Dinle sevdiğim, bu ayrılık saatidir.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
Perde kapanıyor, film bitiyor işte,
O hiç bitmeyecek sandığımız...
Görüyorsun, konuşacak bir şeyimiz kalmadı.
Sadece bakışlarımızda hüzün.
işte ayrılık bu; hiç beklemediğimiz...
O ikiz kardeşi ölümün.
Anlıyorum bir daha görüşemeyeceğiz
Bu son buluşmamızdır seninle
Yeni bir hayata başlayacaksın artık
Onunla, o yeni sevgilinle.
Anlıyorum artık o öpecek ellerini
Kulağına aşkı o fısıldayacak
içinde bir pişmanlıktan başka
Benden eser kalmayacak.
Sigaranı söndür , kalkabiliriz
On adım sonra yollarımız ayrılmalı
Sakın ağlama ve bir şey söyleme bana
insan ayrılırken bile büyük olmalı.
en fazla içimde ölürsün
cesedini sürüklerim gittiğim her yere
kızıl sonbaharım
hangi aşk kendi fırtınasına dayanabildi
ellerimde çoğul bir gölge kuşu
adının arkasına basmadan yürüdüm
alnımda birikti çizikler
adımdan çıkardım aklımı
aklımsız kaldım
neylersin
insanız
ne yapsak eksiğiz işte
ölüme ayarlı saatiz
en fazla içimde ölürsün
sorarım
şiir papirüslerinin hangi köşesine karaladın beni?
hangi hare’mden yakaladın da çiğnemeden yuttun gözlerimi?
kekeme repliklerin ezber bozduran kuşu
hangi rüzgârlara sattın da saçlarını
devrik cümlelerimin öznesi oldun?
içindeki kötü senaryoların kahramanı olmak istemezdim
dağıldı bak derlenip toplanmış dağılmalarım
en fazla içimde ölürsün
nasılsa yokluk rehin bırakılıyor kalana
kalan gidene denk neyi varsa susuyor.
ve susmak inceltiyor her yarayı
ve susmak bakmak oluyor
gitmediğin her yere
kim tutuklanmış yalnızlıktan
gizin içine gizlenen kim
söyle beni nerene sakladın
ki şimdi bu kadar sokaktayım
en fazla içimde ölürsün
karla karışık yağarsın yara bereme
karma karışık kalırsın cinnet şeridinde
kaldırımların kaldıramadığı her neyse işte
bulamadığın her ne varsa büyük yıkımların izinde
sana borcum olsun
hiç yazılmayacak bir şiirin içinde
en fazla içimde ölürsün
yanağında yanar avucum
avucumda imlası bozuk bir şiir kalır
gözlerinin namlusu döner, yakar kirpiklerimi
kulağımda bir tepenin rüzgârı uğuldar
gırtlağıma kadar aşka batarım
yeteri yok. eksiği fazla.
neyin kaldı eksilenlerden arta
içeri doğru kapanan bir kapıydın
saçlarından geçtim önce
ve kendimden öylece
neyim yoksa var bildim
eğildim
eksildim
eridim
bir seni bitirmedim
hangi rüzgarlara sattın da saçlarını
uğultusuna tutunamadın
ömürden nefes çalarak ne kadar yaşarsa insan
öyle yaşadım gözlerini
tenimde itiş kakış
cebimde depremlerin
esrarlı gece ayinleri
volkanik şiirler
usul usul giymedim mi sözlerini
yalnızlığın tiradını kapamadım mı her sefer
sensizlik seni anlattı en çok
vazgeçmeler vazgeçmekten vazgeçti
söyle saçlarında öldüğüm
bir geri gidiş kaç günde gelirdi?
