insanı dipsiz bir kuyuya aran olaydır... yaşananlara anlam veremez inanamazsınız. kabullenemezsiniz.
2008 in şubat ayında ara tatilden döneli bir kaç gün olmuştu. ev arkadaşlarım henüz gelmemişti. evde tek başıma bi kaç gün kafamı dinlerim diye erkenden gitmiştim bilecik'e. geleli iki gün olmuştu.öğlen saatinde telefonum çalmaya başladı. telefonumu açtığımda hayatımın en acı haberini aldım. telefonun diğer ucunda annem vardı, ben annemi hiç o kadar ağlarken duymamıştım... "oğluumm!!" arkadan abimin sesi geliyordu "anne ver ben konuşayım" diyordu,o da ağlıyordu... "anne ne oldu?!" diyebildim ama annem duymadı... "oğluum!! baban.... baban...!" ("anne ne diyorsun ?!!") "baban öldü!!"
insanın ayaklarının altından yer çekilir ya hani... başından aşağıya kaynar su boşaltırlar ya kovalarca... miğdenize bir yumruk yersiniz ya hani... yada merdivenlerden inerken bir merdiven atlarsınız ayağınız boşa kaçar... hiç birine benzemiyordu ama hepsini ayna hissettim... ciğerim yanıyor deyiminin ne demek olduğunu bir an içinde öğrendim... annem konuşamadı daha fazla. abim annemden telefonu aldı "kardeşim (o nasıl bir kardeşim demekti öyle... o kadar içtendi ki) eve gel bir şekilde... dikkatli ol..." kapattı.
bilecik'teki evin içinde tek başıma istabuldan 300 km uzakta babamın ölüm haberini almıştım... ağlayamıyordum... ama ayağa da kalkamıyordum... acaba yanlış mı anlamıştım? babaannen mi dedi yoksa?! evet evet öyle olmalı! hemen ana-baba ayrı kardeşim enes'i aradım. durumu izah ettim. "sen kapa ben bi sizinkileri arayayım" dedi kapattı. yaklaşık beş dakika sonra aradığında, o da ağlıyordu... telefonu kapattım... oturup bir sigara yaktım... nasıl olabilirdi ki? nasıl? peki o üç yüz kilometre nasıl bitecekti şimdi?
yanıma telefon ve paradan başka hiç bir şey almadan evden çıktım. akşam üzeriydi merkeze araba saat başı kalkıyordu. otobüslerde yarı yıl sebebiyle yer bulamazdım ve tek çare trenle geri dönmekti. merkeze giden arabalara binim vezirhan'da indim. biletimi aldım. bir iki telefon görüşmesi yaptım evdekilerle. hala ağlayamıyordum. hala kabul edemiyordum. bi eşek şakası olsun diye dua diyordum içten içe. trene bindim ve hayatımın en uzun yolcuğu başladı. örtülü kuşetli kompartıman da bir ben vardım. tren istasyondan kalktığında birden geçmişe daldım...
bakırköy'deki evimizdeydim. henüz yedi yaşlarımda... içerisi kalabalık... annem, babamın askerlik arkadaşı ve ailesi; ve babam... "ya salih! karşı hastane bahçesinde kuş avlardık sapanla ufakken biz... (gözlerinin içi gülüyor) kara lastiğin keçesinden yapardık sapanımızı, hiç affetmem hep kafalarından vururdum bıldırcınları, yan komşunun dutlarına dalardık, sopayla kovlardı bizi! (şen kahkahası odada yankılanıyor) sonra da ordan kaçıp hastane bahçesinde akşam ederdik!"
dünyanın en iyi sapan kullanan adamı...kompartımanın kapısı açıldı, bilet kontrolumü yaptı kondüktör.kapıyı kapatıp onun gittiğinden emin olduktan sonra bir sigara yaktım... hava soğuktu çok soğuk... tıpkı babamın gece yarılarına kadar çalıştığı günlerdeki gibi...
