atilla yayla

entry152 galeri1 video2
    76.
  1. yazdığı ve çevirdiği kitapları üstüste koyunca, kendisine "satılmış" diyenlerin boyunun iki katı olacak profesör.
    3 ...
  2. 77.
  3. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Ankara Üniversitesi'nden almış, 1957 Kırşehir-Kaman doğumlu akademisyen.
    Kurucularından olduğu Liberal Düşünce Topluluğu'nun tüzüğü sayılabilecek "Fikir Hareketleri ve Liberal Düşünce Topluluğu" başlıklı kitabında, bugüne kadar okumadan fikir sahibi olan okur-yazar vasfını haiz olanlar için, okudukları takdirde, bir sırrı keşfetmişçesine hararet ve hakaretle yönelttikleri suçlamaların cevaplarını yıllar öncesinde açıklamıştır.
    Herkesin futbol bilgini, din alimi ve siyaset bilimcisi olduğu, ve bunun için mürekkep deryasında yüzmek zorunda kaldığı bir coğrafyada, onlarca yayını olan bu zatın eserleri bir kez daha mercek altına alınarak yapılan bu derin yorumlar, Atatürk'ün de işaret ettiği "en hakiki mürşit"e bağlılığı her fırsatta gösteren nesiller için iftihar edilesidir.
    Yazılabilecek çok şey var ama, görülüyor ki insanların önünde okuması gereken metinler yığılmış durumda ve zihinlerdeki kes-kırp, çarpıt, saldır menüleri yüzünden lafla salata gemisi yapmanın daha fazla gereği yok.
    3 ...
  4. 78.
  5. rahatsız bünyeler tarafından * reddedilse de Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı adlı yazısıyla milyonlarca insanın takdirini kazanmış, tarafsızca ifade ettiği düşünceleri yüzünden üniversitede ders vermesi engellenmiş iktisat bilimcisi profesör herşeyden önemlisi fikir adamı.
    elbette 7. sınıf ucuz kampanyalara maruz bırakılıp linç edildiği günü iple çekenler, bunun için yanıp tutuşanlar, kendi hayat tarzlarını garanti altına almak için diğer bir hayat tarzını baskı altına almak isteyenler, atilla yayla'yı ve ifade ettiği gerçekleri sevmezler.
    elbette yolsuzluğa hırsızlığa gelince deveyi hamuduyla götürmesine rağmen, atatürk kelimesini ağızlarından düşürmeyen bazı bünyelerin veya bu tür bünyelerle menfaat ilişkisi içinde olanların hoşuna gitmeyecektir atilla yayla'nın ifade ettiği gerçekler. ancak ilaçların tatları da genellikle acıdır ve hastalıkların tedavileri için vardırlar. o yüzden -Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı- adlı yazısını aşağıya eklemek istiyorum. * *

    (bölüm 1)
    Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı
    Türkiye'de gerek demokratikleşmede ve gerekse AB reform sürecinde yaşanan tüm ilerlemelere rağmen, başörtüsü yasağının kaldırılması yolunda henüz bir ilerleme görülmemektedir. Problem dondurulmuş, halının altına süpürülmüş, unutturulmuş veya unutulmuş vaziyettedir ve bazıları bunun problemin çözülmüş olduğunu gösterdiğini düşünmektedir. Oysa, ortada çözülen bir şey yok ve bu yasak insanları mağdur etmeyi sürdürüyor. Ne ahlâkî, ne hukukî olan ve tamamen keyfiliğe dayanan bu yasağın, insanları ağır mağduriyetlere mahkûm etmesi bu konu üzerinde tekrar tekrar durmayı zorunlu kılıyor.

    Başörtüsü Yasağı ve Hukuk
    Bazı kamu otoritelerinin ısrarla yasaklamaya çalıştığı başörtüsüyle ilgili olarak Türkiye'nin hukukî sisteminde yasağa dayanak teşkil eden bir hüküm yoktur. Tam tersine, 2547 sayılı YÖK kanununun ek 17. maddesine göre, yasağın esas belirdiği yer olan üniversitelerde, kılık kıyafet serbesttir. Buna rağmen yüksek okullarda başörtüsü yasağı getiren ve uygulayanlar, hem bu kanunu, hem de, dolayısıyla, Anayasa'nın eğitim hakkıyla ve vatandaşların eşitliğiyle ilgili hükümlerini ihlâl etmektedir. Normal şartlar altında bunu yapanların hukukî takibata uğratılması, yargılanması ve cezalandırılması gerekirdi. Bugün bu yapılamıyorsa, yasakçı zihniyetin zorbalığı yüzündendir. Ancak, yasakçılardan bugün hukukî olarak hesap sorulamaması her zaman böyle olacağı ve eğitim hakkının kullanılmasını engelleyenlerin asla yargılanıp mahkûm edilmeyeceği anlamına gelmez.

