilde bir otobüs firmasının yazıhanesinden içeri girmek olurdu. oldum olası hiç sevmedim gitmelerin temsili bu kasvetli bekleme salonlarını, hiç sevmedim "yolculuk nereye abi?" diye soran keyif kahyalarını... "sanane lan!" demeyi şık bulmasam da "biletimi aldım" demekten de geri kalmadım. delirecek olsam hani biran bir beton gibi somurturdum ve çekerdim kendi tetiğimi.
hayata dair en ağır küfrüm de bu olurdu sanırım; "seni terkediyorum kaltak" dercesine ölümün koynuna girmek...
delirmeden ettiğim küfürün anlamı daha büyük değil midir hayata? neye ve kime göre sorgulayarak yaşadığım hayat giderek daha anlamsız gelmeye başladı şu son günlerde. ruhum biletini çoktan kesmiş kendi kendine, benimse haberim dahi olmamış... hem de dönüşü olmayan biletini...
umutlarımı körelten öyle bir köreltmiş ki mümkün değil gibi bir daha yeşermesi. ve hep aynı nakaratlar, aynı dejavular da savruluşlar...
hayat ben sana isyan etmezken; sen bana bu küfrü neden ettin demek daha mı doğru olurdu acaba?
ya da küfür eden bensem eğer; ki öyle görünüyor her şeye rağmen; daha çok küfür edeceğim sen duymasan bile görünen odur.
ellerim titriyor bilmem kaçıncı sigaranın, hesaplayamadığım bir nefesini ayak parmaklarıma kadar katran dolduracak şekilde çekiyorken dudaklarım... dumanını burnumdan veriyorum ki kulaklarımdan çıkmaması için mecburiyet oluyor bir yerde bunu yapmak.
susuyor ve kararmış gökleri seyre dalıyorum. yapışkan bir sıcak var bu ağustos gecesinde. sevmediğim ama yadırgamadığım türden. alıştığım ama huzursuz edecek şekilde yapış yapış hayallerim... enkâzında ürkek bakışlı çocukları topluyorum. kimden öğrendilerse "amını sikerim" diyerek dolaşıyorlar ve ben "amını sikmek" nedir, düşünüyorum. bir malozu yan yatırıp tabure yapıyorum kendime ve yaşayarak intihar etme gafletindeki malozları seyrediyorum "amını sikmek" gelmiyor içimden hiçbirinin. lüks bir otomobilin dönen tekerleklerinden beklediğim en ufak bir medet yok. bir villanın, kanla boyanmış ve o kadar kırmızı kirişlerinden beklediğim, umduğum koca bir hiç.
yaşıyorum öyle kendi halimde kıçımın altına tabure dahi olmayacak, olamayacak malozların arasında sürdürüyorum varlığımı. ne vakit yazını özlemiş olsam hayatın kışlarına denk gelmiş sayıyorum kendimi. ve ne vakit o yapışkan sıcağından daralsam yazların, hiçbir zaman sağnak üzerime tek damla bahşetmiyor, yazık.
amını sikeyim demeyeceğim hayat sana. bu senin için bir iltifat, görüp görebileceğin en zevkli birkaç saniye olur, bilirim. amını, hayal enkazları arasındaki çocuklar siksin, öylesine bir sapıksın çünkü... kurbanlarını hep bakire duygular arasından seçen, ucuz bir seri katil.