kişinin dinlerken, ulan böyle aşklar kaldımı peeeh, demesiyle, bende yaşarmıyım lan bir gün tazrında tepki verdiği durumdur. kimi hikaye alkol eşliğinde, kimi direk çarpar.
-gölgesini şeytana satan bir adam. çağdaş bireyin çıkışsız ve buhran yüklü yazgısının ilk izlerini taşıyan güzel bir anlatı. bir de bendel karakteri var. tam senlik. dedi. sarışın adam.
-adelbert von chamısso, bizim ülkede tanınmış bir yazar değil sanırım. dedi. siyah saçlı adam.
-ben çıkıyorum. kendinize iyi bakın. dedi. kerem.
-sende iyi bak dediler, arkasından.
kadife kaplı rahat koltuklara biraz daha yerleştiler, sarı adam hemen yanında duran şarabı açmaya koyuldu. siyah adam, kitabın arka kapağını gözüne iyice yaklaştırmış okuyordu. igor stravinski nin requiem canticles ini kapatıp yerine, erik staie, seçildi. oda, sokağın cömert ışıkları ve köşe lambasının ışığı ile aydınlatılmıştı. sarı adam iki sigara yakıp birini siyah adama uzattı. pencereden gelen rüzgar kapıyı kapattı.
siyah adam, bu kerem in, bir hikayesi, kız falan sanırım. hiç tam bilemedim o yaşananları, anlatsana. dedi.
gymnopédie no.1 çalmaya başladı.
nerden geldi aklına şimdi?
anlat. dedi. siyah saçlı adam.
onlar şarabını içip konuşurken ben size kerem in ağzından yaşananları anlatayım. ben kim miyim? ben, yan oda da, saksılarına şiir ekmiş boy vermelerini bekleyen adamım.
kerem in anlattığına, bizimde gözlerinde görüp, daha önce hiç bir şeye bu kadar inanmadığımız aşk hikayesi şöyle başlar.
sokaklarda kimse yoktu. ağaç dalları hiç görmediğim kadar canlı, gözlerim yeşilin her türlüsünü görüyor, kulaklarımın tam arkasından harika bir serinlik geçip gidiyordu. kaldırımda yürürken birden, önce bacaklarım sonra tüm bedenim hafiflemeye başladı.
göğsümün, karnımın içindeki her şey boşaldı, tüm hava vücuduma hızla doluyor sonra akıp gidiyordu. uzun ince bir kağıt gibiydim. tek hissim ağzımın içindeki tattı. serin, tarifini edemediğim bir meyve tadı vardı. birden kapının önünde durdum. kitap, müzik, film ürünleri satan dükkana başımı kaldırıp yukarıdan aşağı bir süzdüm, bu sırada sokağın sessizliği dikkatimi yeniden çekti. kapıyı ittiğimde, önce kapının üstündeki zili duydum, içeri girdiğimde çalan müzik kesildi. konuşan insanlar, gülen insanlar, sadece dinleyenler, tek başına olanlar. herkesin yüzüne detaylı bir biçimde bakarak ilerliyordum. kimse beni görmüyor gibiydi. sonra birden neden burada olduğumu hatırlayıp, lermantov un -çağımızın bir kahramanı- adlı romanını aramaya başladım. bölümleri hızla gözümün önünden geçiyordu, kişisel, tarih, mizah, tiyatro, yabancı klasi
-öylece kalmış mı? dedi. siyah saçlı adam.
-öylece kalmış, aramızda kalsın boynunu ovup durur, o günden kalma olduğunu söylemişti. dedi. sarı saçlı adam.
boynumun sol yanı, ağrımaya başladı. dizlerimden tuhaf ılık bir su boşalıyor, sırtımın içinde karıncılar bir yukarı bir aşağı yürüyor, ağzımın içindeki o tatlı meyve yerine ekşi bir ıslaklık dolaşıyordu. annem, babamın yaptıklarına dayanamayıp, evden ayrılırken ben gidiyorum oğlum demişti. onun arkasından baktığım gibi, yok yok, büyük bir hayvanın kesilişini ilk kez gördüğüm gün gibi, hayır, bir atın doğumunu izlediğim gibi bakıyordum. nasıl baktığımı bilmiyordum. ama yüzümün çok aptal göründüğünü biliyordum. kendimi düzeltiyordum ama sonra yeniden, kendimi düzeltiyordum sonra yeniden, bu böyle sürüp gidiyordu. ve nasıl olduğunu asla anlayamadığım gözlerimin dolması. hayatta ağladığımı gören olmamış, hatta annem giderken bile ağlamamıştım.
yanına gitmek istiyordum, hatta koşmak, nerdeydin demek istiyordum. şimdiye kadar tarif edilen tüm aşk olaylarına, yüz çevirdiğim için utanıyorum. alnıma dokun yanıyorum demek istiyordum. ama orada öylece çakılıp kaldım. gözlerinden, dudaklarına inene kadar gözlerim, zaman duruyor, mekanın içinde, ince bir kum gibi elbiselerimin içinden yere boşalıyordum.
