gözlerine revan cinayetlere gülümsedim,
saçları kaç mavi cehennem söndürmüştü kim bilir,
hüdanın koynunda terk edilmişti;
ifrite aşıktı sözleri,
geceyi yıkayan gözyaşlarına dokunsam;
hırpalanmış arşıma küfrederdi gözleri
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ne de güzel bir gündü oysaki... tanrım ne de güzel. nazende aşk tüccarlarımın meskenimde tüten şehvet kokuları, müteredditinden her gün biraz daha uzaklaşan yavru pelikanım, çeşitli arkadaşlarımca teyit edilen; eski sevgililerimin ölüm haberleri, sabah kahvaltımda osmotik basınç yardımıyla yudumladığım demlenmiş viskim... nasıl mutlu olmayayım ki, nasıl tebessüm etmeyeyim henüz tarumar edilmemiş bu pembe sabaha? neredeyse dış sitoplazmalarıma kadar vücudumu esbab-ı mucibesiz mutluluklar sarmıştı. bu önlenemez mutluluğumu çelimsiz loblu oğlanlarla paylaşmalıydım. tam da bu sırada, birtakım gaydaşlarımdan edindiğim istihbarat aklıma geldi: taksim gezi parkı'nda kafi derecede, enteresan loblu beyefendiler bulunmaktaymış. muteber benliğimin bu topluluğa katılmaması için hiçbir sebep göremiyordum. tanrım nasıl da göremiyordum...
kısa bir hazırlıktan sonra yola koyulmuştum. tedbir amaçlı, robotum gri tlg'yi de yanıma almayı ihmal etmedim. topluluk içerisinde dikkatleri üzerine çekmemesi ve de çalınmaması için yüzünü "v for venddetta" maskesiyle gizledim.
fakat aşiyanımızdan ayrılırken gri tlg beni uyardı:
- tolga bey lütfen mazur görünüz ama; yanımıza en azından bir adet gökkuşağı bayrağı almamız gerekmez mi?
+ hayır benim gri dostum... bir ideolojik çatışmanın içerisine değil, ütopik cezbeye sahip popişkoları avlamaya gidiyoruz.
ah benim mekanik dostum... her zamanki gibi kırmızı led gözlerinin voltajını kısarak gözlerimin içerisine bakmaya başladı, pistonlarını gıcırtarak boynunu büktü. hemen ardından da ağlamaya başladı. yanaklarından akan makine yağlarını silmesi için ona beethoven imzalı peçetemi uzattım. pembe yüreğim ağlamasına daha fazla dayanamazdı. "bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. ama yine de bayrağı alacağız" dedim. bunu duyar duymaz gövdesindeki hoparlörlerden kahkahalar atarak mutluluğunu ifade etti.
kısa bir süre sonra gezi parkı'na yaklaşmıştık. uzaklarda beliren yüzlerce gökkuşağı bayrağı burada birçok gaydaşımın olduğunu tesciller nitelikteydi. robotum gri tlg'ye maskesini kesinlikle çıkarmamasını tembihleyerek yürümeye devam ettim. gökyüzünde tevekkül edilemez bir kasvet vardı. burada hayatımın seyrinin değişeceğini nasıl tahmin edebilirdim ki...
yakınlardan bir kadın sesi duyuluyordu; feryatlar içerisinde yardım istiyordu. pembesel deparlarımı kullanarak sesin geldiği mihraka doğru yöneldim.
hamdüsenalar olsun... bu gerçekten de bir kadındı. yanındaki dört adet oğlan beyefendi tarafından "sikin şu çapulcuyu!" haykırışları arasında taciz ediliyordu. bu tenhada kıstırılmış hanımefendi oldukça hırpalanmıştı. ırkçılık kavgasına tutuşmuş bir su kaplumbağası kadar yaralıydı. sütyeninin bir kopçası kopmuş, beyaz pantolonun yarısı aşağı indirilmiş, saçları alaşağı edilmişti... beni fark etmelerine fırsat kalmadan olaya duhul oldum:
- merhaba oğlan dostlarım, ben pembe tolga. muahezekar benliğimi inanın görmezden gelmeye çalıştım; fakat muhayyileme sirayet edecek olan bu kınanası hadiseye kayıtsız kalamazdım. kalbinizi kırmak gibi olmasın ama; hiç utanmıyor musunuz acaba? gezide binlerce muazzam popolu erkek varken bu dişisel canlıya mütecaviz bir tutum sergilemek neden? size ne kadar teessüf etsem yeridir.
