böyle bitti. o kadar bitti ki, adının ne olduğunu bile bilemedik.
her günün aynısı yoluna koyuldum. ne özel bir kıyafet, ne de sigaram farklıydı. aynı mekanda oturacak, aynı kahveleri içecektik yine. bardaktan damladı yol sanki. yaralar tazeyken acımazmış hani; farkında bile değildik neyi adımladığımızın. oturduk masamıza. iki medeni insan portresi çizmeye çalışıyorduk ki, iyi çalışamamışız rolümüze. içi yanıyordu onun, tersliyordu hep. bense daha önce kusmuştum fazlalığımı. zihnim merhamet, fikrim sevgi kırıntısı olup uçmaya çalışıyordu bedenimden. onun sözleriyse bir sapan, bir ruh kemirgeni belki.
aynı ayakkabılarını giymişti. küçücük ayaklarını daha da çocuk gibi gösterenlerden. rujunu küçük bir kız çocuğunun annesinden çalıp sürdüğü ilk kırmızı ruj gibi sürmüş. gözleri; gözleri bir tek orada değildi. baksa fikrimde cern'ü inşa edecek, zihnimde bigbang'i patlatacaktı. biliyordu elbet. o gün tam olarak o masada otururken, boşanmak üzere olan kadın olmalıydı; oldu da. çıkardığım iki sayfa kağıt parçası vardı. dalga geçer gibi iki sayfa. üzerinde birbirimiz için iki lanet karşılaşma, evlilik kurumunun yüz karaları, yeterki uzaklaşsın benden beş kuruş istemiyorum, kurtarın beni bundan yazılı iki sayfa. imza bekliyordular, rehinenin fidyesi gibi. verdik. o an güneş çekildi kabuğuna, biri yıldızların hepsini saçılmamacasına bir daha gökyüzüne, topladı çantasına. oksijeni emen birşey vardı o an masada. boğuluyorduk. suçlu bulunmuştuk ev-lenmekten, ev olmaktan yüreklerimize. kangren bir uzvu keser gibi; kalktık masadan. bir daha asla iki kişilik yer kaplayamayacağımız o masadan.
ölüm fermanımızı vermeden önce cellatlara, başka bir yerde oturduk. gözlerini gördüm. o da benimkileri biçti. gözlerini görmeseydim, inanırdım tüm söylediklerine. inanırdım tüm bitti dediklerine. cebimizde başka kelimelerimiz kalmamıştı silahımıza sürecek. sustuk. durup dururken tebessüm etmekti o an, buluşunca gözlerimiz. son hesap ödeme kavgamızı yaptık. son kez yine ben kazandım. yürüdük celladımıza doğru. bizi bekliyor gibiydiler. ne olduğunu bile anlamadan gün verdiler. gidin, beş günlük ömrünüz kaldı dediler. gittik biz de. şimdi ayrılacağımız durağa kadar sürülmesi gereken bir yol vardı önümüzde. o bitmeyecek lanet yol.
asalak gibi yapıştı üzerimize susmak. kanımızı emiyor, konuşturmuyordu. gözler; allahın cezası gözler, birbirine prangalı gibi kaldılar öylece. ta ki sağanak başlayana kadar. biriktirilmiş tüm bozukluklar tümlendi, düştüler yırtığından kirpiklerimizin. son kez kavga ettik. son kez "ben daha çok seviyorum" kavgası. konuşmadan. susarak. bir sonraki hareketini ezbere bildiğimiz dudaklarımız oynadı tiradını, ölüm sessizliğiyle; "seni seviyorum", "ben daha çok", "hayır ben".
yüzüğümü taktığım parmağım kesilecekti bir haftaya. son kez dokunsun isterdim kocasıyken sahip olduğum ellere, değişmeden. öyle yaptı. uçurumdan düşerken yakalanan bir el gibi. son durağa geldik. o en uzun olanı. birazdan anons gelecekti. idamdan önceki son anonsu bekliyorduk, son görüşün bittiğini söyleyen. son isteklerimiz soruldu. yüreğimiz yorgundu çok, dudaklarımız konuştu. fısıldayarak birbiriyle. geriye kalan bir tek kapının ayırabildiği ellerimizdi. son sözümdü: "sakın arkana bakma, yoksa bırakmam". bakmadı, bakamadı...