    Anayasa ve kanunlarda başörtüsüyle ilgili bir yasak yokken, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın çeşitli kararlarında yasağa temel aramak, hukuku katletmektir. Böyle bir arayış ülkemizde egemen jakoben anlayışın otoriter tavrının klasik tezahürlerinden biridir. Yasakçı ve baskıcı zihniyet, anayasa ve kanunlarda bulunan hakları yönetmelik gibi daha alt ve dolayısıyla anayasa ve kanunlara aykırı olamayacak mevzuat parçalarıyla gasbetmekte, kullandırtmamakta, veya, aynı şekilde, anayasa ve kanunlarda bulunmayan yasakları getirmekte pek mahirdir. Başörtüsü olayında olan da aşağı yukarı budur. Ancak, yasakçılar, ellerini kuvvetlendirmek için, Anayasa Mahkemesi kararlarına atıf yapmayı seviyor ve yasağın bu mahkemenin kararıyla konulduğunu söylüyor. Oysa, anayasa hukuku hakkında biraz bilgisi olanlar, Anayasa Mahkemesi'nin yeni bir hüküm tesis edemeyeceğini, sadece kanunların iptali yolundaki talepleri kabul etme veya reddetme yetkisinin bulunduğunu bilir. O yüzden, başörtüsü yasağına Anayasa Mahkemesi'nin Mart 1989 tarihli başörtüsü kararında temel bulmak hukuken imkânsızdır. Tersini söylemek, yasama yetkisinin halk tarafından seçilen meclise değil, kendi kendini atayan yargı bürokrasisine ait olduğunu ileri sürmekle eş anlamlıdır.

    Esasen, başörtüsüyle ilgili bir yasak, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla konamayacağı gibi, Anayasa ve kanunlarda da temellendirilemez. Çünkü, bu konu, yâni, kılık kıyafet özgürlüğü, insan haklarıyla ilgilidir. Türkiye demokratik bir ülke ise, insan haklarına bu tür keyfî bir sınırlama getiremez. Getirirse, o zaman, bu sistemin adı demokrasi olmaz.

    Kimse yanılmasın, başörtüsü yasağı sadece üniversite öğrencileri açısından değil, bütün kamu görevlileri açısından yanlıştır. Bir liberal olarak, altını çizmek isterim ki, çok istisnaî ve niteliği gereği özel üniforma veya özel kıyafet gerektiren ve başörtüsü takmanın bu tür kıyafetlerin oluşmasını engellediği objektif olarak ve makul bir insanı ikna edecek şekilde ispatlanan işler dışındaki hiçbir kamu görevinde, başörtüsü yasağı uygulanamaz. Yâni, başörtülü öğretmen, doktor, hastabakıcı, hemşire, hâkim de olabilir. Üniversite öğrencileriyle ilgili yasaksa tam bir komedidir.
    2 ...
  6. 79.
  7. (bölüm 2)
    Kamusal Alan ve Başörtüsü Yasağı
    Kamusal alanla ilgili tartışmalar ve bu kavrama dayanan tezler yasağı haklılaştıracak bir hukukî zemine varılmasını sağlamaz. Kamusal alan siyaset felsefesinde tartışılan bir konudur ve tartışmalı bir felsefe kavramından hareketle insanların hayatını derinlemesine etkileyen konularda hukukî hüküm tesis edilemez. Nitekim, bütün gürültü patırtıya rağmen, başörtüsü takanlarla ilgili işlemler, hep, hukukî değil idarî işlemler olagelmiştir. Başörtüsü kullananlar hukukî bir takibata maruz bırakılamamış, idarî müeyyidelerle, sözüm ona cezalandırılmıştır. Bu dahi, hukuk sistemimizde başörtüsü yasağına bir temel bulunmadığının ispatıdır.

    Kamusal alan tanımları çok tartışmalıdır. Kamusal alan nedir? Değişik yorumlar yapılabilir. Kamusal alan, egemenliğin bir yansıması olarak, kamu otoritesinin geçerli olduğu her alan mıdır? Yoksa, bir kamu görevinin ifa edildiği yer midir? Veya, bir kamu görevlisinin bulunduğu mekân mıdır? Bu üç bakışın hiçbiriyle başörtüsü yasağı konusunda anlamlı ve yasağı haklılaştırıcı bir sonuca ulaşılamaz.

    ilkini ele alalım ve diyelim ki kamu otoritesinin söz sahibi olduğu her yer kamusal alandır. Bu durumda, başörtüsü yasağını alabildiğine genişletmek gerekir. Toplum hayatında kamu otoritesi teorik olarak her yerde geçerlidir, bu otoritenin fiilen tezahür etme biçimi, derecesi ve sıklığı, duruma ve şartlara bağlı olarak, değişse bile. Meselâ, sokaklar da kamu otoritesinin geçerli olduğu yerlerdir, öyleyse, sokakta da başörtüsünün yasak olması gerekir. Bu kadar değil, dahası var: Evimiz elbette bizim özel alanımızdır, lâkin orada da, duruma bağlı olarak, kamu otoritelerinin yetkileri vardır. Eşinize veya çocuğunuza kötü muamele ederseniz, kamu adına evinize müdahalede bulunulabilir. Yâni eviniz de bir kamusal alana dönüşebilir. Bu durumda, evlerde bile başörtüsü yasağının bulunması gerekmez mi?

