izin kalmış ruhumda
Şimdilerde fark ediyorum
Ansızın gelip aklıma
Tebessüm ederken buluyorum
Bilmiyorum nedensiz bu hal
Anlatamıyorum kendime
Sökülen kelimeler var ruhumda
Yalnız ben olduğunda
Seni buluyorum
Sen mi buluyorsun ya da
Onu da bilmiyorum.
isteyince ölünmüyor... der, gözlerini son kez kapayamayan adam, daha kaç kez açacağından habersiz.
verecek bir tek can kaldığı zamanlar vardır.
her nefesin külfet, her düşün kabus olduğu zamanlar.
sonunda öleceğini bilerek yumar gözlerini, tekrar açamamak umuduyla…
anılar silinir sondan başa doğru,
zaman geçmişe akmaya başladığında.
Kayıp yıllar, harap hatıralar geçidi başlar.
Dipsiz bir kuyunun içine düşer gibi..
Mutlu çocuklar, gülümseyerek ölür..
Ya omzunda dünyayı taşıyan, çocukluk yaşamayanlar.
Ölemezler çünkü dünya onların yüklendiği kadardır..
Ağlayamayan çocuklar vardır, ölemeyen adamlar…
ağlamayı unutan gözleri toprak doyurmaz,
toprak üstü kaybedenlerin dünyası,
altı sualler diyarı.
yetiremiyoruz ne yapsak ve yine bunda da vardır bir hayır deyip şerle yatıp yuvarlak harflerle sövüyoruz modern kapitalizme.... kimsenin sikinde değil artık hatırlanası o en güzel anlar. hatırlamadığımız her şey mushaf uzaklığında aslında. duvarda asılı, gözümüzün önünde ama bilincimizin dışında. eskiye döndükçe hatırlayacağız renklerin sıcak yüzünü. blok halinde yıkılmış yerle yeksan en nadide anıları bulacağız moloz altında kaldığı ilk günkü gibi..
unutulan her renk toprağa karışır bizden bir parçayla.. ama az ama çok..
her ne kadar 80ler-90lar neslini kapsasa da yaşanmışlık buldum. ve doğruladım paylaşmak istedim.ü
--spoiler--
Ben atarinin kolunun kablosunu atariye dolayarak çalıştıran nesildenim. Bana hiçbir şeyi çöpe attıramazsınız.
içinden çıkan taso için cips alan, tasoyu alıp cipsi arkadaşına veren nesildenim. Bana ihtiyacım olmayan şeyleri paylaşmayı anlatmayın.
Mahallenin en iyi top oynayan çocuğunu takımına almak için adım atan nesildenim, bana adaleti anlatmayın.
Ben sevdiği kızı arkadaşı seviyor diye var gücüyle ona ayarlamaya çalışan nesildenim. içi yana yana sarıldıkları anı izleyip gülümseyen nesildenim bana delikanlılığı anlatmayın.
Öğrenci zili çaldığı anda yerlerini alan, öğretmen geldiği anda hızlı bir şekilde ayağa kalkan, derste elleri çiçek olan, izin almadan tek kelime konuşmayan nesildenim bana büyüklere saygıyı öğretmeyin.
Ben avucunu camla kesip, acımamış gibi yapıp, kankasıyla tokalaşıp kan kardeşi olan nesildenim. Bana dostluğu öğretmeyin.
Akşam karanlığında mezarlıklarda saklambaç oynayan nesildenim. Bana cesareti öğretmeyin.
Komşu teyzeye cici anne diyen, evinden çıkmayan böreklerini çöreklerini yiyen nesildenim. Bana komşuluğu anlatmayın.
Bayram sabahı erkenden kalkıp bütün mahalleyi kapı kapı dolaşıp şeker, harçlık toplayan nesildenim. Bana bayramları anlatmayın.
Arkadaşı düşüp yaralandığında, onun ağladığını görüp gözleri dolan nesildenim. Bana şefkati anlatmayın.