dokuz yaşımdayım... gecenin bir yarısı kapı tıklmasına uyandım. ama kalkmadım yatağımdan. "uyudu mu çocuklar?" dedi babam. "evet hayatım çok oldu nerde kaldın donmuşsun!?" annemin sesi geldi... " minibüsün biri yolda kalmış. olduğu yerde tamir etmem gerekti.felaket kar yağıyor ya..." sesi titriyordu babamın. " geç üstünü değiştir hemen hasta olacaksın" babam dinlemedi. gözlerim hafif aralıklı odanın kapısına baktım. üstünde kabanı simsiyah motor yağı olmuş, yüzü gözü, öpülesi o elleri simsiyah... yanımıza geldi... bana baktı, sonra abime, kardeşime... elleri kirliydi... dokunamazdı... öptü yanağımızdan... uzun uzun seyretti... kalkıp öpmek istedim... kalkmadım çocuktum... ya kızarsa neden uyumadın diye...? kalksana aptal çocuk! sarılsana...!
tren gürültülü bir şekilde makas değiştirdi... sigaramın ucuna bir sigara daha ekledim... pamukova civarındaydık... hala ağlayamıyordum... koskoca adam... babam! nasıl!? peki şimdi ne olacaktı? her akşam minibüsüyle kapıya yanaşıp korna çalan ve yukarı eli kolu dolu çıkan babam bir daha o kapıya yanaşmayacak mıydı?! bir daha arabasını bana yıkatmayacak mıydı?! olamazdı... olmamalıydı... allah'ım... nasıl bir acı bu!? geçmiş tekrar çekti beni içine... onu hatırlamak ne kadar güzeldi ve ne kadar dayanılmaz bir gerçekti öldüğünü bilmek...
on dokuz yaşımdayım... koşuyolu kalp hastanesinin odalarından birinde... yatakta babam var... yanında annem, abim, kardeşim, amcalarım... doktorla konuştuklarını birbirlerine anlatıyorlar... "üç damar tıkalı. balon işe yaramadı, stend de... damarların değişmesi için ameliyat olman lazım..." babamın morali bozuldu... rengi attı... gözlerinin içine bakıyordum... yanına gittim... sarılmak istedim... ama çok kalabalıktı... delikanlıydım ya... ne duruyorsun salak delikanlı... sarılsana...!
uykuya dalmışım. enes'in telefonuna uyandım. gebze'yi geri bıraktığımı beni haydarpaşa'dan almasını söyledim... haydarpaşa... beni iki senedir evimden ayıran durak... daha bir kaç gün önce tekrar ayrmıştı beni. böyle olacağını bilsem gider miydim hiç? biner miydim o trene...
bir kaç gün önce evimdeyim. saat sabahın yedisi... babam beni dürtüyor "oğlum kalk! senin trenin sekiz buçukda değil mi? geç kalıyorsun hadi!" kalkıp üstümü giydim. çantamı sırtlandım. yatak odasının kapısından kafamı uzattım. babam giyiniyordu. "ben gidiyorum gençler! hadi allah'a emanet olun!" anneme sarıldım, sonra babamın elini öptüm... sarılsana aptal adam... sarılsana babana!
gece yarısı tren haydarpaşa'ya yanaştı. enes beni karşıladı. sarıldı... ağlıyordu. eve gittik. ben bizim evi o kadar kalabalık görmemiştim. tüm akrabalar evdeydi. amcalarım,teyzem,annanem hatta şehir dışındaki akrabalarımız bile! yatak odasına girdim kimseye selam vermeden. annem... canım annem... ağlayamıyordum ya, anneme bir sarıldım... ...
on iki yaşımdaydım. bayrampaşa'daki evimizin mutfağında.babam menemen yapıyordu kahvaltı için. ne kadar da güzel yapardı... " bak oğlum" dedi,"hayatta ne olacağını asla bilemezsin, o yüzden hep hazırlıklı ol ve hayatta vereceğin her karar için iki defa düşün!". "peki babacım" dedim, "pişmedi mi o hala hadi yiyelim artık!". dinlesene çocuk babanı... bırak anlatsın nasihat versin hayat dersi versin, kitap gibi oku onu... okullarda anlatılmaz onun nasihatleri... dinlesene çocuk. babamın ayaklarının üzerine basarak kendimi masaya kadar götürttüm. kahvaltıya oturduk. " hadi paşam ye! koçum benim hadi bitir!". peki babacım... peki babam...
