ilk kez sevişmenin sizde yarattığı psikolojik etkidir bence. o güne kadar sadece eteği açılan kızların altına bakmışsınız, porno siteleri açarak mastürbasyon yapmışsınızdır. ama o gündür ki artık milli oluşunuz kayda geçmektedir. o gündür ki sadece televizyonda, bilgisayar ekranında gördüğünüz o çıplak vücut şu anda altınızda orgazm olmaktadır. insan nasıl ağlamasın efenim, nasıl?
yarıda kesilmelidir.Ağlamak için daha uygun bir zaman seçilmeli sevişmeye devam edilceği zaman yatağa dönülmelidir.zevkle sevişilmelidir. Ağlayarak sevişmeyelim zevk almadan bitirmeyelim.
bir sebebin yol açtığı hüzünden doğan göz yaşlarının ve aşkın yarattığı heyecandan doğan ter damlalarının birbirine karıştığı; hem ruhu hem bedeni yakan bir sevişmedir.
ağır anason kokulu, dağınık, soğuk ve karanlık salonda, bir koltuk üzerinde, uyduruk bir battaniye altında, bir türlü uyuyamıyordu genç adam...
zaten ne zaman bir şair, bir romancı, yahut sıradan bir yazar, bir cümleyi 'genç adam' diye bitirmişse, kesin bir melankoli, kesin bir kasvet hikayesi anlatmış demektir. ve her 'genç adam'dan sonra, muhakkak bir; 'üç nokta art arda' gelir...
birden attı uyduruk battaniyeyi üstünden, ve ağır başıyla doğrulup yerinden, o üç noktaya basmadan üç adım attı. sokak lambasından titreyerek akıp, pencerenin bir köşesinden sızan, ve ancak salonun ortasındaki büyük sehpanın yarısına kadar ömrü yetişen cılız ışığın gösterdiği şişeye uzandı, ve belki bir teklik kalmış sek rakıyı, hiç düşünmeden yudumladı.
sonrasında bastırmak için, bu hiç alışkın olmadığı acı tadı, karanlığa henüz alışmamış gözleriyle kavun tabağını aradı.
boş tabakta şireye bulanan parmakları, sıkı dişlerinin arasından ansızın fırlayan bir küfür eşliğinde ve karanlığa gittikçe alışan gözlerin yardımıyla daha acı bir kutuya uzandı.
yaktığı sigarayı neredeyse yarılayana kadar, hiç kımıldamadan, olduğu yere çakılıp kaldı.
genç adam... ın sigarasının ucunda uzayan kül, nihayet yere düştüğünde, aklındaki binlerce tilkinin, çırpınan nehirlerin ve kopan fırtınaların, bariz bir nizam içinde, salon kapısından geçip, uygun adım ilerledikleri loş odanın ortasındaki geniş yatağa, elbiseleriyle kendini biraz evvel atmış genç kadın, gamsız! başını bir gayretle kaldırıp, yanan yanağını ters çevirdiği yastığın soğuk yüzüne bıraktı.
rahat nefes alamadığı güzel burnunun ucundaki küçük noktayı, pürüzsüz ve ince parmaklarıyla farkına varmadan kaşıyıp, yine farkına varmadan, dolgun ve temiz dudaklarını açarak, yüz küsür promilden deriin derin solumaya başladı.
ne karanlık salondaki yalnız ve fırtınalı sarhoş, ne de onun aklından çağlayıp, tek tek odaya dolan öfke, kaygı, tutku, şüphe, umut, çaresizlik ve maalesef yazık bir aşk taşıyan sorular umrunda değildi... adam usulca eğildi.
karanlıkta keskinleşen gözleri, tir tir titreyen ellerini; bütün bu kötü gecenin sebebi, şeytan icadı alete götürdü.