Ibızıttın mı? diyip he? diye cevap alındığında zıııııttt erenköy diye bağırıp gülmekten yerlere yatan nesildenim bana mizahı anlatmayın.
Kemal Sunal filmlerini yüzlerce kez izleyen nesildenim bana film kültürünü öğretmeyin.
Bütün bilyelerini tasolarını gözü gibi koruyan saklayan biriktiren nesildenim. Bana koleksiyondan bahsetmeyin.
--spoiler--
çocukluktan beri düşmandı hayallere
bunun aslında ne demek olduğundan habersiz
ağzında sakızla -yaşayamaz derler, insan
varsın olmasın neşet
ama olsun biraz teşne
hem ne çok bilmişler
hepsinin canı cehenneme
kim ölmüş hayal yetmezliğinden
kırmızıyla maviyi karıştırıp
yaktın mı bir sigara
kıyak adamsın
üstüne düşenlere ikram da edersen
sahi mor
daha sağlam basar ayakların yere
ulaşamadığın her bir hayal için
kanayan yaranı üfle
sümüklerin karışırken göz yaşlarına
sırf sinek konmasın diye
şimdi ağlamak neye yarar
pınar kurumuş, yeşile kara çalarken..
akrep vurdukça zamanı sırtından
silinmeyen izler bırakacak derin
zemberekten süzülen tozları uçuracak
unutulmaya yüz tutan anılarım
saçlarını okşayan rüzgara inat
sigara külünden merhem kağıttan uçak
şehrin gürültüsü ve biraz neşet
boşuna sevilmedi
süzülemezdi iki damla
mührü süküp atmak kimin haddine..
iş olsun diye kapanmadı hiçbir kapı
öksürüyorken ağzımda beliren kan
kırmızı şeker tadı iş olsun diye
iş olsun diye oturuyorum uzun ayak
pantolonumun yeşili çimen kokuyor
karıncalara kıyak yapıyorum derken
eylülü görünce havalanıyor aklım
kanadında senin yamacında ben
gözümde büyüttükçe karıncaları
kapayıp gözünü kemiriyor kapıları
ben düşündükçe bereketi kaçıyor
kapılar kapısız kalıyor
sen açmıyorsun iş olsun diye..
aşka inanan annem bile sen eleğini elemişin duvara asmışın kızım diyo.
ben ne yapayım a dostlar.
bide karşıma geçmiş herkes bana aşktan bahsediyo.
inanmadığı birşeye kendini veremez ki insan...
hepsi ütopya hepsi yalan.
umut etmek mesela boş beleş hayal kurmak
insanın canını acıtan sıkan şeyler bunlar. ne gereği var ?
birine aşık olduğunu sanıyosun oda yetmezmiş gibi aşık olduğunu sandığın kişiyi
kendin gibi sanıyosun yada çok daha iyisi
sandıkların çıkmayınca da kızıyosun kırılıyosun
karşındakinin suçu değilki hepsi senin suçun
kendi kendini sen kandırıyorsun sen incitiyorsun
hayaller kurarak umut ederek gerçekleri görmezden gelerek
insanlar yalan söyler en iyi sandığın bile
bunu bil kabullen bi önce nedenimi çok
en basidinden eksik hissettiği için kendini
etrafındaki herkes yalan söyleyerek kendini olduğundan masum
gösterirken yalanlara ihtiyacı olmayan da yalan söyler.
herkese göre kendisi masum zaten insanlar kötü.
bu yüzden ben ayak uyduramıyorum.
eksiğim bir çoğunuzdan günahkarım kırığım deliyim
ama en azından dürüstüm
ne bok yedimse anlatırım yok yalanlara ihtiyacım.
bu yüzden de çekinir insanlar benden
sorun ararlar uyduruyor mu diye
inanmak güç geliyor birilerinin dürüst olup
her yanlışını utanmadan anlatabileceğine
aşktan meşkten muhabbetler edemem.
