Bir "Charles Bukowski" öyküsüdür.
"....Votka bardagini bir dikiste içip bir sigara yaktim. Sonra son kez battaniyeyi elime alip kestim! Kestim, kestim ve kestim, nerden kesildigi belli olmayacak kadar küçük parçalara kestim onu... parçalari bulasik kabina koyduktan sonra, kabi pencerenin yanina yerlestirdim ve dumani üflemesi için vantilatörü çalistirdim. Kap alev alirken ben mutfaga gidip bir votka daha koydum. Geri döndügümde kirmizi ve iyi yaniyordu, eski Boston cadilari gibi, herhengi bir Hirosima gibi, herhangi bir ask gibi, bütün asklar içinden bir ask gibi, ve kendimi hiç iyi hissetmedim, hiç. Ikinci bardagi içtim ve neredeyse hiçbir sey hissetmedim. Bir tane daha koymak için mutfaga gittim, biçagi yanimda götürmüstüm. Biçagi lavaboya firlatip sisenin kapagini açtim. Lavabodaki biçaga baktim tekrar. Yan tarafinda belirgin bir kan izi vardi. Ellerime baktim. Elimde kesik olup olmadigini kontrol ettim. Isa'nin elleri gibi harikulade ellerdi. Ellerime baktim. Kesik yoktu. Çizik yoktu. Çentik bile yoktu. Gözyaslarimin yanaklarimdan süzüldügünü hissettim, bacaklari olmayan, agir ve anlamsiz seyler gibi sürünerek. Deliydim ben. Gerçekten delirmis olmaliyim....."
vucudun her tarafını sarmalayan ve açık nokta bırakmayanı makbul olan "örtü". soğuk kış gecelerinde hasta olmamak için birebir olduğu gibi, verdiği "korunmuşluk" hissi insanı bir başka mutlu eder.
geceler boyu sizi sarıp sarmalayacak mis gibi bir battaniye mi arıyorsunuz?
çektim üstüme ve paylaştım; bana bıraktım bu sefer sıcaklığını aşkın. sana aitliğimden korkup ayazda kalan köpekler gibi üşüdüğüm geceleri geride bıraktım işte. ayaklarım üşüyordu önce, belki hiç yürümediklerinden yolunda. şimdiyse yorgunluklarına rağmen sıcacıklar ve sevda kokuyorlar uzun saçlı adamların şarkılarından çıkıp.
kendime çekmemişim bu sefer bacaklarımı garip, oysa bir cenin gibi durmaya alışıktım ve hiç büyümeyecekti öyle dursaydı içim olan bebek. korkuyordum, sanki bir cinayetin potansiyel mağduru bendim, işleyeniyse sen. ben bir ölümün sen adı altında beni bulmasından korkuyordum ve battaniyenin altında ölümsüzlükten buna rağmen korkuyordum, yalnızlığın cinayetini senin dokunulmazlığına yeğliyordum, ben seni şimdikinden az veya çok değil ; ama korkarak seviyordum...
ellerim sıcacık, üst üste gelmiş ve birleşmiş ellerimiz. uyurken belli belirsiz hareket ettiğinde parmakların sanki sinir uçlarıma denk geliyor sihir. bir ameliyat geçirmiştim; ondan beri ilk kez kalbimin içinde bir şeyi gerçekten hissediyorum; ama biliyorum, bu histen ölesiye korkuyorum. sanki çekip alacaksın o sıcaklığı benden ya da sözde güneşleri doğacak ve bitecek kısıtlı zamanlar, gözlerini, yüzünü ve geçmişin çaldığı bakışları da götürecek gece.
hayalden battaniyenin altında sıcacığım, bir türkü tutturmuşum gece düşü niyetine, beraber üşüdüğümle beraber ısınıyorum; aynı evrenin iki ayrı noktasını birleştirip...
kendini yalnız hissettiğinde altına girip yalnızlığını paylaşan,seni herzaman sıcak tutan,tv izlerken gec saatlere kadar rahat rahat urmanı sağlayan her ewde 2ser 3er bulunan cok kullanışlı bir eşya.ozellikle usakta uretilir.
çocukların sahiplenme duygusunu test etmeye yarar örtü.
koklayanı mı dersin, o olmadan uyumayanı mı dersin. var işte çeşitli türleri. battaniyesini aldın diye saatlerce ağlayanını biliyorum ben.
güzel şeydir lakin. yatmasan bile, sırtına alır oturursun soğuk günlerde, kış sevdiren şeydir. ben her halükarda severim o ayrı.
edit: "ufak çocuk" ne ola ki? biriniz de söylemiyorsunuz düzelt diye.
öyle ya da böyle kutsal buluşlardan birisidir. kış aylarının vazgeçilmezidir. şimdi akla tabii ki bir de, pike ile yorgan gelir efenim. ama yorgan anasının gözü gibi hantal, pike de kış ayları için yetersiz derecede ince olunca, battaniye kral; can, canan olur. sarılasıdır.