ne yaptığının farkında olacak kadar ayık, fakat yapmak istemediği şeyleri yapmak konusunda kendini durduramayacak kadar sarhoş adam, kaptığı gibi o lanet aleti, tazelenen bir öfke ve yersiz bir merakla, soğumuş yerine tekrar oturdu.
iki tuşla aydınlanıverdi kirli sakallı yüzü. ve çizgilerle kırışan alnının altında yine çatılırken kalın kaşları, daha da aşağıda eğrilip büğrülüyordu, gerilip gevşiyordu dişlerinin arasında dudakları.
soğuktan değil, öfkeden titriyordu; şeytan icadının aydınlık çerçevesinde beliren çıplak sözleri tekrar tekrar okudukça.
gelen kutusu; şehvetle davet, giden kutusu; memnuniyetle ihanet taşıyordu.. taşan soluğunu durduramıyordu adam, ve her kelimede, ihaneti tekrar tekrar yaşıyordu...
derin uykudaki kadın, bilmiyordu; birkaç metre ötesindeki ağrılı kalbin nasıl sızladığını
ve bir telefon sesiyle yerinden fırlayan o kalbin sahibi, anımsamıyordu gece nasıl sızdığını...
tuzlarla örülmüş göz kapaklarını aralayıp, kucağındaki telefonu 'içinde yazanları ansızın anımsayarak' uykunun dindirdiği nefretli acıyı yeniden duyarak, fırlatırcasına bıraktı, rakı ve bira şişelerinin, bitmiş meze tabaklarının ve tıka basa dolmuş, dökülüp saçılmış küllüklerin arasından uzanıp, kendi telefonunu bir tuşla susturdu.
iş yerinden gelen aramayı düşünmeden reddederken; içinde bulunduğu tarifsiz acıdan, nasıl ve neyle sıyrıldı, hangi hislerle ansızın her şeye yabancılaştı bilinmez, sanki izldiği bir filmi yorumlar gibi, kendi canlandırdığı acınası karakter hakkında şöyle mırıldandı içinden; aradığınız kişi şu anda sikilmiş bir halde, lütfen daha sonra tekrar sikmeyiniz, acıyınız ulan...
geceden tutup, şu ana kadar yaşadığı, söylendiği ve kendine her dışardan bakışında, acıklı bir film, yahut roman tadı aldığı melankolik, romantik ve dramatik üslubu, bu son mırıltıyla bozulmuş, ve aslında aslına dönmüştü.
sanki birden tüm hissiyatı değişmiş gibi, bir kabullenme, bir boşvermişlik yaşar gibi, büyük bir rahatlama hissetti.
keskin bir içki, nasıl yakıp inerse boğazından aşağı, aynen öyle yandı ve hazlandı içi. her şeye rağmen, bu ani haififlik, taştan ağır başını unutturamamıştı. gerisin geriye bıraktı yine kendini o koltuğa. ağzı açık paketteki son sigarayla göz göze gelip, uzuun uzun bakıştı. sanki tek derdi o sigaraymış gibi, her şeyi unutup sildi. fakat yeniden bir hamle yapıp ona uzanmak ölüm kadar zor geldi.
sonra o geldi, hiç ses etmeden kapıya kadar gelmişti zaten, yoktan doğmuş gibi, birdenbire belirdi.
hızlandı soluğu adamın, deminki ani hafiflik, o laçka boşvermişlik, ve neredeyse yüzünde belireyazmış tebessüm, bıçak gibi kesildi.
canı hiç acımayan ve belki de bir can nasıl acır hiç bilmeyen kadın, bütün ruhsuzluğuyla, sıradan bir güne uyanır gibi uyanmış, ve o bilindik umursamaz tavrını göstermekten hiç çekinmeden, adamın karşısındaki koltuğa serilmişti.
sonra bu tavrından kendisi de rahatsız olmuş olacak ki, ilgilenir gibi sorup, deminden beri çırpınan nahoş sessizliği, nahoş bir şekilde bozarak, adamdan tarafa, bir duman savurdu;
-sen işe gitmeyecek misin?
bu gamsız sorudan ziyade, uzun uzun bakıştığı ve yakmaya üşendiği son sigaranın, bir çırpıda yakılışına içlenmişti adam.