    Yok, bir kamu görevlisinin bulunduğu yer kamusal alandır dersek, yine problemlerle karşılaşırız. Önce sormamız lâzım: Bir kamu görevlisinin fiilen görev yaptığı her yer bir kamusal alan mıdır? Eğer böyleyse ve yasak kamusal görev veya hizmet alanlarını kapsayacaksa, üniversiteler yanında parklar, vergi daireleri ve hastaneler de başörtüsünün yasak olduğu yerler arasında olmalıdır. Bu kamusal alan yorumuna dayanan yasağın hukukî ve ahlâkî bir temeli varsa, yasak buralara kadar uzatılmalıdır. Niye uzatılmıyor, uzatılamıyor peki? Çünkü, yasak, sağlam, hukuka dayanan ve vicdan kanatmayan bir ilkeye oturmuyor da ondan...

    Kamusal alan tanımlarının üçüncüsü doğruysa, yâni bir kamu görevlisinin bulunduğu her yer kamusal alansa, o zaman, kamu görevlilerinin üstüne "kamusal alan yaratıcısı geliyor, başörtülüler savulun" diye bir uyarıcı levha, işaret vs. yapıştırıp dışarı öyle çıkmalarını sağlamak gerekir. Sakın yanlış anlamayın, bu söylediğim şeydeki komiklik benim komiklik yapmak istememden kaynaklanmıyor, yasakçıların savunuyor olabileceği bir anlayıştan türüyor. Size komik geliyor olabilir, ama bu olayın ilginç tezahürleri var. Örneğin, bir kamu görevlisi olmasa da kamu otoritesini temsil eden biri olarak Cumhurbaşkanı Sezer, kalksa, Ankara Söğütözü'ndeki Yimpaş Süper Market'e alışverişe gitse, ne olur? Orası bir kamusal alana mı dönüşür? Dönüşürse Yimpaş'ın başörtülü müşterilerinin Yimpaş'ın kendi elemanları veya Sezer'in korumaları tarafından dışarı atılması mı icap eder, laiklik adına ve uğruna? Devlet memuru akşam evine vardığında orası da mı kamusal alan olur ve eşinin başörtüsünü çıkarması gerekir? Şu söylenebilir: Kamu görevlisinin bir kamu göreviyle bulunduğu mekân kamusal alandır. Lâkin, bu da problemi çözmeye yetmez. Meselâ, Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir hemşire bir aşı kampanyası vesilesiyle bir köye gitse ve köy meydanında topladığı kişilere aşı yapsa, bu o köyü veya köy meydanını kamusal alana çevirir ve hem hemşirenin hem de köylü kadınların başının açık olmasını mı gerektirir?

    Görüldüğü gibi, kamusal alan tartışmalarından anlamlı bir sonuca ulaşmak imkânsız. Özgürlükçü bir ülkede, vatandaş, her türlü kamusal alanda veya kamusal olduğu iddia edilen alanda başörtüsü takma veya takmama özgürlüğüne sahiptir. Bu çerçevede yapılan özel alan- kamusal alan karşılaştırmalarında da yasakçıların mantığı yanlış işlemektedir. Diyorlar ki, "bir özel davet veriyorsam, istersem başörtülüleri alabilirim, ama kamusal alandaki bir davette, istesem de, başörtülüleri alamam". Bu düşünce tarzı yanlıştır. Sağlıklı bir mantık şöyle işler: Bir kamu görevlisi olsam bile, istersem, özel davetime başörtülüleri kabul etmem, buna hakkım vardır, ama kamusal alandan başörtülüleri dışlayamam, zira bu hem Cumhuriyet sistemine, hem demokratik rejime ve hem de insan haklarına aykırıdır. Elimizde tipik bir olay var, ona bakarak durumu daha iyi kavrayabiliriz. Sezer, oğlunun düğününü Çankaya Köşkü'nde yaptı ve başörtülüleri davet etmedi. Çankaya'daki bu binanın topluma ait olduğu ve bu nedenle böyle bir kullanımın uygun olmadığı yolundaki eleştirileri bir yana bırakıp, bu olayın Sezer ailesinin özel bir olayı olduğunu kabul edelim. Bu durumda, Sezer'in başörtüsü kullananları çağırmamasının, sosyal açıdan şık olmasa bile, kendi tercihi olduğunu ve kimsenin buna bir şey diyemeyeceğini söyleyebiliriz. Yâni, Sezer'in başörtülüleri çağırmamasını normal karşılayabiliriz. Olur ya, başörtüsünü sevmeyebilir veya başörtüsü takanları davet etmemek için kendine göre gerekçeleri olabilir. Ama, 29 Ekim resepsiyonundan başörtülüleri dışlamasını normal karşılayamayız. Bu tavır, Cumhuriyet fikrine de, demokrasiye de, ve, evet, laikliğe de aykırıdır. Kısaca, özel alanımızda dışlayıcılık yapabiliriz, ama kamusal alanda yapamayız; tabiî, Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğin ne olduğundan gerçekten habersiz değilsek...

