bunun bir de farklı bir versiyonu vardır ki ancak yaşanır, mahzuni şerif yaşamıştır, konuşmak hikaye;
''istanbul'a sırtımda bi saz elimde çorapla dondan başka bir şey olmayan naylon bir çantayla geldim. garibanlığın adı batsın, unkapanı'nda bana tarif ettikleri plakçıya gittiğimde 2 gündür içtiğim birkaç bardak sudan başka yiyecek içecek bir şey bulamamıştım, tren paramdan başka para koyamadım cebime. içeri girince üç-dört adam yüzüme baktı, 'şöyle geç bir çal hele' dediler. içlerinden biri 'hele bi nefes alsın adam, gardaş karnın aç mı yemek yedin mi?' diye sorduğunda ağladığım kadar yüzüme yaş döküldüğünü bilmem.''
reflü ameliyatı olduğumda yaşadığım şey. 3 gün yemek yasak, sadece serum vardı. 2. gün annemlerin su içmesine, kraker yemesine bile gözüm dolmaya başladı. ki ben eskiden yemek yemekten nefret eden biriydim.
gözyaşlarının en temiz halidir ,açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğu düşündüğümüzde hani ölmek üzeredir mesela afrikan'ın kurak ovalarından birinde, olamaması gereken bir bitişin son akan damlalarıdır.
yürek burkan içler acısı durum. mideden guruldamalar gelir, evde her türlü peynir, taze sıcak ekmek, binbir çeşit reçel ve daha bir sürü abur cubur vardır. annenin çekirdek çıtlama sesleri gelir içeriden, siz 3 saat sonra yeme hakkınızın olduğu semizotunu hayal edip ağlarsınız.
not: bugün cidden yaptığım şey. yaşların istemsiz süzülmesi garip tabi.