abimle ve kardeşimle sarıldım. akrabalar sıradan taziyelerini sundular. sonra ağzımdan çıkan tek kelime oldu "nasıl?... nasıl oldu?" abim anlatmaya başladı, yarı ağlamaklı;
"saat on gibi evden çıkmış, durakta biraz kaldıktan sonra cuma namazını kılmış, arabayı alıp servise çıkmış, edirnekapı'ya bir servis attıktan sonra tam geri dönerken ışıklarda,direksiyon başında kalp krizi geçirmiş. arabada kimse yokmuş. kimseye zarar vermemek için arabayı ışıklara yaslamış, minibüsün koridoruna yığılmış... yoldan geçen bir doktor kalp masajı yapmış ama nafile... olmamış... beni aradılar, merter'den bayrampaşa'ya nasıl gittim bilmiyorum..."
kilosu yüzünden olmuş olabilir dediler, stresten olmuş olabilir dediler... rahmetli olduğunda cebinden o günün hasılatı on bir lira para çıkmış... nasıl stres yapmasın adam... bir oğul askerden yeni gelmiş, biri üniversite de, birisi de lise... evin kredi borcu da cabası...
yirmi dört yaşımdayım... bu yazıyı ağlayarak yazıyorum... hani ağlayamıyordum ya, şimdi ne zaman aklıma babam gelse susamıyorum. onu özlüyorum. diplomamı mezar taşına değil de avuçlarına bırakmak isterdim... arabasını yıkamak paklamak isterdim... yedi yaşımda olup, akşamları onu bekleyip, bize halley getirmesini isterdim... babama doya doya sarılmak isterdim... koklamak , " baba, seni seviyorum!" demek isterdim... ağlamasana çocuk... ne faydası var... ağlamasana...
tamım: pek bir üzücü olay. hmm hmm honey bee.
yorum: değil ama işte. babasına göre değişir. boşver, açıklasam da iplemez ve "yanlış önerme" dersin. pek iyi pek güzel babalara gelen bazı insanlar tüm babaları iyi sanıyor.
haber alındıktan sonrası için:
1) aile ortamındaysanız: (bkz: timsah göz yaşı)
2) yalnızsanız (ki tren çok uygun bir mekandır bu asil ve iğrenç mimik ıçin): (bkz: vampire grin).
her şart altında bir şeyler söyleyebilecek insana dahi bir şey söyletmeyendir.
arnavutluk diyarına gideli henüz bir hafta olmuştur. bir cumartesi gecesi rüyanızda görmüşsünüzdür babanızı; iki büklümdür, sanki gerçek hayatta olduğu gibi gecenin bir yarısı eve geldiğinizde beli kilitlenip kaldığı anlardaki gibi acı ifadesine teslim olmuştur bütün bir yüzü. televizyonun karşısında yere eğilip kalmış, gözlerinden yaş gelmiştir rüyanızda da gerçekte olduğu gibi. boğuk bir sesle mırıldanır "gel, kaldır" diyerek.
ertesi gün şirketin size tahsis ettiği kontörlü telefon kartıyla ararsınız babanızı, ulaşamazsız. diğerlerini ararsınız, istediğiniz cevabı alamazsınız, diğer aile fertleri şehir dışındadır(tüm aksi yöndeki isteklerinize ve ısrarlarınıza karşın "biraz yalnız kalmalıyım" diyerek boşaltmıştır evi).
son konuşmanız atatürk hava limanı dış hatlarda gümrükten geçmeden önce ve onun deyimiyle "erkek erkeğe" olmuştur. "biliyorsun oğlum" demiştir, "kalabalığı çok sevmiyorum, anlıyorsun ya beni. kendi başıma kalayım biraz, kafamı dinlerim" herkese ve herşeye karşı(pek çok zaman ona karşı dahi) pabuç gibi olan diliniz bağlanmıştır. çünkü yalnızlığın ne denli kutsal bir şey olduğunu anlayacak yaşa gelmişsinizdir artık.
derken gümrükten geçip de sikik bir kapıya doğru yol alırsınız. son kez olduğunu bilmeden dönüp de el sallarsınız ona. o, şeritlerin ve gişelerin diğer tarafında kalmıştır. arar çok geçmeden ve "tekrar dönecek misin bu tarafa" der, uçağı kaçırma ihtimalinize karşın "geç kalabilirim" diyerek yolunuzda yürümeye devam edersiniz.
bu, babanızı son görüşünüzdür; nereden bileceksiniz ki?