en fazla içimde ölürsün
cesedini sürüklerim gittiğim her yere
tenimin yırtıldığı yerden mi girdin içeri
açar gibi yaparak açık bir kapıyı
beni ikiye böldün
hadi içimi kendine aldın da
beni nerde bıraktın
hangisini seçerdin benim için
ve hangisinden vazgeçerdin kendin için
ben yarama çoktan sen bastım
yaşım kadar gencim
adın çabuk diye geçti
ardında aç köpekleri bırakarak
ezberimden geçtim.
hızla biten aşk şarkılarından geçtim
senden bir şey eksiltmeden sana çok şey bırakmaktı aşk
bildim
biz dalkavuk bir aydınlığın yerine
onurlu bir karanlığı seçtik
ve bir öyküden ağlarcasına geçtik
cesurduk çünkü
kendimizi kendi düşlerimizden kovacak kadar
ömrüne yüz çevirmiş iki masalcıyız
gerisi hiçlik
gerisi yokluk
sensizliğin anlattığı ne vardı senden başka
bir hayatın tüm yanılgılarını
saçlarında çözdüm
şimdi beni hangi yanımdan susacaksın
sessizlikte bir dildir
çoğul susulur
pusulur
şimdi beni hangi yanımdan kusacaksın
yıkık şehrimin izbesi
en fazla içimde ölürsün
en çok
gözlerime gömülürsün.
gözlerimi kaparım
vasiyetimi yazarım
biz hangi günahın tohumuyuz? hangi karanlık sanatın en cılız büyüsü? hangi küfrün kalbi en kıran kelimesi?
yaşamak; üçüncü sınıf pavyon şairlerinin sınıfı belirsiz kadınlara yazdığı şiirler gibi iğreti duruyor üzerimde. 6 numaralı kapıdan çıkıp, koridorun üzerinde günbatımına doğru yönelen bir tren yolu gibi döşenmiş kırmızı çizgiyi takip ediyorum. sanki bütün kabileler bu rayların üzerinde idam edilmiş gibi. islak ve sıcak. ve kırmızı. tanrı buraya uğramış gibi bırakılan devasa ayak izleri. koridorun sonundan yayılan cızırtılı bir ses bütün odaları dolduruyor; dont cry. kafamın üzerinde dönen ama hiç de esinti yaratmayan pervaneye bakıp şarkıya eşlik ederken, ayrılık ne renk? diye düşünüyorum sessizce. kırmızı çizgiye çarpan turuncu hüzme, koyuluğu biraz daha saydamlaştırırken can çekişen alyuvarları görüyor gibiydim, çığlıklarını duyuyor gibiydim. biraz da deli gibiydim...
telefon çalıyor...
telefon çalıyor, eskitme mobilyalarımı deler gibi bir çınlama ile. sigaramdan bir nefes daha alıp, kahkaha atarken çıkartıyorum dumanı. içeri sızan ışıkla birleştiğinde bu duman ve kahkaha da olduğunda bir an için korku filminden bir kareyi andırıyor bana. telefon çalıyor. bir parça kan damlıyor annemin en sevdiği halısına kesik bileklerimden. utanıyorum. telefon çalıyor. ellerimdeki demir kokulu sıvıyı aceleyle üzerime silip ahizeyi kaldırıyorum; -neden geç açtın? duş alıyordum anne, kan ile... telefon kapanıyor. annem her zaman yaptığım ölüm şakalarından biri zannedip küfür gibi kapatıyor telefonu. acıyla gülümsüyorum çünkü kırıldım. annemin intihar dahil benim hiçbir işi beceremeyeceğimi düşünmesi, beni üzüyor. beni üzdü. beni şair yaptı. beni yalnız bir adam yaptı. ah, anne! cehennemine odun olacağım sanırım. ben istemedim bunu, tanrı öyle diyor gibi.