-gidip konuşmamış mı? dedi. siyah saçlı adam.
-hayır. orada öylece kalmış, kız çıkıp gitmiş. bu hala orada. sonra yanına gelip su falan vermişler. şarap?
-lütfen. eee, sonra?
iki hafta sonra, tüm arkadaşlar sende gel demelerine rağmen, onlarla gitmeyip, kahve içtiğimiz yerde kaldım. soğumuş kahveye bakarken, kahvenin içinde bir baş göründü. sonra omzuma bir el dokundu. omzum çıkıp yere düştü.
-omzu da mı sakat yoksa? dedi. siyah saçlı adam.
-yok hayır. omzunda bir şey yok. dedi sarı saçlı adam.
kitapçı da gördüğüm yüz hemen sağ yanımdaydı. sandalye boş mu diye sordu. ne olur, biraz oturur musunuz? dedim. hiç ikiletmedi. hemen oturdu. iyi olup olmadığı mı sordu. derdimi anlatıp, tanıştık ama sadece tanışma, özel hislerimden zerre bahsedemedim. sonra sustum.
-söylediğine göre yarım saat konuşmadan durmuş hocam.
-kızda mı konuşmamış? dedi. siyah saçlı adam.
-yok, tam bulmuşlar yani birbirlerini.
onca suskunluktan sonra, ne tür müzik seversin dedim. sadece bu geldi aklıma. tam bir salaktım. rock müzik dedi. şaşırdım. hiç öyle görünmüyorsun dedim. nasıl görünmeliydim dedi. yani diye ne diyeceğimi bilmeden kıvranıyordum. aslında çok rahat konuşan biri olduğumu, ama onun yanında tutulduğumu anlamış gibi sürekli yardımcı olmaya çalışıyordu sanki beni hiç zorlamadan hemen cevap veriyordu. şu görünümdekiler girebilir şunlar giremez diye bir durum yok. dedi ve güldü. bende caz severim dedim. hem zaten müzik, hepsi aynı gibisinden bir kaç cümle çıktı ağzımdan. onaylamayan bir suskunluk gösterdi. ne fark var peki anlatsana dedim. sırf susmasın konuşsun diye, ve buyurdu.
caz konserinde alkış vardır. alkışlamanın anlamı şudur: seni dikkatle dinledim ve şimdi sana saygı gösteriyorum. rock adı verilen müzik durumu değiştirdi. önemli olgu: rock konserlerinde bu türden bir alkış yotur. alkışlamak ve böylece çalan ile dinleyen arasındaki tehlikeli uzaklığı görünür kılmak neredeyse bir günahtır, rock müziğinin dinleyicisi konsere yargılamak ve beğenmek için değil , müziğe teslim olmak için , müzisyenlerle birlikte bağırmak ve onlara karışmak için gelir; burada zevk değil özdeşleşme aranır; mutluluk değil içini dökme aranır. dedi.
bir taraftan çocuk gibi mutluydum, tüm masaların arasından koşup herkese dokunmak istiyordum. diğer taraftan hayatımda ilk defa dinlediğim bir konuşmayı tüm kelimelerine varana dek anlamıştım. başka bir durum ise, harika konuşuyordu.
ellerine bakıp durdum, elleri yeter dedim, bir kadının elleri nasıl dokunacağının, nerden geldiğinin, neler yapabileceğinin görülebildiği en güzel yeridir. onun ellerine her baktığımda, kutusundan yeni çıkarılmış, camdan değerli bir eşya geliyordu aklıma, büyük bir hassasiyet içinde izliyor, dokunuyor, koruyordum.
tam iki ay, konuştuk, seviştik, arındık, dinledik. gözlerimizdeki perdeyi kaldırdık birlikte, tüm renkler değişti. tüm insanlar değişti. bir insana bakarken geleceğini görebilmek gibi sarsıcı duyguları yaşadık, dokunuşlarımızda tüm insanlığı bağışlıyor, tüm insanlık için yanıyorduk. onu uyurken izliyordum, tanrı nın gücü karşısında sarsılıyor, mutfağında ağlıyor, onun sevdiği müzikleri dinleyip, teslim oluyordum tıpkı onun dediği gibi.