    idarenin Tarafsızlığı ve Türban Yasağı
    Bazıları, başörtüsü yasağını, idarenin tarafsız olması gereğine dayandırmaya çalışmaktadır. idarenin elbette tarafsız olması lâzımdır. Ama idarenin tarafsızlığının yasağa gerekçe yapılması yanlıştır. Aslında, yasak olayında, idare başörtülülere negatif ayrımcılık yaparak tarafsızlığını bozmaktadır. Bu durumda idarenin ajanları, başı açık olanları başı örtülü olanlara tercih etmekte, üstün tutmaktadır. idarenin tarafsızlığı, başörtüsü kullananlarla kullanmayanlar arasında ayırım yapılmamasını gerektirir. Ayrıca, idarenin tarafsız olmasından maksat, idare cihazının korunması değil, kamu görevlilerinin vatandaşlar ve vatandaş kitleleri arasında, lehte veya aleyhte, ayrımcılık yapmasını önlemektir. Başka bir deyişle, burada tarafsızlık amaç değil araçtır ve tarafsızlıkta maksat bireysel olarak vatandaşları veya gruplar olarak vatandaş kitlelerini gayri âdil, haksız ve keyfî muameleden korumaktır.

    Tarafsızlığın özü, idarenin eylem ve işlemlerini dayandırdığı kuralların objektif, soyut ve genel olması, yâni vatandaşlar arasında negatif veya pozitif ayrımcılık yapmamasıdır. idarenin tarafsızlığı, bahsettiğimiz nitelikteki kurallara ilaveten, idarenin haksız ve taraflı muamelelerine karşı başvurulabilecek hukuk makamlarının varlığını ve etkili şekilde çalışmasını gerektirir. idare cihazında görev yapanların dinî, felsefî vb. değerler bakımından tarafsız olması tarafsızlığın sağlanmasında üçüncü- dördüncü derecede önem taşır. Bu ancak ve ancak idarî otoritenin keyfî olarak ve denetimsiz kullanıldığı yerde birinci sırada gelecek kadar mühimdir. idarî otoriteyi ellerine geçirdiklerinde tanrısallaştıklarını ve vatandaşın hayatına istedikleri gibi müdahalede bulunmaya hak kazandıklarını zannedenler ve zaman zaman bu tür müdahalelere fiilen yeltenenler, aynı otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalinden paniğe kapılmaktadır. Çünkü, kendilerinin başkalarına yaptığının onlara da yapılabileceğini düşünmekte veya hissetmektedir.

    Ayrıca, idarenin tarafsız olması gerektiği iddiasıyla bazı bireylere yasak getirenlerin kendileri tarafsız değildir, tam taraftır. Tarafsızlıkla kastettikleri aslında tarafsızlık değil, herkesin onların tarafında olmasıdır. Unutmayalım ki, başörtüsü takmanın bir değer yansıtıcısı olması gibi takmamak da; başörtüsü kullanma hakkını savunmak kadar ona karşı çıkmak da bir değer yansıtıcısıdır.

    Başörtüsü takanların bunu propaganda amacıyla yaptıkları iddiası da, doğru bile olsa, yasağı meşrulaştırmaz. O zaman, herkesin kılık kıyafetiyle, tarzıyla, propaganda yaptığı iddia edilebilir. Keza, başörtüsünü siyasî bir simge olarak kullanmanın, hatta bir ideolojinin bayrağı gibi dalgalandırmanın da bir mahzuru yoktur. Herkesin sembolü kendisine aittir ve siyasî sembol kullanmak ifade özgürlüğünün bir parçasıdır. Başı örtülülerin değerleri olduğu gibi başı açıkların da değerleri vardır. idare cihazının elemanları, bir grup vatandaşı, onların taşıdıkları değerler kendi değerlerine ters olduğu için aşağı göremez ve haklarını elinden alamaz.