Elif mesajlarıma cevap vermiyordu ve günlerden salıydı. Camın kenarında büzüşmüş, battaniyeyi ayağımla yakalayıp üstüme çekmeye çalışıyor ve başaramıyordum. Midem acıyordu ve yalnızlık kokuyordu etraf. Bir kalkabilsem battaniyeyi alabilecek, üşümeme veda edecektim ama içimden gelmiyordu işte. Ayağımla aynı beyhude uğraşı sürdürerek kendi kendime bir oyun türettim. içimden 6 ya kadar sayıyor ve tüm gücümle battaniyeye ulaşmaya çalışıyordum. Daha sonra 7 ye kadar sayıp tekrarlıyordum. 8 e kadar sonra ve bu şekilde devam ediyordu. Neden 6 dan başladığıma dair hiçbir fikrim yoktu ve battaniyeye sadece baş parmağımla dokunabiliyordum. Fazla zorlamaktan ve günlerdir sıvı tüketmemiş olmamın damarlarımı hassaslaştırmasından bacağıma kramp girmek üzereydi. Lanet şey dedim içimden. Seni orospu çocuğu! Küfürü sanıyorum kendime etmiştim. Emin değilim. Neyse.
Günlerdir bir şey içmemiştim ve içimde kötülüğü taçlandıran, tapınak şövalyelerine bekaretini sunan bir bakire güzelliğinde, faydasız, mesnetsiz bir korku oturuyordu. Nedenini bulamadığım saf bir pişmanlık ve sürekli eşiğinde dolaşılan, ancak bir türlü içine düşülemeyen bir kaos hissi. Cinselliğim bitmişti sanırım. Ne bok yediğime dair zerre fikrim yoktu ve sadece salınıyordum. Referans noktana dair hiçbir fikrin olmadan salınmak belki başlarda romantik bir tür edim ve varoluşsal bir bilmeceye atılan ussal bir düğüm gibi görünebilir ama benim hissettiğim saf bir acıydı ve liseli kızlar gibi bilinmezliğin korkusu ile kendi kendime titriyor, anlamsız metalarla uğraşıyor, boş düşünceler üzerine dolu saatler geçiriyor, denemiyor, yoruluyor, yapay çiftleştirme ürünü, darlık çeken bir köpek gibi solunum bozukluğu yaşıyor ve dudaklarımı yalıyordum. Sahi, ne bok yiyordum ben?
Karşımda eski usul bir tren istasyonu olduğunu hayal ettim. Evim sanki bir tren garının önündeymiş, trenin gara her girişinde camlarım titrermiş, sesten dolayı kulaklarımdaki uğultular sancı dolu acılara dönüşürmüş ve ben bu bitip tükenmek bilmeyen seferlere, durmayan yolculukların getirdiği acı çelik hissine defalarca küfreder, içinde bulunduğum talihsizlikten yakınırmış gibi. Deli gibi. Evet.
Sonra trenden bir kadın iniyor. Eteği uçuk pembe ve şiddetli bir rüzgarda baldırlarını tümüyle ortaya koyabilecek denli davetkar. Aşağılık orospu diyorum ona. Sokak orospusu! Bir rüzgarla tüm hazinesini erkeklerin gözlerinden kasıklarına akıtmaya dünden razı bir kevaşesin sen! Aylardan Ocak değil mi? Bu mevsim burada sık sık fırtına olur hem. Üstelik giydiğin incecik çorap seni üşütür. Ama sen, ama rezil sen, pislik yaratık, üşümek pahasına erkeklerin uçkuruna ateşler salmayı göze alan sen! 400 yıllık soneleri kirlettin bencil aymazlığınla ve tüm soyumuzu şehvetin kucağına atmaktan arsız bir haz duyuyorsun. isterik davranışın, hanımefendi görünüşün altında gizlenirken, kim bilir sen kaç erkeğin gece otuzbirlerine meze olacağını hayal edip müstehzi bakışlar atıyorsun etrafa? Kaç kişi gördü acaba? Hangisinin önü kabardı? Kim en önce eve gidip patlatacak? Spermleri ılık mıdır? Ya da belki gar tuvaletinde bir kondüktör? Ahahaha! Seni rezil maymun! Seni pislik oyunbaz! Seni sokak orospusu! Kocasının trenden inip 2 küçük çocuktan birini annesinin kucağına vermesiyle iç çektim.