gerçekçiyim kendimi olduğumdan bambaşka biri gibi gösteremem
işte bu yüzden ben size göre sorunluyum.
aslında ben çok ilerdeyim herşeyi düşündüm tarttım eledim
birileri beni sevsin diye gereksiz muhabbetler dümenler çeviremem
yalanlar söyleyemem
olduğundan çok daha iyiymiş gibi gösteremem bu dünyayı pohpohlayamam
ne hatanız varsa üzerine üzerine gider yaranıza basarım sen haklısın diyip geçemem.
insanlar beni sevmesin ama ben benden vazgeçemem
aşk var diyorlar inanıyorsunuz
cennet var diyorlar cehennem var diyorlar inanıyorsunuz.
en basidinden doğduğunuz andan itibaren paranın mutluluk olduğuna inanıyorsunuz...
bu yüzden bir ömrünüzü para peşin de çırpınarak
kariyerdi iş ti güçtü diyerek tüketiyorsunuz.
aşk yoluna evleniyorsunuz çoluk çocuğa karışıyorsunuz
cennete cehennemde bu dünyada insan kendi cennetini de cehennemini de kendi yaratır
ben şimdi cenneteyim yalnızım ama yok bi şikayetim
erken yaşta huzuru bulmak herkesin harcı değil
şimdi siz sanarak umut ederek olmayan bir dünya için
çırpınırken o olunca mutlu olacağınızı sanarken
ben gerçek dünyada gerçekliğimle varım.
sizi izlemekten başka bir işim de yok
bir derdim de yok parayı aşkı dert etmekten vazgeçmişim
geriye ne kaldı hayal kurmaktan umut etmekten vazgeçmişim
şimdi benim canımı ne yakacak ?
para uğruna kendimi harab etmeyeceğim.
bu demek değilki çalışmam.
canım sıkılırsa çalışırım seversem devam ederim sevmessem çıkarım
aşk diye de bir şey yok zaten o ya hayalperestlik yada mazoşistliktir
şimdi bundan sonra benim yapacağım güle oynaya
günahlarımla eksikliğimle sizi izleyerek
ama asla sizden biri olmayarak hayatımı sürdürmek.
gereksiz bulduğum dertlerinizi anlatmayın bana
çok saçma çok yalan kendinizi öyle kaptırıyorsunuz ki
yazık ediyorsunuz kendinize
size anlatıyorum açıklıyorum
dertedindiğiniz herşeyden çıkacak bir çıkış kapısı gösteriyorum.
ama inanmıyorsunuz ya da mazoşistsiniz.
sonrada ben sorunlu ben deli oluyorum
bırakın kendinizi ve deli olun o zaman
bu dünya delilere güzel zaten.
okadar sınırlandırmış ve inandırmışsınız ki kendinizi
bir gün aşık olup evlenmekten
çalışıp karıyer yapıp zengin olmaktan ( ki hiç garantisi de yok zaten )
başka bir mutlu olarak hayatınızı sürdürme seçeneği bırakmamışsınız kendinize
para mutlu etmez a dostlar aşksa zaten yalan
bırakın yalanlara inanmayı ve cennetinizi bulun bi düşünün
karnınız toksa bir odada olsa bir çatınız varsa
nefes alıyorsanız sağlıklıysanız
başka ne istemeli insan neden ihtiyacınız var yalanlara
bırakın arabanız da olmasın
birileri sizinle gurur duymayı versin
neden dert edesiniz kendinize
birileri de size deli desin varsın olsun.
birilerinin ne dediğini önemsemeyi bırakın da bi düşünün.
