Çok değil bir buçuk ay önce, Hastaneye babamı ziyarete gittiğimde, hastanenin girişinde babanın ölüm haberini aldım ve o anda yıkıldım ayaklarım tutmadı, yerden kesildi ve yere yığıldım. Aldığım en acı haber, allah daha acısını vermesin, fakat içimden ömrümce çıkmayacağı kesin bir acı.
Allah kimseyi sevdikleri ile sınamasın Amin.
dünya namına işitilebilecek en acı haberlerden biridir. hayatın kaldığı yerden devam etmesi pek kolay olmaz.
unutulmaz. ancak hatırlanmayı geciktirici olarak teselli ve zaman sıkça kullanılır.
Her zaman ölürse ne hissedeceğimi merak ederdim.
Hasta yatağında beni çağırmış. Gitmek istemedim.
Ne yani yapılan her şey affedilecek mi, ölüyorsun diye !
Yine ne oldu bilinmez, o gece arabama atlamışım. Yola çıkmışım.
Sanki ben değilim,
Bir başkası..
Gittim. Sabah öğrendim cenazesine yetişmişim.
Böylesi daha iyiydi.
ikimiz de rol yapmadık hiç değilse.
Değil mi ?
Sadece tek şey üzülüyorum. Fatımah sana verdiği sözü tutamadığı için çok ağladı.
Onun ağlamasına dayanamadım.
maalesef zamanında aldığımız haberdir, adama beyin amcıklaması geçirtir, ezik bir çocuk olarak büyümenize sebeptir, özgüveni olmayan biri olarak ne sike yaradığınızı bilemezsiniz...
bazı puştların beklediğiymiş, ne diyem amuğuza goyam...
bundan 10 sene önce haberini alan biri olarak yazmam gerekirse, dünyanın başına yıkılması ve sanki gün ışığının birden bire zifiri bir karanlığa dönmüş hali gibi insanı hezeyana uğratan bir haberdir.
13 yaşındaysanız "baban öldü" cümlesini duyduğunuzda, ağlamazsınız. çıkarsınız odadan yatak odasına gidersiniz. o kahverengi dolap açılır, içinden "o"nun gri ceketi çıkar. koklarsınız, o koku yıllar geçsede silinmez hafızanızdan. sonra sesi gelir kulağınıza, "melo" deyişi, "kızım bi çay daha koysana bana" cümlesi, gelir oturur kulaklarınıza. daha bir gün önce kutladığınız doğum gününüzden kalan bulaşıklar ilişir gözünüze mutfakta. asla yalan söylemeyi beceremediği için "doğum gününü unuttum kızım ben senin be" diyen cümleleri gülümsetir bi an.
sonra gözleri gelir aklınıza, mavi, yeşil gözleri.. bi kere daha sitem edersiniz, "nolurdu gözlerim ona benzeseydi?" diye.
kardeşinizi görürsünüz odalardan birinde. daha ölümün ne demek olduğunu bilmeyen bi çocuksa onun yerine de siz üzülürsünüz. "abla babam bu gece de mi eve gelmeyecek?" diye sorarsa bir de takılır kelimeler boğazınıza konuşamazsınız.
benim babam sekiz senedir hiçbir gece eve gelmedi.
hissetmek kelimesinin anlamsız ve saçma kaldığı andır, yaşamında aslında canının hiç yanmadığı anladığın andır belki,
seni en çaresiz bırakan, artık hayatın yön değiştirdiğine inanacağın dönem... allahım kimselere göstermesin !
ne yapacağınızı bilemediğiniz andır bu haberi aldığınız an.