+gitmeyeceğim, geç kalmışım zaten, saat 2
-ne yapacaksın peki?
+bilmem.. eve giderim belki...
aslında kadından çok kendine kızıyordu adam. hani öyle aldatılmış sevgili havalarına falan giriyordu ama, aslında o kadar da sevgili olmadıklarını biliyordu başından beri.
hatta çoğu zaman sevgisizdi kadın ona karşı. içten içe biliyordu, daha çok bir acıma, daha çok bir mahçubiyetle kendini ona sunduğunu. biliyordu onun kadına, bir aşka dokunur gibi dokunurken, kadının ona, yalnızca çıplak bir adama dokunur gibi dokunduğunu. dokunuyordu bu durum uzun zamandır, fakat sezdirse de söz edemiyordu.
kadın, başından beri farkında olduğundan, ve oldu olası isminin sonuna bir iyelik eki almadan, hiç kimseye ait olmadan yaşadığından, bu saçma konuşmalar, bu boşluk doldurmak için söylenen sözler çok da canını yakmıyordu.
zaten dumanı üfleyen değil, üflenen dumanı soluyan değil miydi hep canını yanan?
-yine okudun değil mi mesajları?
+evet
-peki eline ne geçti?
+...
-canım benim, seni çok seviyorum, inan ki çok seviyorum. ama senin beni sevdiğin gibi değil, üzgünüm
+...
-ben de böyleyim işte, sürekli biriyle olamıyorum, kopuyorum eninde sonunda
+...
-bu yüzden sana hiç umut vermedim, hep belli ettim. fakat seninle hep isteyerek seviştim, yanlış anlama!
+anlamıyorum... neden hala burdayım, neden çoktan siktir olup gitmedim, neden sendeki ucuz yerimi göremedim, anlamıyorum...
daha fazla üstelemedi kadın, kim bilir kaçıncı adamdı bu; karşısında aceze düşüp, ağlamaklı titreyen sesiyle gelişi güzel lanetler yağdıran.
mutfaktan bir ses duyuldu;
*çay içer misiniiiiz?
ikisinin ortak, kadınınsa ev arkadaşı... o da çok efkarlıydı gece, o da eski aşkını yad edip duruyordu, bu kadın, bu adama sarhoşluğunu bahane edip; 'al bak, bütün mesajlarıma, aramalarıma bak da için rahatlasın' diye telefonunu verdiğinde. sakinleştirmeye çalışmıştı bu kadını; 'ben böyle bir kadınım işte, bana umut bağlama, ben istediğimle olurum, istediğimle sevişirim!' diye haykırdığında.
bir yandan da teselli etmeye çalışıyordu, ömründe ilk kez sarhoş olan adamı, elinde olmadan ağladığında.
gece olup bitenlerin ve şu anda yaşanmak üzere olan bir şeylerin farkındaki bu üç kişi, çoğunlukla bir sessizlik eşliğinde, zaman zaman laf olsun diye edilen lakırtılarla yudumladılar çaylarını.
sonra acilen çıkmam lazım deyip ayrıldı, ve çok zor bir sevişme ihtimaliyle başbaşa bıraktı bu ikisini diğer kadın.
zorluğunun hakkını verdi bu ihtimal, gidip gidip geldi adamın aklında. adam gidip gidip geldi kurduğu hayal dünyasında.
kadın son bir çabayla, eskiden beri ezber ettiği lafları sıraladı adama. hani şu; 'sen çok iyi bir insansın, varlığın bana huzur veriyor' diye başlayıp, 'ama' diye devam edenleri...