Anlamak çözmeye yetmez oldukça eski bir klişe olmanın yanı sıra anlamlı da bir zımbırtıdır. Her tarafımız aforizmaya boğulmuşken gerçek de oldukça rüküş kalıyor doğrusu. insan istiyor ki rönesanstaki gibi ihtişamlı sofralarda aptal günlük sorunları ussal kavramlarla karşılaştırıp diyalekt durumlar yaratsın ama bu da bildiğimiz sıcacık bokun boyanıp şeker diye sunulmasından başka bir şey değil. Sorun şu ki çabuk sıkılıyorum. Düşüncelerimden, kendimden, aynadan, yazdıklarımdan, orospu anneden
Sonra bir de zevk kavramı var. Hani bazen kinik bir yakarışla tüm hayatımızı addetmemiz gerektiğini söylediğimiz ama arsız yaşamlarımıza devam ettiğimiz bu lolipop sürecin mimarı. Bunu elbette kendime göre yönetmem gerekirdi. Ben de elit zevklerim olduğunu düşündüm ve düşünceme inandım. Doğru muydu acaba? Kaliteli kadın, sohbet, alkol ve mekanlarla zamanı ikiye yarmanın ikiyüzlü doğa resimlerine bakmaktan farkı var mıydı? Battaniyeye uzanamıyordum. Boşversene
Yok, yok, hayır. Bak şöyle olabilir; tam karşımda mükemmel bir kadın fotoğrafı var. Hüzünlü bir yüz. Hafif bir damla gözlerinden süzülmek üzere ve fotoğrafçı, sanatçı, bu anı öylesine yakalamış ki kadının duygu durumunun değişmeye başladığı anda yüzünde beliren karmaşanın göstergesi olan çizgilerin devinimleri sanki fotoğrafın hareketli bir canlı olduğu hissini uyandırıyor. Kontrastı yüksek bu siyah beyaz fotoğrafta sanki kadının çizgileri onu ağlatan olaya veya kişiye karşı savaş açmışçasına hafifçe kayıyor ve biz o kadının içsel karmaşasındaki salt ağlama güdüsü ile güçlü görünme, vakur duruş ile ayaklara kapanma arasında gidip gelmesini arıyoruz. Güçlü bir arya gibi gözlerimizden girip vücudumuza yayılan bu duygu sanatın gerçeği arayışında ulaştığı güçlü bir durak ve belki bizi işte tam da bu sebeple etkiliyor. Peki, o kadın şu anda ne yapıyor? Hep bu fotoğraftaki gibi ağlıyor mu yoksa hayatı düzene girmiş, yeni bir erkekle tanışmış, arada arkadaşlarıyla kahve içip dedikodu yaparken, önünden geçen yakışıklı erkeklerin siklerinin boyunu tahmin etmeye çalışıyor ve aşığı ile sevişirken geliyorum! diye haykırıyor mu? Hangisi gerçek?
Battaniyeyle mücadelemde bir sonuca ulaşabilmiş değilim. Vücudum katı ve soğuğa karşı hissizleşmeye başlamış durumda. Dolapta yarım portakal var. 3 günlük. Belki de 7. Bilmiyorum. Sikimde de değil.
Piyano olabilirdi salonumda. Konsol bir parça. Ve ben zamanında yorumladığı impromptular ile cemiyetin gözdesi iken sebepsiz yere içine kapanmış, düşüncelere boğulup kapısını çalanlara defol diye haykıran, anlamsız yahut derin anlamlı bir münzevi olabilirdim.
Ya da liman işletmesinde taşıyıcılık yapan, şeflerinin gücü kuvveti nedeniyle övdüğü, bir seferde 3 kişinin boşaltabileceği kadar yük taşıyan bir işçi olabilirdim. Ve daha sonra, yine kimsenin anlamadığı bir şekilde odasına kapanan ve kapısını çalan olursa defol buradan diye haykıran ve anlamsız yahut derin anlamlı bir münzevi olabilirdim.
Herkes ve her şey sikilmiş durumda. Anlama sahip değilim. Ya da kadınlara. Bir orospunun benim önümde en yakın arkadaşımı ağzına alması için tüm dünyayı satabilirdim. Ya da bir annenin isyanda kesilmiş boynundan sızan kanı yalayan kucağındaki bebeğin görüntüsünün hafsalamdan çıkmayan nahoş görüntüsü için gerisinden vazgeçebilirdim. En azından bir anlamı olurdu. Bunun için yaptım derdim! Kendime. Evet, işte bunun içindi yaptığım. Görüyor musunuz? Bir nedenim var benim! Sonsuz kez gökyüzüne varmaya çalışan bir balonu elleri arasına hapseden bir çocuğun özgüveniyle sarılırdım hikayeme. Benim bir nedenim var. Tanrım ne mutluluk! Tanrım! Siktir tanrım!
Elimi sikime götürdüm. Hareket yok. Yaşlı piç! Ne istiyorsun artık benden der gibi eğiyor, süzüyor başını. Yağmurda çıplak ayak gezen bir genç kızı tokatlamak büyük erdemdir sanırım. Ya da bir boğanın taşaklarını avucunla ölçüp yanında duran insanlara ağırlığını beyan etmek. Bilemiyorum aslında. Hah, telefon çalıyor. Arayan? Tabi ki, tabi ki