bu gereksiz çırpınışlar niye
öleceksiniz
yalanadan bir dünyanın için de kendinizi kandırarak
kendinizi bulamadan bir cehennemi yaşayarak
tüketirsiniz ömrünüzü
sanmadan aldanmadan gerçeklerinizle gerçekliğinizle
belki deli belki eksik normal bulunmayacaksınız ama huzurlu
kendi cennetiniz de
iki türlü de öleceksiniz ama hangisinde yaşayacanız kendi seçiminiz
kendinizi yalanlara inandırmadan kendinizi kandırmadan
önce bir düşünün..
edit :önce bir düşünün diye başlık açtım silindi başlıksız entrym hangi başlık altın da sığınabilirdi ki ?
söz söylemeyeli vakit çok geç!
sözün sahibini, sözde anmaktan başka marifet mi bildik?
bilgiç dolu kefen!
sözün özünün tözde saklandığını bilen kim kaldı?
matlubuna layık olacak talip!
taliminde eksik olmasın ne mümkün?
sözüme güvenmezken ben!
seni neden yaksın cehennem?
belki cesaretli değildim, olmam gerektiği kadar. belki de fazlasına sahiptim. sahi ne kadar ceseretli olmam gerektiğini nerden bilecektim? cesaretimi tartmak için kendimi amerikan filmlerinde çevrilen şişenin önüne atacağıma, arkası yazılarla dolu bir patates kamyonunun altına atlamak daha mantıklı gelirdi bana..
garip bir şekilde altında ezilerek can vereceğim tıka basa patates dolu kamyonun üstündeki patateslerin benden öç almak istediği düşünürdüm. bundan uzun seneler önce aile dostumuz nevra tevzenin evine her gittiğimizde, biz elma ağaçlarıyla dolu bahçede koştururken nevra tevze kendi deyimiyle biz çapasızlara çıtır çıtır, mis gibi kokan, harikulade patates kızarması hazırlar ve tazecik odun ekmeğinin arasına doldurup, soğuk ayranla beraber bahçedeki bin yıllık ağaç masada servis ederdi.
o bahçede kesinlikle nevra teyze büyüsü vardı.. o yaşlardayken de patates kızartmasının patates kızartması olduğunu biliyordum. ama yediğim patates değil, sanki masallar ülkesinde ziyafet sofralarını süsleyen büyülü yiyeceklerden en büyülü ve lezzetli olanıydı.
kendimi nevra tevzenin iyi kalpli bir büyücü olduğuna ve hasel ile grateli evine hapsedip, onları boğazlamaya çalışan yavşak cadının üvey kardeşi olduğuna bile inandırmıştım. ama yeteri kadar cesaret biriktiremediğimden, nevra teyzeye gidip hakkında her şeyi bildiğimi, onu rencide ve deşifre etmemek adına kimseye bir kelime etmediğimi anlatmadım. sanırım bu olay sonrasın cesaret denen şeyle (neyse artık) arama mesefe koymaya başladım.
hem kimin ne kadar ceseratli olması gerektiği hakkında bir cesaretname falan mı var?! pekala ceseret timsali olarak addedilen aslanlar da ödlek olabilir. ve cesur bir ördek tarafından kuyruğuna teneke takılmış olabilir..
cesaret denen o boktan hissiyatın genelde acı verdiğini asla mutlu etmediğini anladığımda henüz ikinci bisikletimi parçalamamıştım. ilk bisikletimi dizlerimle beraber parçaladığımda, kafamda da ölene dek taşıyacağım, alnıma nakşedilmiş bir cesaret apoleti takmıştım. bu yüzden çocuklarınıza cesaret ve aptallık arasındaki ince çizgiyi görmeleri ve farketmeleri için aydınlık bir ortam hazırlayın. aksi takdirde çocuğunuz kafasına aldığı ağır darbelerle potansiyel bir mankafa adayı olacaktır.