adam kah yerdeki halıya dalarak, kah tavana bakarak, ama itinayla gözlerini ondan kaçırarak dinliyordu yalan olduğunu bildiği bu lafları, birden paltosunu sırtlanarak, hiç düşünmeden vurup kapıyı, yoldan geçen ilk taksiye atlayıp, siktir olup gitme arzusu, kadının kaygan dudaklarında eriyip gitti.
ne zaman soyundular, ne zaman o yatağa geldiler.. anlayamamıştı.
elleri ve dizleri üstüne çökmüş, her zaman sevişmeye hazır, sıcak ve beyaz bir şehvetten ibaret olan kadının tam arkasında durmuş, kumral dalgalı saçların döküldüğü yerden başlayıp, müthiş bir eğimle kıvrılarak, şekilli kalçalarının tam arasında biten o çizgiye dalmıştı adam, daha önce iki kez aşık olduğu o çizgiyi son kez görüp, parmak ucuyla, baştan sona son kez yenilediğini biliyordu.
bir şeyler oluyordu içinde bir yerlerde, yırtılan, kopan, kırılan bir şeyler vardı.
ona hiç dokunmadığı kadar sert dokunuyordu, durdurulamaz, bastırılamaz bir şeyler yürüyordu beyninden kalbine. kalbinden yayılıp, tüm vücuduna, parmak uçlarına kadar dağılan bir acı hissediyordu...
daha fazla girip çıkamadı o tuhaf sıcaklığa.
son anda çekti kendini kadının içinden, ve durduramadı çarşafın üzerine isteksiz dökülen sulbünü. gözünden damlayanlardansa, evvela belindeki muazzam çukuru ıslanan kadın haberdar oldu.
olduğu gibi, dört ayak üzerinde kalıp, yalnızca başını geri çevirerek olup biteni anlamaya çalıştı kadın.
ömründe ilk kez yaşadığı bu şeyin ne olduğunu düşünerek, sonra hiçbir şey düşünemeyerek öylece kaldı, yanakları ıslak, elleri yapış yapış genç adam....
ağlayarak sevişmek tarifsiz bir şeydi, yaşanmadan öğrenilemeyecek. bu kesin..
fakat farklıdır ya hikayesi herkesin. bu da böyle bitmiyordu
zaten hiç kendisine ait olmamış ve yarın değilse de, ertesi gün muhakkak bir başkasına dokunuyor olacak bu güzel kadın, her defasında aklını başından alabilmişti bu adamın. hiçbir şekilde hesap soramadığı, her halukarda kayıtsız şartsız teslimiyet gösterdiği, işin açığı; sırılsıklam aşık olduğu bu vücuda son kez dokunduğunu bildiğinden, dayanamamış ağlamıştı sevişirken.
tüm erkeklik ve insanlık gururu, karmakarışık bir ruh haliyle, çıplak bir bedene ve temiz çarşafa saçılırken, ömrünün geri kalanında hep beyninin duvarlarına çarpa çarpa dolaşacak, ondan çok şey alıp, ona çok şey katacak; aynı yoğunlukta ve fakat tam tersi bir istikamette, fütursuzca ve düşünülmeden, en güzel ve en içli duyguların üzerine basılarak sorulmuş, o cevapsız soru duyuldu;
son sevişmedir belki de. tutulamaz gözyaşları... acırken içiniz bırakıp gitmek zorundasınızdır. son kez ama ömür boyu unutulamayacak bir ayin gibi sevişilir gözyaşlarınız akarken...
suçluluk duygusunun en yoğun olduğu eylem budur belki. Saf suçluluktan ibarettir hatta. Yanlış olduğu bilinir yine de yapılır. insanın özsaygısını kenara attığı bir andır.
teomanın uçurtmalar şarkısında dillendirdiği mevzu.
öyle bir kadın anlatıyor ki şarkı kadını görsek önünde diz çöker tövbe isteriz.
ama ağlayarak sevişmek_?=)(/&%+^'