bir gün bana, bak avuçlarıma bak dedi. sana bakarken vücudumdaki tüm kan buraya toplanıyor. şimdi dokun ellerinle, bak kan bütün vücuduma dağılıyor. gözlerimi kapayıp, boynuma dokunduğunu hayal ediyorum, hasta bir çocuğun bedeni annesine teslim ettiği anı düşün, başını göğsüne bırakır ya hani, sonra anne sıyırır çocuğunun elbiselerini, işte öyle gevşiyor, eriyor, yeniden doğuyorum. dedi. sevdiğim kadın. sonra gözümden öpüp, hep yanında olacağım, dedi. sarıldık. öylece kaldık.
sonra, bizlerle tanıştırmak için, bize davet etti. ilk defa, görecektik onu.
-nasıl birisi dedi. siyah saçlı adam.
-kız gelmedi hocam.
müzik değişti. albinoni den adagio in g minor çalmaya başladı.
-anlamadım?
-kız hiç yokmuş aslında. dedi. sarı saçlı adam. o gün akşama kadar bekledik, telefon açtık yok. akşam oldu, önemli bir şey var sanırım diyerek çıktı gitti. kızı hiç görmedik. ne bir fotoğraf nede başka bir şey. tıpkı gölge oyunu filmindeki gibi, bu bir kadından bahsediyor ama, ne gören var ne bilen var. kızın dediği ev boş. böyle bir aşk yaşamak, zaten mümkün değil dedik, uzun süre, halası ilgilendi keremle. tedaviler falan. sonra o da bahsetmeyi bıraktı. düzeldi. öyle biri olmadığını kabul etti. ama, tıpkı bahsettiğim romandaki, gölgesini satan adam gibi, hemen fark ediliyor, gören herkes en acı anısını hatırlayıp kahrediyordu. sonra, biraz daha düzeldi, biraz tebessüm eder hepsi o kadar. şarap.
-sağol. çok acı be kardeşim.
-öyle, hadi sağlığına.
kerem in aşkı ile sabahın ilk ışıklarına kadar içip sarhoş oldular. sızıp kaldılar sonra. ben, evet saksılarında şiir açmasını bekleyen adam. bu arada kerem in hikayesinin gerçek sonunu anlatayım sizlere.
kerem, kendini biraz toparladıktan sonra, eve dönüp, odasına çekildi. bir kaç gün sesini bile duymadık. sonra odasında ne varsa boşaltı sadece yere bir hasır, yanına su ve kitaplarını alıyordu. bir gün salonda otururken, elleri ve tüm vücudu mürekkep içinde çırılçıplak karşıma dikildi. sen bana inanıyor musun? dedi. böyle çaresiz olduğum bir anı hatırlamıyorum. evet diyip, banyoya götürdüm.
bir yandan okula bir yandan işe giderek, kendini bitirircesine, çalışıyordu.
evde tek başıma olduğum bir gün, kapı çaldı. kapıyı açtığımda, tanrı nın ruhundan fazla üflediğinde neler olduğunu gördüm. kerem in sevdiği kız, karşımda duruyordu. elinde bir mektup, kendini tanıtıp, kerem e verebilir misin dedi. ağzımdan hiç bir kelime çıkmadan teşekkür edip, gitti.
mektubu mutfaktaki masaya bırakıp, ellerimi bacaklarımın arasına kıstırıp, düşünüyordum. iki şey vardı aklımda, birincisi arkadaşının sevdiğine aşık olan insanları anlamıştım. diğeri ise başkasının mektubuna bakılmaz saçmalığı, nasıl dayandığımı bilmiyorum.
kerem, eve döndüğünde, olanları anlatıp mektubu uzattım, bir insanın ölmek ile yaşamak arasında gidip gelişine tanık oldum. odasına girdi. mutfakta bir sandalyeye oturup, hiç durmadan sigara içtim. odasının kapısı açıldı. yanıma geldi.
gülümsedi, bu öyle bir gülümsemeydi ki, her şeyi anlatan ve yaptığın tüm yanlışları yüzüne vuran, insanın nutkunun durduğu bir gülümseme.
tanrıyı affettim. dedi. ve çıkıp gitti.
gülümseme yüzüne yadigar kaldı.
o mektupta ne yazdığını hiç bir zaman öğrenemedim. ama, kerem in gülümsemesi, sevdiği kızın yüzü aklıma geldikçe geceleri, sarhoş olurum.
şimdi, gölgesinde huzur bulduğun bir ağaç gibidir kerem. yazar, yazar, yazar.
zaten şiir yetiştirmeyi de o öğretti bana.
yüzündeki gülümsemede tüm acılarını gördüğüm, dostuma ithaf olun