    idarenin tarafsız olması gereğinin, kamu görevlileriyle ilgili yasağı bile haklılaştıramazken, üniversite öğrencileriyle ilgili yasağı hiçbir şekilde haklılaştıramayacağı açıktır. Öğrencilerin hiçbir şekilde tarafsız olma gibi bir mecburiyeti yoktur. Onlar, kamu hizmeti veren değil, kamu hizmetinden yararlanandır. idarenin parçası değil, idareyle muhatap olandır. Öğrencilere uygulanan hukuk ve ahlâk dışı yasak normalse, hastaneye gidene, vergi ödeyene, tapu çıkarana, parkta oturana, belediye otobüsüne ve DDY trenine binene de bu yasağı uygulamak gerekir.
    2 ...
  8. 80.
  9. (bölüm 3)
    AB Hukuku, Başörtüsü ve Baskı
    Başörtüsü kullananların böylelikle diğerleri üzerinde baskı kurduğu iddiası hiçbir şekilde ciddiye alınamaz. Bu iddia kelimelerin anlamlarının nasıl çarpıtıldığının iyi bir örneğidir. Baskı kurmanın en önemli şartı fizikî zor kullanmadır. Bu tür bir davranış suçtur ve böyle bir suç ortaya çıktığında olay zaten başörtüsünü çoktan aşmış ve meselâ darba, fizikî saldırıya dönüşmüştür. Baskı psikolojik olarak da kurulabilir denebilir. Psikolojik baskı, yalıtılmış bir ortamda, hürriyet engellenerek ve kişinin rızası hilafına yapılıyorsa, bu da bir suçtur. Bunun tipik bir örneği, istanbul Üniversitesi'nin meşhur "ikna odaları"dır. Hayatın doğal akışı içinde kişiler başkalarının kılık, kıyafet ve icraatlarından bir şekilde etkileniyorlarsa, bu psikolojik baskı değildir.l Bir kadın kendisinden daha güzel bir kadın görünce kıskanıyorsa, kimilerinin kıyafetleri kimilerini imrendiriyor veya tiksindiriyorsa, iyi akademisyenler kötü akademisyenleri tartışmalarda ma ediyorsa, kısa boylular uzun boyluların yanında cüce gibi kalıyorsa, bunların önlenmesi gereken veya önlenebilecek psikolojik baskılar yarattığını iddia etmek gülünçtür. Bu tür sözüm ona baskıları önlemek için, insanî hayatı sona erdirmek gerekir.

    AiHM'nin Leyla Şahin kararına yansıyan ve patenti Türk Anayasa Mahkemesine ait olan, birilerinin başörtüsü takmasının diğerlerine baskı yapma veya çoğulculuğa zarar verme anlamına geldiği argümanı, çoğulcu toplum anlayışına ve özgürlüklerin koruyucusu hukuka bir hakarettir. Özgürlükleri koruma bilimi olan hukukun çarpıtılması ve gerçek baskıcılığı ve hoşgörüsüzlüğü maskelemek için kullanılmasıdır. Aklın ve mantığın ters yüz edilmesidir. Hiçbir toplum homojen değildir; inançlar, tercihler zevkler, hayat tarzları, kıyafet tercihleri vb. bakımlardan her geniş toplumda büyük bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik unsurları bazen yan yana kompartımanlarda, bazen iç içe yaşarlar. Bunlar arasındaki farklılıkların birbirlerine baskı yapmak anlamına gelmesi düşünülemez bile.

    Bırakın toplumsal grupları, bireyler bile çoğu zaman kendi bünyelerinde zengin bir çeşitliliği yansıtır. Kendimi anlatayım, en iyi bildiğim kişi olduğum için: ideolojik arkadaşlığımı liberallerle kurup, liberal olmayanların da bulunduğu Fenerbahçeliler camiasının bir parçası olabilirim. içki içen bir arkadaşımla meyhaneye gidip, bir dindar arkadaşımla birlikte bir ilahîyi seslendirebilirim. Nesimi'nin "Haydar Haydar"ını ve Queen'in bir parçasını aynı anda ezberleyebilirim. Her insan aynı durumdadır. Çeşitliliği baskıcılık sananlar, bireysel ilgi ve kimliklerin çeşitliliğinin bireylerin kendi kendilerini baskı altına almaları sonucunu yarattığını ileri sürmeye benzer bir şey yapmaktadırlar.

    Bir toplumdaki insanî çeşitliliğin tezahürlerinin insanların veya grupların birbiri üzerinde baskı kurmasına sebep olduğunu ancak tek biçimliliği yücelten totaliter zihniyetliler iddia edebilir. Çeşitlilik, çeşitlilik unsurlarını koruyarak ve bir grubun diğerleri üzerinde fiilî, fizikî baskı kurması engellenerek muhafaza edilebilir. Bu baskıyı en ağır biçimde ve herkesi kapsayacak şekilde kurabilecek olan devlettir. Devletin çeşitliliğin unsurlarından birini bastırmasının çeşitliliği koruma çabası olarak sunulması, Yahudileri yok eden Nazilerin böyle yapmakla insanların çeşitliliğini sağladığının iddia edilmesiyle eş değerdir. Elinde devlet cihazının imkân ve araçları olmayan sivil vatandaşlar kimsenin üzerinde baskı tesis edemez. Yasakçılığın ardında yatan arzu çoğulculuğu korumak değil tek biçimliliği empoze etmektir. Yasakçılar herkesin kendileri gibi inanmasını, yaşamasını, giyinmesini istemektedir. Asıl baskıcılık budur, çoğulculuğa asıl böyle zarar verilebilir..