aralarından en çelimsiz olan tecavüzcü bey sinirlenerek üzerime saldırdı. bu saldırıyı bertaraf etmesi için gri tlg'ye gülümsemem yetti; arka kasasından çıkardığı balyozu adamın başına vurarak epifizini oracıkta eziverdi. adamın diğer arkadaşları kaçmaya çalışırken aralarından en sakallı olanını yakalayıp yere yatırdım. robotum gri tlg de ellerine basarak kaçmasını engelledi. fırsattan istifade ederek derhal adamın şortunu aşağıya indirdim. önümde yalnızca derdini anlatabilecek kadar göt olan bir göt vardı. yerden bulduğum bir tahta parçasıyla poposunun sağ ve sol lobunu ayırmak suretiyle birkaç incelemede bulundum: poposunun sağ lobu, diğer sol lobuna nazaran daha fazla tüye sahipti. buradan yola çıkmak gerekirse; yaşadığı evin pencereleri doğuya bakıyor, ve sürekli oturduğu kanepesi de bu pencerelere paralel açıda yerleştirilmişti. bu kısa analizimden sonra mpt'yi (minik pembe tolga'yı) adamın içerisine empoze ettim. onu bir yandan beceriyor, diğer yandan da teessüf ediyordum. tam hazzın mutedil noktasına ulaşıyordum ki; "kahramanııım!" nidaları eşliğinde birisi boynuma sarıldı.
bu az önce taciz edilmekte olan günahkar kadındı. nasıl olur da onu darp etmeyi unutmuştum. kim bilir bu masum beylerin dimağına ne tür zehirli şehvetler sokmuştu; ölse üzülmezdim. becermekte olduğum beyefendiye birkaç bin tl harçlık verip kovdum. artık haddini aşmış bu kadınla yapayalnızdık. kim bilir onu nasıl teessüf edecek, memelerini kesip hangi kemirgenlere yedirecek, yüzüne ne tür asitler dökece... yüzü... tanrım yüzü...
tanrım sen beni ne tür bir müphemle sınıyorsun böyle... bu nasıl bir tenasüh, nasıl bir oyun böyle? ne ara karar verdin iblis yüzlü bir dişi yaratmamaya? hayatımda gördüğüm tek güzel kadındı. yüzüne sakal ektirsem evlenmekten gocunmazdım. neler söylüyorum böyle, nasıl bir gafletin içerisindeyim! herhangi bir gaydaşım bunları duysa beni kim bilir nerede recm ederdi. robotum gri tlg'nin yüzündeki maskeyi çıkarıp bu melek suratlı kadının yüzüne yerleştirdim. onu daha fazla görmek istemiyordum. temaşaya doyamadığım, kıvırcık saçları rüzgarda süzülüyordu. sanki tanrı kendi göğüs kıllarından yaratmıştı. saçlarına daha fazla bakmamak için sırtımı döndüm.
"merhaba" dedi. "merhaba ben ırmak. size ne kadar teşekkür etmem gerek bilemiyorum. beni bu hayvanların elinden kurtardınız" dedi.
kurtarmamıştım halbuki. taciz edilmeye dahi layık olmadığını düşünmüştüm. "hayvan" diye tasvir ettiği adamları asıl onun elinden kurtarmıştım. bunu itiraf edemedim ona, sustum.
omuzlarımdan tutup, beni yeniden kendisine doğru çevirdi. karşı koymadım, yüzüne tekme bile atmak istemedim. yavaşça maskesini çıkardı. gülümseyerek yaklaştı. "teşekkür ederim" dedi. yanağıma ıslak ve minik bir buse bıraktı. gözlerimi kapamıştım. yavaşça dudaklarıma yaklaşıyordu, dişlerimi sıktım. hayatımda ilk defa "kadın" denilen bir canlı dudaklarımın mührünü yırtmak üzereydi. intihar etsem yeriydi, ama karşı koyamadım. yaklaştı, yavaşça yaklaştı... bu ölüm çukuruna usulca kendimi bırakıyordum...