9 sene oldu, 9 sene önce beni uyandırdı babam. daha 14 yaşındayım. evden çıktım 1 saat sonra geldim eve babam yok. rahatsızlandı sandım arada rahatsızlanıyordu. annemler söyleyemedi. o gün evde kalmadım, ağlamalara dayanamadım, ama içimi ferah tutmaya çalıştım. gittim arkadaşımın evine. orada kaldım. ertesi gün, sanki hiçbir şey olmamış, babamı görecekmişim gibi gittim eve. teyzemin kızı çağırdı yanına. baban artık melek dedi.
o an öyle ağladım ki, ben öyle kolay ağlayan biri değilimdir. o günden beri de ağlamadım. ama o gün öyle bir ağladım ki, öyle bir vurgun oldu ki... kimse yaşamasın.
her şart altında bir şeyler söyleyebilecek insana dahi bir şey söyletmeyendir.
arnavutluk diyarına gideli henüz bir hafta olmuştur. bir cumartesi gecesi rüyanızda görmüşsünüzdür babanızı; iki büklümdür, sanki gerçek hayatta olduğu gibi gecenin bir yarısı eve geldiğinizde beli kilitlenip kaldığı anlardaki gibi acı ifadesine teslim olmuştur bütün bir yüzü. televizyonun karşısında yere eğilip kalmış, gözlerinden yaş gelmiştir rüyanızda da gerçekte olduğu gibi. boğuk bir sesle mırıldanır "gel, kaldır" diyerek.
ertesi gün şirketin size tahsis ettiği kontörlü telefon kartıyla ararsınız babanızı, ulaşamazsız. diğerlerini ararsınız, istediğiniz cevabı alamazsınız, diğer aile fertleri şehir dışındadır(tüm aksi yöndeki isteklerinize ve ısrarlarınıza karşın "biraz yalnız kalmalıyım" diyerek boşaltmıştır evi).
son konuşmanız atatürk hava limanı dış hatlarda gümrükten geçmeden önce ve onun deyimiyle "erkek erkeğe" olmuştur. "biliyorsun oğlum" demiştir, "kalabalığı çok sevmiyorum, anlıyorsun ya beni. kendi başıma kalayım biraz, kafamı dinlerim" herkese ve herşeye karşı(pek çok zaman ona karşı dahi) pabuç gibi olan diliniz bağlanmıştır. çünkü yalnızlığın ne denli kutsal bir şey olduğunu anlayacak yaşa gelmişsinizdir artık.
derken gümrükten geçip de sikik bir kapıya doğru yol alırsınız. son kez olduğunu bilmeden dönüp de el sallarsınız ona. o, şeritlerin ve gişelerin diğer tarafında kalmıştır. arar çok geçmeden ve "tekrar dönecek misin bu tarafa" der, uçağı kaçırma ihtimalinize karşın "geç kalabilirim" diyerek yolunuzda yürümeye devam edersiniz.
bu, babanızı son görüşünüzdür; nereden bileceksiniz ki?
bir sabah uyanırsınız reps'te. oradaki işte beraber olduğunuz dayınızın oğlu, sabah biraz geç uyanmıştır. bütün bir ekibi personel servisinde toplayıp da ararsınız "abi nerde kaldın" diyerek telaşla. "elemanları gönderip yemekhaneye gelsene kahvaltı yapalım" der, "ben yaptım" deseniz de "gel sen, çay içersin en olmadı" diyerek sizi yemekhaneye çağırır.
gözlerinin altı mosmordur. ne olduğunu bilirsiniz bunun, sek vodka içtiğinizde aynada gördüğünüz yüzünüzü andırır. "burada halledilmesi gereken bazı işler var bugün" der dayınızın oğlu ama gözlerinin altı, çok şey söylemektedir. aklınıza gene de gelmez babanızın öldüğü. "yengemle kavga etmişlerdir" diye geçirirsiniz aklınızdan ve nasılsa gün içerisinde derdini anlatıp da yardım isteyecektir diye düşünürsünüz.
bir şans daha diyerek evi ararsınız, telefona anneniz çıkar. yurt dışına çıkarken roaming hizmetini aktif hale getirmediğiniz hattınızı roaming e açmanın tek yolu, çıkış işleminden önce müşteri hizmetlerini aramak olduğu için babanızı ısrarla istersiniz telefona ne olduğunu bilmeden. anneniz "biraz rahatsız, uyandığında ben söylerim. üzülme sen oğlum..." dediği anda hissedersiniz sesinin titrediğini.