    AiHM'nin Leyla Şahin kararının Türkiye'deki yasakçılığı onayladığı iddiası da bir çarpıtmadır. Karar, sadece, topu Türkiye'ye atmaktadır. Yasağın Türk mevzuatına uygun olduğunu ve bu konudaki kararın Türk yargısına ait olduğunu söylemektedir. Bu kararın AB'yi bağlayacak bir içtihat oluşturduğunu söylemek için de, en azından, erkendir. Bu karardan sonra AB ülkelerinde üniversitelerde bir yasak doğmamıştır. Esasen, Fransa dahil, hiçbir AB ülkesinde üniversitelerde başörtüsü yasağı bulunmamaktadır. AB'deki bu serbestlik Türkiye'deki yasağın AB standartları açısından da yanlış olduğuna bir delil teşkil etmektedir. Kaldı ki, insan hakları felsefesinden haberdar biri için, bir insan hakkının kullanılmasının tezahürlerinin mahkeme kararlarıyla geçersizleştirilmesi düşünülemez.
    2 ...
  10. 81.
  11. (bölüm 4)

    Fransız Jakobenizmi ve Türk Jakobenizmi
    Fransa'daki yasaktan Türkiye'deki yasağa dayanak çıkarmaya çalışanlar Türkiye'de yaşayanların aklını ve bilgisini hafife almaktadır. Fransa'da bizdeki kadar geniş bir yasak alanı yoktur. Türkiye'deki bütün ilköğretim, lise, yüksekokul ve üniversitelerde, güya özel dershane ve okulların hepsinde, sürücü kurslarında, belediye meslek kurslarında ve daha birçok. yerrde yasak vardır. Bu, jakoben Fransızlar için bile aklın alabileceği bir şey değildir. Fransa'da özel ilköğretim okullarında ve kiliseye ait ilk-orta öğrenim okullarında yasak yoktur. Üniversitelerde ise yasaktan hiç söz edilmemektedir. Başörtüsü mağdurlarını ve yakınlarını temsil kabiliyetine sahip bir siyasî hareketin lideri olan başbakan, Fransa gerçeğinden hareketle, bir uzlaşma arayışı adına, "başörtüsü hiç olmazsa özel okullarda serbest olsun, böyle bir ara çözüm bulalım" teklifini yaptı. Bu sözleri üzerine, yasakçı zihniyetin sözcüleri ve kalemşorları, zaten çürütülmüş iddialarına giydirilen öfke ve nefretle, başbakana saldırdı, hakarete varan sözler sarf ederek, bu teklife de hayır dedi. Bence de bu teklif yanlıştı, ama tamamen farklı sebeplerle...

    isteyen kişi, grup ve yatırımcılar, başörtülü, sakallı, dindar, namaz kılan öğrencilerin kabul edilmeyeceği özel okullar kurup işletebilirler, ama devlet okullarında insanlara inançlarından, hayat tarzlarından veya kıyafetlerinden dolayı bir ayrımcılık uygulanamaz. Bu okullar devlete- hadi diyelim Cumhuriyet rejimine- aittir. Yâni bütün halkındır. Bu okulları kurma görev ve yetkisini memurlara-siyasîlere vatandaşlar vermekte ve bu okulların bütün giderleri de vatandaşların vergileriyle karşılanmaktadır. Nasıl olur da, başörtülü öğrencilerin ailelerinin ödediği vergilerle kurulan ve yaşatılan okullara onların çocukları kabul edilmez? O zaman bu rejimin bir meşruiyeti kalmaz. Böyle bir rejime cumhuriyet de demokrasi de denemez. O yüzden, "ayrımcılık" özel okullarda -belki- yapılabilir, ama devlet okullarında asla yapılamaz.

    Laiklik Başörtüsünün Serbest Oolmasını Gerektirir!
    Başörtüsü yasağı Türkiye'de tam bir akıl ve izan tutulması yaşandığını göstermektedir. Yasakçı zihniyet, siyaset felsefesinin ve hukukun bütün kavramlarını çarpıtılmakta, akıl, mantık ve sağduyuyu sükût ettirmektedir. işin kötüsü, bu konuda rasyonel, dürüst, âdil ve sonuç getirici bir tartışmanın yapılamaması ve yasakçı tezlerin çürütülmesinin bu tezlerin bırakılmasını ve yasağın iptal edilmesini sağlayamamasıdır.

    Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk sisteminde başörtüsü yasağının hukukî bir temeli yoktur, bu yasak illegaldir, kaba güç sayesinde ayakta durmaktadır. Kamusal alan- özel alan ayrımlarıyla veya idarenin tarafsızlığı argümanlarıyla da bu yasağa hukuka dayanan bir zemin temin edilemez. Güya laikliği koruma adına uygulanan bu yasak esasında laikliğe de aykırıdır. Yasak laikliği bir siyasî- hukukî ilke olarak benimsemekle doğru yapan, ama koordinatlarını yanlış seçen Türkiye'nin laiklik iddialarının geçerliliğini azaltmaktadır.

