prangalar ayak bileklerinizde, önünüzde koca bir evren, doya doya gezmek, araştırmak istediğiniz ve her attığınız adımda büyülendiğiniz... özgürsünüz! prangaların birbirine kenetli halkaları artı sonsuz rakamı kadar sembolda basit, saymakta imkansız. ğrangaları varsayın ki sizi yarı yolda bırakmaya müsait, ne verirseniz onu alan nacizhane, ulu önderin de dediği gibi toprağa karışacak olan. sizsiniz ruh. evrense sizin oyun bahçeniz. ruhunuz zgür bittabi canım! eşsiz de aynı zamanda. kırılmaya, tökezlemeye, uçmaya, keşfetmeye meraklı, belki de melankolik. istediğiniz yere gitmeye meyilli çünkü sizsiniz o. gelgelelim prangalara... ne büyük tutsaklık değil mi? ne de aç gözlü, doyumsuz ve çoğu zaman hayal kırıklığı. nefes aldığınız sürece söküp atamayacağınız, her daim esiri olacağınız, tutkular, açlık, susuzluk sıcaklık ve soğukluk isteyen, kimi zaman size yük olan, ne yapacağı belirsiz hastalıklı, kimine göre evrim sonucu kimine göre toprak sonucu beden. başkalarının evrenleriyle kesiştiği yerde yargılanan, gözlerin değerlendirmesi sonucu güzel ve çirkin sayılabilen, değiştirilemeyen vücut... isyan duyguları kabarıyor içimde. anarşist değil de, özgürlüğe susayan ruhun çağrısı gibi. kim istemez ki prangalardan, tutsaklıktan kurtulmayı? kim yorulmaz ki günün 24 saati onu beslemekten, temizlemekten ve haz vermeye çalışmaktan? ben istedim. salt ruh olarak dolaşabilmeyi çok istedim. lakin insan bir noktadan sonra fark ediyor ki kurtuluş yok. sonra kabulleniş evresinin sancıları çıkıveriyor ortaya. kafasına dank ediyor insanoğlunun sevmek fikri. fark ediyor ki, ne çok zaman ayırmışız başkalarına, sevmek için, ne çok da ihmal etmişiz içinde bulunduğumuz, sayesinde görebildiğimiz bu teni, bu etten duvarı. sevmeyi denedi sonra insanlık bu esareti, severek beslemeyi, haz almayı. fark etti ki ne kadar barıştıysa bu esaretlikle, bir okadar özgür hissedebildi, bir o kadar vicdanı rahat gezebildi yeşil çimenlerde. ruhuyla bedenini barıştırdı, hatta ve hatta onları evlendirdi. beraber yaşamayı, karşılıklı birbirlerinin isteklerini yerine getirebilmeyi, saygı göstermeyi ve daha da önemlisi, birbirini sevmeyi öğretti. sıra geldi baldan tatlı bal ayına. lakin bu balayı canım cicim ayları gibi 4-5 ay sürmedi. aksine, ömür boyu. mutluydular, karşılıklı çıkar ilişkisi demeye kıyamıyor insan bu tatlı çifti görünce. inişli çıkışlı, müzikal tadında, keşfedilmemiş notalarla beslenen, artı sonsuzluk... insan sevmeli, bir olmayı denemeli zamanla. kendi elinden tutup, yalnız hissetmemeli. haykırmalı tüm dünyaya 'evet, ben hazırım kurallarına göre oynamaya' diye... hayat bir oyun bahçesi misali; dışarı çıkıp oynayabilecek kadar cesur ve barışık olmak lazım bu beden denilen hayat arkadaşıyla... ve işte bu yüzden, insan en çok kendine demeli 'kendine iyi bak' diye... kendinize iyi bakın!