bir sabah uyanırsınız reps'te. oradaki işte beraber olduğunuz dayınızın oğlu, sabah biraz geç uyanmıştır. bütün bir ekibi personel servisinde toplayıp da ararsınız "abi nerde kaldın" diyerek telaşla. "elemanları gönderip yemekhaneye gelsene kahvaltı yapalım" der, "ben yaptım" deseniz de "gel sen, çay içersin en olmadı" diyerek sizi yemekhaneye çağırır.
gözlerinin altı mosmordur. ne olduğunu bilirsiniz bunun, sek vodka içtiğinizde aynada gördüğünüz yüzünüzü andırır. "burada halledilmesi gereken bazı işler var bugün" der dayınızın oğlu ama gözlerinin altı, çok şey söylemektedir. aklınıza gene de gelmez babanızın öldüğü. "yengemle kavga etmişlerdir" diye geçirirsiniz aklınızdan ve nasılsa gün içerisinde derdini anlatıp da yardım isteyecektir diye düşünürsünüz.
bir şans daha diyerek evi ararsınız, telefona anneniz çıkar. yurt dışına çıkarken roaming hizmetini aktif hale getirmediğiniz hattınızı roaming e açmanın tek yolu, çıkış işleminden önce müşteri hizmetlerini aramak olduğu için babanızı ısrarla istersiniz telefona ne olduğunu bilmeden. anneniz "biraz rahatsız, uyandığında ben söylerim. üzülme sen oğlum..." dediği anda hissedersiniz sesinin titrediğini.
tekrar yareninizin yanına gidersiniz, gözlerinin altı hala koyu mordur. bakışlarını kaçırır sürekli, tanırsınız bu tutumu ve anlarsınız bir şeylerin saklandığını. "kardeşim" der, "senin diplomanın da gelmesi gerekiyormuş, onun için türkiye'ye göndereceğiz seni. hem baban da biraz rahatsızlanmış. gitmişken onu da görürsün..." o anda gözleriniz dolmaya başlamıştır. çok şey söylemek istersiniz "hayatta mı abi?" sorunuza "inşallah" cevabını aldığınız anda içinizde hasıl olan duygunun tarifi mümkün değil.
gene de bir ümittir sizi acele ettiren. hiç bir şeyinizi almadan otobüsle reps'ten, tiran'a katedersiniz yolu. otobüste gözleriniz dolu dolu olur ve işini bitirip de yıl sonra ailesinin yanına dönmenin mutluluğunu hisseden insanlar sorarlar "neyiniz olduğunu". oysa hiç bir şeyiniz yoktur. hayattaki en büyük destekçisidir bir erkek evladın baba. öyle yıkılmaz, öyle yenilmez bir şey olarak yıllarca varlığını sürdürüp, bir yerden sonra o yıkılmaz ve yenilmez benliği biraz daha gerçekçi bir hâl alarak güçlü bir varlık sürdürmeye devam etmiştir. anlatasınız gelmez hiç bir şeyi.
uçak iner, bir hırsla sıraya girersiniz elinizde büktüğünüz pasaportunuzla.
dış hatlar kapısından çıktığınız anda teyzenizin oğlu yanaşır yanınıza(adana'da yaşıyordur normalde). onu görünce ilk iştir babanızın durumunu sormak. ama "dün geldim, naci'de kaldım. seni de alıp şimdi geçeceğim size" der ve siz öylece yutkunursunuz. metroya binersiniz beraber, vatan caddesinin girişinde metrodan indiğinizde artık vakti gelmiştir. vereceğiniz herhangi bir tepki için şartlar alabildiğine müsait bir hâl almıştır.
o anda yüzünüze bakar karşınızdaki kişi:
- birine, bir şey diyecek olsan nasıl yapardın?
+ kime, ne diyeceğime bağlı abi.
- mesela bana bişey diyecek olsan, nasıl derdin?
+ abi, birine babasının öldüğünü söyleyeceksen bunun bir yolu olmaz. bir adama bunu söyleyemezsin abi.