sağ kulağımın yanından geçen ılık havayla irkildim...
hemen ardından da gözlerim doldu. "kadın" denilen bir yaratığı öpmek üzere olduğum için vücudumun buna tepki verdiğini düşünmüştüm. yanılmıştım... bu bir biber gazıydı. beni hayatımın en ölümcül hatasını yapmaktan alıkoymuştu. beni bu hatadan kurtaran biber gazını yerden aldım ve içerisine 6.000 tl iliştirdikten sonra teşekkürlerimi sundum. fakat biber gazlarının ardı arkası kesilmek bilmiyordu. yaklaşık 50 metrelik mesafeden üzerimize onlarcası atılıyordu.
derhal arka cebimden çıkardığım tenis raketimle biber gazlarını karşılamaya başladım. her atılan biber gazını etkili forehand vuruşlarımla geri yolluyordum. adeta roland garros finalinde servis kırma puanı elde eden bir nadal gibi gururluydum. fakat karşımda en az 27 tane federer vardı; farkındaydım. artık her atışı karşılayamamaya başlamıştım. biteviye gerginlikleri sonlandırmak için tasarlanan toma'lar da kendilerini göstermeye başlamıştı. robotum gri tlg'ye kaçmasını söyledim. ıslanıp devrelerini yakmasına göz yumamazdım.
artık başka çarem kalmamıştı... robotum gri tlg ve şirret bayan çoktan kaybolmuştu. yürekleri adavet dolu kolluk kuvvetleriyle tek başıma çarpışmalıydım. zor günler için yanımda taşıdığım "teessüf atar" silahımı kullanmaktan başka çarem yoktu. teessüf atar; mühendislerimce kaos ortamlarında güvenliğimi sağlamak gayesiyle tasarlanan, görünümü minik bir su tabancasını andıran; fakat tetiğe basılmasıyla birlikte namlusundan mikroçiplerle çevrelenmiş minik hoparlörler fırlatan, isabet ettiği hedefe saniyede ağza alınmayacak 870 küfür etme tesirine sahip, düşmanı demoralize ederek etkisiz hale getiren mühendislik harikası silahımdı. bu silahı tasarladıkları için mühendislerimi becersem yeridir.
birkaç teessüf atışı atıp geri çekilmeye başladım. teessüf atar çoktan etkisini göstermeye başlamıştı bile. morali bozulan polislerde huzursuzlanmalar, amirlerine karşı öfke gözlenmeye başlamıştı. hatta aralarında ağlayanlar, istifa edenler de mevcuttu.
gökkuşağı bayrağımı yerden alıp koşmaya başladım. belki kaçıyordum, belki de aralarına taharri memurlarının karıştığı gaydaşlarım gurur duyuyordu benimle. kim bilir belki de renkli ruhlarının mümessiliydim, karanlık ruhlu müstevlilerin katiliydim onlar için. ne değişir ki? ne değiştirirdi gözümdeki yaşları? kifayet eder miydi kahramanlığa? o-klorobenzalmalononitril etkili gaz mı, yoksa gafletine teslim olmak zorunda olduğum sanrılar mı ağlatıyordu beni? bilmiyordum...
ben ağlıyordum yine.
neden bu öfke tanrım , neden bu tezahür?.. bilmiyorum işte.
ben ağlıyorum yine.
gözlerine revan cinayetlere gülümsedim,
saçları kaç mavi cehennem söndürmüştü kim bilir,
hüdanın koynunda terk edilmişti;
ifrite aşıktı sözleri,
geceyi yıkayan gözyaşlarına dokunsam;
hırpalanmış arşıma küfrederdi gözleri
eylemleri sempatik kılmabilmek adına, koca bir zenci penisine fiyonk kondurmuş gibi duran eylem. aynı diğer yöntemler gibi. durma eylemi, piyano resitali, polise caddede karanfil, dar sokakta meşale atmalar falan... yememek gerek.