dakikalar ilerliyor... cızırtılı dont crya aldırmadan küçük bir kız çocuğu gibi ağlıyorum, oyuncak bebeğinin kolları kopartılmış bir kız çocuğu gibi. akrep, yelkovanın peşinden koştukça geride bırakacağım sevgilimi hatırlıyorum. akrep bendim. yelkovan hep firari. içimde büyük bir çukur açıldı gibi hissediyorum birden bire. birileri o kuyuya düşmüşte, yardım çığlıkları atar gibi. aynada bana yansıyan yüzüme bakıyorum; yakışıklı değil ama ortalama bir ceset. iskandinav ırkına dahil olmalıymışım, beyaz tenli olmak bana yakışıyor. babama kızıyorum ya da anneme. bir norveçli ya da danimarkalı biriyle evlenebilirlerdi. dizlerim titremeye, ağırlığımı taşımamaya başlıyor. yakıt olarak kullandığım kırmızı sıvı azalmaya başladı gibi. eğer bir arabanın benzin deposunu delerseniz, benzin oradan akmaya başlar ve depo tamamen boşaldığında arabanın motoru stop eder. bir araba gibiyim. yakıtım boşaldıkça fonksiyonlarımın zayıfladığını hissediyorum. birazdan ivmem duracak. görüş alanım azalmaya başladı. koridorun sonundaki duvarda asılı portreyi aşırı bulanık görüyorum, tabloda oturan ihtiyar, ayaklanıp sikini gösterse, utanamam. çünkü göremiyorum.
sanırım vakit yaklaşıyor. bunu kalemin her otuz saniyede bir istem dışı elimden düşmesinden yola çıkarak söylüyorum. lanet olsun, yazdığım ilk sayfa tamamen kana bulandı. olay yeri inceleme ekiplerinin ne yazdığımı okuyabilmek için kağıdı kimyasal işlemlerden geçirmesi heyecan verici olacaktır. eğer geri gelebilseydim, onların bu işlemlerle uğraşırken arkamdan ettiği küfürleri duymak isterdim. eğlenceli olacağı kesin. biriken kan, masadan taşarak halıya damlamaya başlıyor. annemin en sevdiği halısı mahvoluyor. bu kez utanmıyorum. ne de olsa gidiyorum. saatin tik takları, kanın yere çarptığı anda çıkarttığı şıp sesi, koridorda yankılanan cızırtılı dont cry. bu bir insanın müzisyen olmadan yaratabileceği en kusursuz senfoni orkestrası. mozzartın, bachinkilerden eksik yanı, kendinize has bir orkestra olması. seyirci yalnızca kendinizsiniz. bu daha özel kılıyor bu konçertoyu.
kapı çalıyor... birileri kapıyı öfkeyle yumrukluyor. kafamı masanın üzerine usulca koyup, geride bırakacağım sevgilimi düşünüyorum. en çok özleyeceğim şey masmavi bir çift göz olması, hayatımı yeterince iyi yaşayamadığımı gösterir gibi duruyor fakat ben bundan rahatsız değilim. gözlerimin kapanmasına engel olamıyorum. dudaklarımdan kendimin bile duyamadığı bir fısıltı, hafif bir tebessümle karışıp orkestraya karışıyor. müzik daha bir derin geliyor. daha anlamlı. koridora vuran güneş daha bir koyulaştı gibi. ben hala geride bırakacağım sevgilimi düşünüyorum. güzel günlerimiz olabilirdi eğer insanlık jileti yaratmasaydı. gözlerim biraz daha kısılıyor, biraz daha donuk bakmaya başlıyorum. haftalardır tezgahta duran bir orkinos gibi ölü bakıyorum. yüzüm iyice kireçleşiyor. biri kapıyı daha da öfkeyle yumrukluyor. sanki savaş davulları çalıyor gibi. gözlerimin önünden minik bir kan nehri geçip burnuma değiyor. biraz demir biraz alkol kokuyor. o nehirlerde avlanan korsanlar görmek güzel olurdu diye düşünüyorum. konçerto, alkol, sigara, müzik, tebessüm. mükemmel ölüyorum. tek eksik var içimde, tutamadığım bir sıcak el. en çok özleyeceğim bir çift mavi göz.