- evet, babanı kaybettik.
der ve o anda olan gücüyle sarılır size.
evin kapısı açıldığı anda anne-ablanız, kardeş gibi gördüğünüz kuzenlerinizin arasında kalır ve buna karşın tutulabilecek bir destek olmanız gerektiğini bilirsiniz birileri için.
acınız suludur başlarda, anlamazsınız bile neye uğradığınızı. ancak güneşin altındaki biber salçası misali her doğup batan günün sonunda suyu biraz daha çekilir acınızın. evin içinde boş çay bardaklarına takılır gözleriniz, ocakta öylece boynunu bükmüş çaydanlığa, yarıda kalmış sigara paketine. etrafta çok şey söyleyen insanlara takılır, saklanacak bir yer ararsınız onca insan içinde.
inanamazsınız öldüğüne ellerinizle gasletmenize rağmen, mezara indirip de kefen bağlarını çözene kadar hep bir ümittir bunun kötü organize edilmiş bir şaka olması. ama öyle olmadığını anlamanız da çok sürmez...
ne yapacağınızı bilemediğiniz andır bu haberi aldığınız an.
9 sene oldu, 9 sene önce beni uyandırdı babam. daha 14 yaşındayım. evden çıktım 1 saat sonra geldim eve babam yok. rahatsızlandı sandım arada rahatsızlanıyordu. annemler söyleyemedi. o gün evde kalmadım, ağlamalara dayanamadım, ama içimi ferah tutmaya çalıştım. gittim arkadaşımın evine. orada kaldım. ertesi gün, sanki hiçbir şey olmamış, babamı görecekmişim gibi gittim eve. teyzemin kızı çağırdı yanına. baban artık melek dedi.
o an öyle ağladım ki, ben öyle kolay ağlayan biri değilimdir. o günden beri de ağlamadım. ama o gün öyle bir ağladım ki, öyle bir vurgun oldu ki... kimse yaşamasın.
hissetmek kelimesinin anlamsız ve saçma kaldığı andır, yaşamında aslında canının hiç yanmadığı anladığın andır belki,
seni en çaresiz bırakan, artık hayatın yön değiştirdiğine inanacağın dönem... allahım kimselere göstermesin !
13 yaşındaysanız "baban öldü" cümlesini duyduğunuzda, ağlamazsınız. çıkarsınız odadan yatak odasına gidersiniz. o kahverengi dolap açılır, içinden "o"nun gri ceketi çıkar. koklarsınız, o koku yıllar geçsede silinmez hafızanızdan. sonra sesi gelir kulağınıza, "melo" deyişi, "kızım bi çay daha koysana bana" cümlesi, gelir oturur kulaklarınıza. daha bir gün önce kutladığınız doğum gününüzden kalan bulaşıklar ilişir gözünüze mutfakta. asla yalan söylemeyi beceremediği için "doğum gününü unuttum kızım ben senin be" diyen cümleleri gülümsetir bi an.
sonra gözleri gelir aklınıza, mavi, yeşil gözleri.. bi kere daha sitem edersiniz, "nolurdu gözlerim ona benzeseydi?" diye.
kardeşinizi görürsünüz odalardan birinde. daha ölümün ne demek olduğunu bilmeyen bi çocuksa onun yerine de siz üzülürsünüz. "abla babam bu gece de mi eve gelmeyecek?" diye sorarsa bir de takılır kelimeler boğazınıza konuşamazsınız.
benim babam sekiz senedir hiçbir gece eve gelmedi.
bundan 10 sene önce haberini alan biri olarak yazmam gerekirse, dünyanın başına yıkılması ve sanki gün ışığının birden bire zifiri bir karanlığa dönmüş hali gibi insanı hezeyana uğratan bir haberdir.
maalesef zamanında aldığımız haberdir, adama beyin amcıklaması geçirtir, ezik bir çocuk olarak büyümenize sebeptir, özgüveni olmayan biri olarak ne sike yaradığınızı bilemezsiniz...
bazı puştların beklediğiymiş, ne diyem amuğuza goyam...
Her zaman ölürse ne hissedeceğimi merak ederdim.
Hasta yatağında beni çağırmış. Gitmek istemedim.
Ne yani yapılan her şey affedilecek mi, ölüyorsun diye !
Yine ne oldu bilinmez, o gece arabama atlamışım. Yola çıkmışım.
Sanki ben değilim,
Bir başkası..
Gittim. Sabah öğrendim cenazesine yetişmişim.
Böylesi daha iyiydi.
ikimiz de rol yapmadık hiç değilse.
Değil mi ?
Sadece tek şey üzülüyorum. Fatımah sana verdiği sözü tutamadığı için çok ağladı.
Onun ağlamasına dayanamadım.