ikinci defa yeni bir bisiklet sahibi olduğumda ise mutluluktan altıma kaçırmıştım. hatta bisikletimin parçalanmasına ve yüzümde hayat boyu silinmeyecek bir yara izine sebep olan, gerizeka düzeyinden aşağılarda konumlandırdığım hareketimi içten içe sevmeye bile başlamıştım. taki alt sokaktaki devasa inşaat sahasından (devasa geliyordu o dönemde) beton gibi kum yığınının üstüne çakılıncaya dek. mahallenin fırlamalarından olan piç cemal bana öyle bir gaz verdi, öyle bir gaz verdi ki, hani ikinci katı bırak üçüncü kattan bile atlarsın dese ordan bile atlardım. eşşeğlu nasıl doldurduysa beni! hasılı önceki cesaret denememin sonuçlarını unutup omuzlar üstünde ikinci kata çıkartılmıştım bile. boşluktan aşağı doğru baktıktan sonra az sonra kumun üstüne atlayıp oracıkta öleceğime dair onlarca senaryo geçti aklımdan. en saçmasıysa, ben atladıktan sonra bir cesaretle arkamdan atlayan piçin kafama basarak beynimi parçalayacağını düşünmem olduğuydu sanırım. neyse delikanlılığa bok sürdürmemek için ölümü göze alıp, kapadım güzümü ve piç cemale "olum arkadan itin beni! biri tarafından itilirsem, en azından intahar etmiş sayılmam" dedim. cemal piçi "yok yaaa! sen intahar etmeycen. ben seni öldürmüş olcam öylemi! diye cıyakladı. bunun üstüne bende "kesin ulan itin dedim işte" diyerek lafını ağzına sokmamla, belime öyle bir tekme yedim ki felç olmak için montsuz motora binmeme gerek kalmayacaktı artık. yere öyle bir düştüm ki kaburgalarım akordeon gibi birbirine girmişti. ve iki büklüm kum yığınının üstünde kala kaldım. nefes alamıyor, sadece ıhlayabiliyordum. tekmeyi atan piç cemal olacak ki, hemen başıma gelip ölmemem için bana embesilce ilk yardım yapmaya çalışmıştı. ama ne yardım! geri zakalı üstüme çullanıp bana uyan uyan diye tokat atmaya başlamıştı ki, kendine çiko denmesinden hoşlanmayan hakan, onu tek eliyle üstümden kaldırıp, sırtımı göğsüne dayadıktan sonra ellerini karın boşluma dayayıp beni iki kere yukarı aşağı salladı. meğer güreşçiymiş sevgili hakan. az buçuk nefes almaya başladığımda cemal öldün oğlum sen diye cılız bir tehdit savurmuştum. sonra bayılmışım..
uyandığımda yanımda aile fertleri vardı, bilmem kaçıncı kaburgam kırılmış falan filan diye anlatırken annem ben cemali sordum. annem sorumu geçiştirerek bana ne olduğunu sordu. cevabım basitti. hep cesaretim yüzünden!
neyse daha fazla çocukluğuma inmek istemiyorum. sizin çocuğunuzda çocukluğuna indiğinde böyle abukluklarla milletin başını şişirmesin istiyorsanız. cesaretin ne menem bir şey olduğunu iyice çocuğunuzun kafasına sokun. yoksa o kafasını kıracak! benden söylemesi..
istatistiğe prim vermek istemiyorum artık. istatistik açısından yaptığım her şeyin yapmadıklarımdan farksız olduğunu bilmek midemi bulandırıyor ve her seferinde bir şeylere cesaret edişimde, başıma daha önce olamadık bir bela hasıl oluyor. yetmezmiş gibi kırılan ceseretim her seferinde daha gür ve ölümcül bitiyor.. tutmamış olduğum o eli tumayışımın sebebi, kendimden çok elin sahibini düşünüyor oluşumdur aslında. bu boktan halde bile kendimi değil karşımdakini düşünmek, bana bok içinde de olsa insan olmanın huzurunu yaşatıyor..
bir cesaretle tutmuş olsaydım o eli, kim bilir belki de üstümüze yıldırım düşerdi..