    Laiklik, devletin, dinler karşısında maksimum tarafsızlığını, çeşitli dinlere mensup vatandaşlar arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapmamasını gerektirir. Bir laik devletten iki şey beklenir. ilki, herhangi bir dindarın veya dinî grubun, insan hakkı ihlâlleri yaparak diğer dindarlara veya dinî gruplara / yahut aynı dinin farklı yorumlarını benimseyenlere zarar vermesine engel olmaktır. ikincisi, devletin kendisinin bir dini teşvik etme veya engelleme gibi bir tavırdan ve buna yönelik icraatlardan uzak durmasıdır. Burada korunan devletin kendisi değil vatandaşlardır, vatandaş kitleleridir.

    Başörtüsü yasağında devlet başörtülüleri negatif, başı açıkları pozitif diskriminasyona tabi tutmaktadır. Bununla da kalmamakta, zaman zaman vatandaşları birbirlerine karşı kışkırtmaktadır. Bu laikliğe aykırıdır. Laikliğin geniş bir toplumda çoğulculuğu korumanın araçlarından biri olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bir siyasî ve hukukî ilke olarak laikliğin demokrasiyi teşvik edebileceği de açıktır. Bir dinî diktatörlük altında yaşamak elbette kötü bir şeydir. insanlar kendilerine bir dinin görüş ve ritüellerinin zorla takip ettirilmesinden hoşlanmazlar ve bunda haklıdırlar. Ancak, dinî baskılardan duyulan endişe ve bunların önlenmesi talepleri, dinin ve dindarların bastırılmasını gerektirmez veya böyle bir bastırmayı meşru kılmaz. Başörtüsü kullanmak laiklik açısından bir problem yaratmaz, aksine, başörtüsü serbestliği laikliği kuvvetlendirir. Laiklik, meselâ, Türk Medenî Kanunu tamamen bir islâmî yoruma dayandırılmak veya Kuran Anayasa yapılmak istenirse, başörtüsü kanun ve idare vasıtasıyla mecburî hâle getirilmek istenirse tehlikeye düşer. Elbette buna karşı uyanık olmak ve bu tür teşebbüslerle mücadele etmek gerekir; ama, dinî hayatın tezahürleri laiklik için bir problem olarak görülemez. Kısaca, laiklik, başörtüsünün yasaklanmasını değil, başörtüsü takıp takmamanın, kadın vatandaşlarımızın tercihlerine bırakılmasını gerektirir.

    Yasak Hemen Kaldırılmalıdır!
    Çağdaş medeniyetin en önemli öğesi insan haklarına saygı ve siyasî ve hukukî sistemlerin insan haklarının azamî ölçüde yaşanmasına imkân verecek şekilde tesis edilmesidir. Klâsik insan hakları hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarıdır. Bunlar insanların doğuştan sahip olduğu ahlâkî temelli haklardır. Toplu hâlde yaşarken kullanılan haklar genellikle bu hakların bileşiminin tezahürü olarak dışarıya yansır. Bu çerçevede, başörtüsü takma hürriyet hakkının bir türevidir ve din ve vicdan özgürlüğünün ve kıyafet özgürlüğü adı verilen sivil özgürlüklerin bir yansımasıdır. Ancak, Türkiye'de başörtüsü yasağı abartılmış ve sadece bir hürriyet ihlâli teşkil etme noktasını çoktan aşarak, düpedüz, hayat hürriyet ve mülkiyet hakkına toplu bir saldırıya dönüşmüştür. Bu çok vahim bir durumdur. Bu yasakla, bir kısım vatandaş, haklara dayanan normal ve insanî bir hayat yaşayamaz duruma düşürülmüştür. Bunu daha fazla sürdürmenin anlamı yoktur. Yasak kalkmalıdır.

    Başörtüsünün -türbanın- millî olmadığı, Araplardan bize geçtiği, dinde yerinin bulunmadığı veya dinin esası olmadığı türünden iddialar gayrı ciddidir. Sadece sahiplerini bağlar. Ayrıca, doğru bile olsa yasağı meşrulaştıramaz. Neyin yerli neyin yabancı olduğu da sonu gelmeyecek bir tartışmadır. Türkiye'nin yasağa Avrupa'da destek araması da ahlâk ve akıl dışıdır. Akıl dışıdır, zira, böyle yapmakla, Türkiye Avrupa'nın çoğulculuğuna katkıda bulunma ve insan hakları konusunda Avrupalılara mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde müdahalede bulunma imkânını elinden kaçırmaktadır. Başörtüsü yasağını -ve umulur ki Kürtçe yasağı başta olmak üzere başka yasakları- kaldırmış bir Türkiye, Avrupalılara, çoğulcu demokrasi ve Müslümanların hayat tarzına saygı konusunda ders verebilecek bir konumda olabilecektir.

