her şey konuşulunca düzelecek sanırdım. tıpkı içince dertlerin kaybolmasını beklediğim gibi...
konuştuktan sonra bir rahatlama değil de sadece biraz daha herkes olduğumu hissediyorum. sanki ağzımdan çıkmış olan kelimeler benim derdimi alıp ağaçlara,arabalara, sigara dumanına,babamın yeşil gözlerine, eski sevgililerin hatıralarına çin de yaşayan insanlara kadar gidiyormuşçasına bir hisse bürünürüm. herkes duydu ve öğrendi. içimde beslediğim şeyin daha henüz nüvesini alamamışken, şahsım tarafından fidan halindeyken ezildi.
karşı tarafın ağzına bakıyorum. beni teselli edecek şeyleri tıpkı atalarından, arkadaşlarından öğrendiği gibi kelime kelime aktarıyordu bana. "zamana bırak", "su akar yolunu bulur", "unutursun" ya da "daha gençsin" gibi geçiştirilmeye çalışılan konuya uygun aracı olsun diye kullanan kelimeleri.
vazgeçiyorum sonra. gömülüyorum içime. içten içe. neden dalgınsın diye soruyor. bilmiyorum diyorum. bir çok sebebi olup da hangi sebepten olduğuna karar veremediğimden sebepsiz olan bu dalgınlık canıma dank ediyor bir süre sonra.
sonra kızılay'a yürüyorum. koştura koştura. binlerce omuz çarpıyor, binlerce kelime havada uçuşuyor, korna sesleri yüreğimi parçalıyor ardından bir ambulans geçiyor herkes yol veriyor ona. ben de bağırsam herkes çekilir mi etrafımdan. ambulanstaki de gidiyor ölüme ben de gidiyorum sen de gidiyorsun. ne güzel demiş tezer özlü:" yaşamaya değil ölmeye geldik."
susmaya karar veriyorum. belki yüz hatlarım anlatır. kelimeler zihne ulaşıyorsa direk, duygular kalbe ulaşır. mademki kelimeler duyguyu aktarmada kekemelik yapıyor öyleyse yerini sukut ve sessizlik almalı diye düşünüyorum.
kalabalık bir ortamda kahkaha atmamın hemen sonrasında...