çarpılan kapının ardından
çarpmıyorsa kalbin daha hızlı
duyduğun felaketin sesi
hatırlatmıyorsa içinde kopan kıyameti
karartmıyorsa gözlerini dönerken başın
film şeridi hızla yol almıyorsa siyah ve beyaz
doğmuyorsa kışın ortasında yalın ayak koşma isteği nedensiz
basan afakanların harareti limon kokmuyorsa
ve özlemiyorsan sezen dinlerken nah yapan o çocuğu
neyi kaybettiğini hatırlamanın vaktidir
dışarının içerden daha dar olduğunu
içeride bırakarak daralttığın ömrünü
aynaya bakarak anlamazdan gelirken
tütsülenmiş duygularını dünkü gibi
güle oynaya aldırmaya gidiyorsan
son kalan sigarayı ters yakıp
sandalyeye ters oturmanın vaktidir
gece sessizliğine boğulanda nefes almak ne zor!
el ayak çekilende yıkılan duvarların altında
akar zaman üstüne yıldızlar dökülür pul pul
su yol alırken dökülen yıldızlardan taç yapan
temiz kalır ve yalız..
iyilikten maraz doğruracakları mazur görsedim eğer
öldürecek kimse kalmazdı
iki metre toprağa boğulanda
hiçbirinin başında fatiha okunmayacaktı
üzüldüğüm yoktu buna
ama öldürecek kimse kalmasaydı
sevecek kimsede olmazdı
üç nokta arasına sığdırdığım hayat
ölümle mi son bulacaktı...
başlıksız, kala kalsaydım bir gün, tarihsiz ve tarifsiz, şöyle saçmalardım bilesiniz. amaçsız, avare serseri, kendinde değil, ama sarhoş hiç değil, sevgisiz sevgilisiz, arayan bir gece geçerdi aklımdan şüphesiz;
........
kara kış değildi kıştı, beyaz
kelebeklerin taarruzu.
ne bir şemsiye ne bir başlık.
başlıksız korkarım gecelerde.
kelimelerim ürkek süvari,
pusulasız.
ne yazsam ne yazsam diye yalvarsam,
göklere gibi yukarılarda gözüm,
yoksun.
bir adım atar gibi yazıyorum adını,
taşa takılıyor iki gözüm çeşme yoksun.
mektup yazıyorum arıyorum,
pulsuz başlıksız.
şiir yazıyorum noktalı virgül bir hece,
ve her gece,
saat tam on biri çok geçe,
bekçi diyor nafile
kapalı olur buralarda her gece meyhane.
kelebeklerin taarruzu,
nefessiz kara yeller,
başlıksız hep,
ricat süvariler, kelimeler.
köpek havlıyor,
pencere aralıklarından sızan iniltiler,
yüzüme çarpıyor soğuk.
şen
şakrak
ah başlıksız aşklar
başlıksız
nihayetsiz
kara bir çamur bile olsam
sensiz
sen, sen
benim müstesna başlığım
yeganem.
dönüp baktığımda
her gece sahteydi gündüzün olduğu gibi
suya kanan ben suyla kandırılmıştım
şarabın lezzetini de biliyordum bal gibi
döndürüp seni haykırmak varken
kısıp senini radyonun
gözlemişim izlerini gizli
hem neden düşmeliydim aklına
göz ucuyla indirdiğim perdenin
avuç içine sığdığı günde..
bazen bırakıp her şeyi, dağınık
dinlemek istersin kulağına hoş çalan bir şarkı
ne anlatır bu şarkılar? nasıl yankılanır bütün izleri?