tekrar yareninizin yanına gidersiniz, gözlerinin altı hala koyu mordur. bakışlarını kaçırır sürekli, tanırsınız bu tutumu ve anlarsınız bir şeylerin saklandığını. "kardeşim" der, "senin diplomanın da gelmesi gerekiyormuş, onun için türkiye'ye göndereceğiz seni. hem baban da biraz rahatsızlanmış. gitmişken onu da görürsün..." o anda gözleriniz dolmaya başlamıştır. çok şey söylemek istersiniz "hayatta mı abi?" sorunuza "inşallah" cevabını aldığınız anda içinizde hasıl olan duygunun tarifi mümkün değil.
gene de bir ümittir sizi acele ettiren. hiç bir şeyinizi almadan otobüsle reps'ten, tiran'a katedersiniz yolu. otobüste gözleriniz dolu dolu olur ve işini bitirip de yıl sonra ailesinin yanına dönmenin mutluluğunu hisseden insanlar sorarlar "neyiniz olduğunu". oysa hiç bir şeyiniz yoktur. hayattaki en büyük destekçisidir bir erkek evladın baba. öyle yıkılmaz, öyle yenilmez bir şey olarak yıllarca varlığını sürdürüp, bir yerden sonra o yıkılmaz ve yenilmez benliği biraz daha gerçekçi bir hâl alarak güçlü bir varlık sürdürmeye devam etmiştir. anlatasınız gelmez hiç bir şeyi.
uçak iner, bir hırsla sıraya girersiniz elinizde büktüğünüz pasaportunuzla.
dış hatlar kapısından çıktığınız anda teyzenizin oğlu yanaşır yanınıza(adana'da yaşıyordur normalde). onu görünce ilk iştir babanızın durumunu sormak. ama "dün geldim, naci'de kaldım. seni de alıp şimdi geçeceğim size" der ve siz öylece yutkunursunuz. metroya binersiniz beraber, vatan caddesinin girişinde metrodan indiğinizde artık vakti gelmiştir. vereceğiniz herhangi bir tepki için şartlar alabildiğine müsait bir hâl almıştır.
o anda yüzünüze bakar karşınızdaki kişi:
- birine, bir şey diyecek olsan nasıl yapardın?
+ kime, ne diyeceğime bağlı abi.
- mesela bana bişey diyecek olsan, nasıl derdin?
+ abi, birine babasının öldüğünü söyleyeceksen bunun bir yolu olmaz. bir adama bunu söyleyemezsin abi.
- evet, babanı kaybettik.
der ve o anda olan gücüyle sarılır size.
evin kapısı açıldığı anda anne-ablanız, kardeş gibi gördüğünüz kuzenlerinizin arasında kalır ve buna karşın tutulabilecek bir destek olmanız gerektiğini bilirsiniz birileri için.
acınız suludur başlarda, anlamazsınız bile neye uğradığınızı. ancak güneşin altındaki biber salçası misali her doğup batan günün sonunda suyu biraz daha çekilir acınızın. evin içinde boş çay bardaklarına takılır gözleriniz, ocakta öylece boynunu bükmüş çaydanlığa, yarıda kalmış sigara paketine. etrafta çok şey söyleyen insanlara takılır, saklanacak bir yer ararsınız onca insan içinde.
inanamazsınız öldüğüne ellerinizle gasletmenize rağmen, mezara indirip de kefen bağlarını çözene kadar hep bir ümittir bunun kötü organize edilmiş bir şaka olması. ama öyle olmadığını anlamanız da çok sürmez...
tamım: pek bir üzücü olay. hmm hmm honey bee.
yorum: değil ama işte. babasına göre değişir. boşver, açıklasam da iplemez ve "yanlış önerme" dersin. pek iyi pek güzel babalara gelen bazı insanlar tüm babaları iyi sanıyor.
haber alındıktan sonrası için:
1) aile ortamındaysanız: (bkz: timsah göz yaşı)
2) yalnızsanız (ki tren çok uygun bir mekandır bu asil ve iğrenç mimik ıçin): (bkz: vampire grin).