kapı daha bir şiddetle vuruluyor. ve kırıldı...
içeri birkaç adam giriyor tanımadığım ya da gözlerim fazla flu gördüğü için tanıyamadığım. üzerime doğru koşarlarken artık veda vaktinin geldiğini anlayıp hafif bir tebessüm ile gözlerimi kapatıyorum. sanki beni kovalıyorlardı da ben kapıyı yüzlerine çarptım gibi. gözlerimi kapatırken en çok bir çift mavi gözü özleyeceğim aklıma geliyor. gözlerim kapanıyor.
ilham geldiğinde elime tutuştururum kalemi ve dökülür kağıda. bu da onlardan biri.
Söylenecek çok şey var
o hariç
içimde tuttuğum zamanlar da
dilim varmaz konuşmaya
oyalanmalarla geçer ömrüm
korkarım, sensizliği vadettin gönlüme
mükafatı beklemek olmuş
ve bende bu izdivacı kabul etmişim
yanlızlığımız doğmuş
senden bir parça sensiz.
gittin ya bırakıp hicrana beni ansızın yüreğimin en derin yerinde kaldı sızın,
gönlümde her dem solan çiçeklerin kokusu gelişin açan gül gidişin ölüm korkusu...
...
bir nefes de benim için al
havasızlıktan öldürme beni
bulutlara, yıldızlara benim için de bak
susadım diyorsam
bir yudum su içmelisin
ben yorulduysam sen uyumalısın
ellerim sevilmek istiyor
saçlarım okşanmak istiyor
dudaklarım öpülmek istiyor
anlamalısın.
...
(bkz: dağ rüzgarı)
Artık uyandım uykudan karıştırmıyorum tarla kuşunun türküsünü bülbülünküyle
Ve burada yaşıyorum seni bekliyerek
ve sayarak günleri ve saatleri ve mevsimleri
Ve sen çıkageldiğinde kafamda kurduğum avcıların sesleriyle karşılayarak
biliyorum beni tanıyacaksın başımdaki altın taçtan
hırsız saksağanların değerli taşlarını söktükleri tacımdan
bana soytarıdan kalan tahta kasemden
meşelerin ve Akçaağaçların parıltıları sadakaları beklemedikleri vergi sonbaharın gözalıcı ışıltılarını bıraktıkları kasemden tanıyacaksın
hemen gel süren neredeyse doldu dolacak
ve bana çiçek getirme sanki ölmüşüm gibi
gel düşlerimin kasırgasına kapılıp gitmeden ben
gel seni seviyorum de ve gözden silin sonra birden
ben seni görmeden daha silin
gözlerden bulanık bir likör içinde yüzerek karalanan bir veda görüntüsünde yiterken sen ben sana dönüp şöyle demeden git
''biliyorum seni çok sevdiğimi fakat anımsamıyorum kim olduğunu.''
beni ağlatır bu şiir fakat kimin şiiri olduğunu hatırlamıyorum.çok aradım ama bulamadım.
hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
gözlerimin içine bakmaktan korkma anna.
sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Bir gece, Gecede bir uyku. Uykunun içinde ben. Uyuyorum, Uykudayım, Yanımda sen.
Uykunun içinde bir rüya, Rüyamda bir gece, Gecede ben. Bir yere gidiyorum, Delice. aklımda sen.
Ben seni seviyorum, Gizlice.. El-pençe duruyorum, Yüzüne bakıyorum, Söylemeden, Tek hece.
Seni yitiriyorum Çok karanlık bir andan. Birden uyanıyorum, Bakıyorum aydınlık; Uyuyorsun yanımda.. Güzelce.
yağmurlarla inseydin içime
içim senden yanaydı
yüzümdeki işgaller senden karaydı
seni sevmek en gizli ağlama biçimimdi
sana yazacaklarım sil sil bitmezdi
ve ben
sende hiçbir şeydim
sen bende her şeyken.