toprağa kapanıp haykırmak, geleni gelmekte olanı
dili bağlanmış tüm kelimelere ses olmak
kuş ve dalga sesleri olmadan anlatılsa
geçenin geçmekte olanın, havanın karatısına şükür ile
bol şans dileyenler ve yalancı dilekler
bitip tükemez sağaltışlar
girse yerin dibine
yeşil olmasa hep kahverengi olsa mevsimler
unutturur belki soğuk bir yaz gecesi
afyon çekerek hu diyenleri
bulup çıkarsak göklere
yüzü olsada konuşsa
büyüklüğü su gibi satanlar
tuzlu ve ıslak ve karanlık bir gecede..
yeşile dönerken gece saracak, merhameti sonun başladığı yeri
boşluk doldukça hafifletecek iri cüsseli -kim dediğinde ben diyebilen her- kimi
etraflıca düşünüp şimdi dediğinde oturmayanlar sarınacak kutlu payeyi
ilmeğin ta başında bocalayanlar sendeledikçe çözülecek
işlenmemiş her cevher yüz eskitecek
çıkılan yolun birliğini sağlamak için ifraz ettiğimiz her parçamız kurumuş, dökülmüş
salik geceye bulanmış, gece karartmış..
maddiyat uğruna satılmış eski dostlukları gördüğüm her vakit, dostlarımın sağlığına şükreder kendimi şanslı addederdim. dün gibi canlıydı ve en fazla birkaç hafta geçmişti üstünden son şükrümün. iki insanın arada bir rant bağıntısı olmaksızın bir araya gelmesi ancak filmlerde görülürdü. rantın mahiyeti dostlar açısından manen ağır bir külfetti. bu külfeti göze almaksızın dost tutmak namümkündü. ve bedelli bir bağlanıştı dostluk bağıyla bağlanmak. bu yükün manevi ağırlığı maddiyatı sindirmeliydi. sinmeyen maddi ranta rağmen dost tutulamazdı. en güçlü dostluk bağının temeli maddi çıkarsızlıklarla atılır, manen fedanın getirdiği yükümlülükle pekişirdi. çıkarsızlığın her iki ucu bu eylemin etkeni olmakla yükümlüydü. bir ucun etken, diğer ucun edilgen olması düşünülemezdi. ilk fedanın ardından körüklenen dostluk, her feda edişin ardından kuvvetlenen bir sarmala dönüşürdü. sarmal sımsıkı kenetlendiği andan itibaren çözülüş süreci akla düşen ilk gölge ile başlardı. bunun adı şüpheydi. şüphe kemirmeyle başlar ve semirene kadar durmaz bu bağı. zamanında parmakla gösterilen, artık bir olmuş sarmalın ayrılışında iki düşman peyda olurdu.
eski dostlar artık çarpışmaya hazır kıtalar halini almıştır. cephaneliklerinde kurşundan ağır feda edişleri vardır. zamanında bile isteye, güle oynaya, seve seve yapılmış her iyilik çomak olur girer arı kovanının derinliklerine. ta ki içini dışına çıkarıncaya dek. geçmişin, gitmemiş anılar bütünü olduğunu hisseder taraflar. geçmişin, bitmemiş hesaplar manzumesi olduğunun ispatı peşinde koşarlar durmaksızın. artık tek ortak mutabakata imza atacak olan eskinin dostları, şimdinin azılı düşmanları. uğruna feda edilmiş her şeyi yitik zamanların öfkesine bulayarak kısar gözlerini ve kendinliğinden feragat ettiği her anın acısıyla başlar savaş.
iki insanın eskiden bir dostluğu vardıysa, bugüne kalan iki insanın iki doğrusu ve iki yanlışı vardır. artık doğrular sadece kendini doğrulmak içindir. yanlışlarsa düşmanı püskürtmek için. hep aynı nakarat döner durur, yazıklar olsun- devamında gözüne sokmak için kullanılır tüm fedakarlıklar.
belki it dalaşına, belki sidik yarıştırmaya döner işin sonu. işte mutlu bitmeyen filmin sonudur burası. iki doğru - iki yanlış. ama doğru, ama yanlış..