    Yasağın kaldırılmasının zamana bırakılmasını söylemek, eğer mağdur değilseniz, kolaydır. Ancak, akıl ve ahlâk, kendimizi mağdurların yerine koyarak, durumu anlamaya çalışmayı gerektirir. Problemi zamana bırakalım diyenler, kendi hayatlarını karartan bir zulmün ortadan kaldırılmasını zamana bırakmak ister miydi? Yasağın kaldırılmasını mağlup-galip psikolojisiyle ilişkilendirmek de anlamsızdır. Burada birbiriyle eşit iki taraf yoktur. Bir tarafta hayat ve hürriyet hakkına saldırıyla muhatap olan zavallılar, öbür tarafta, haksız bir yasağı dayatan zorbalar vardır. Bir insan hakkı ihlâlinin olduğu yerde, yapılması gereken tek şey, hemen bu ihlâlin önlenmesi, ortadan kaldırılmasıdır. insan hakları ihlâllerini önlemenin hiç kimseye hiçbir maliyeti yoktur. Başörtüsü yasağı, hemen, şimdi, derhal kaldırılmalıdır.

    Prof. Dr. Atilla Yayla
    2 ...
  12. 82.
  13. nur serter'e türban, laiklik, sosyoloji dersi veren profesör. tokat gibi bir video.

    &mode=related&search=
    7 ...
  14. 83.
  15. mantıklarıyla değilde insiyaklarıyla hareket edenlerin, "ya bu adam ne demek istiyor" diye bir kere merak etmeden, sağdan soldan duyduklarıyla sövdüğü kişi.
    3 ...
  16. 84.
  17. 85.
  18. asrın ekonomi müceddid'i. allah bağışlasın çok çapkınmış. kendisi diyor.

    bu konuda kendisine asrın getirdiği tereddütler'i okuması önerilebilir. hem bedavaya alır hem de kargo ücretini araştırma fonundan sağlar.
    1 ...
  19. 86.
  20. liberalizm adlı kitabını "kalbinde biraz olsun özgürlük kıpırtısı olanlara..." diyerek açan bilim adamı.
    1 ...
  21. 87.
  22. beyinsizcesine tektipçilik yapanların anla(ya)mayacağı alim; özgürlük insanı...
    7 ...
  23. 88.
  24. türkiye de aslında ne cumhuriyet ne de özgürlük olmadığını bir kaç bölgeyi ellerinde bulunduran diktaların hakimiyetindeki bir ülkede yaşadığımızı yeniden gözler önüne seren olayın başrol oyuncusudur . Nitekim şaşırılacak bir şey yoktur kuruluşundan bu yana türkiye de fikirleri yüzünden bir çok insan hapse atılmış ve idam edilmiştir velhasıl balık baştan kokar...
    3 ...
  25. 89.
  26. titrleri, makamları bir yana, tektipçiliğin ve atgözlüklülüğün dibini bulmuş, mantıksal yüzeyselliğinin (komikliğinin) farkında dahi olmayan hatta kendilerini entellektüel zanneden post-modern gerici zavallıların yeni hedefi.
    http://www.internethaber....75&uniq_id=1174425738
    3 ...
  27. 90.
  28. en iyi cevabı ümit zileli tarafından verilmiş talihsiz açıklamaların sahibi sözde aydın.kısaca link verip geçmek isterdim ve fakat herkesin yazılanların en azından üç beş satırını okumasını istediğimden,iki entry şeklinde sunabileceğim cevaptır.buyrun efendim;

    türk devrimi 1:

    - Tarihsel olay ya da olgular, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirilebilir. Ancak o zaman bir anlam taşır, bilimsel değere ulaşabilir...

    Prof. Atilla Yayla , geçen hafta köşemde yer alan mektubunda geliştirdiği "Ortak Medeniyet Paradigması" na göre 1925-1945 yılları arasının yeteri kadar medenileştirici olmadığını (gerici olduğunu), 1950-60 döneminin daha ilerici olduğunu ileri sürüyordu...

    Bir saptamayla başlayalım; burada konu edilecek dönem 1923-1938 arasıdır. Bu dönem Atatürk 'ün ölümüyle noktalanan Kemalist dönemdir. Ardından gelen inönü dönemi, bir ölçüde devrimlerin bekçiliğinin üstlenildiği, ancak devrimci atılımların durduğu, 46'dan itibaren de devrimin temel doğrultusundan önemli ödünlerin verildiği bir dönemdir. 1950'den bugüne dek yaşanan süreç ise Kurucu Meclis ve 61 Anayasası dışarıda tutulursa "Karşıdevrim" dönemidir.

    Şimdi yukarıda sözünü ettiğim bilimsel kritere göre soralım:

    - Mustafa Kemal, hangi amaca ulaşmak için yola çıktı?. O tarihte, Türkiye ve dünya koşulları nelerdi? Kemalist devrimciler o amaca yönelik olarak neleri gerçekleştirdi?. Ve Atatürk devrimi ya da Türk devrimi nereye ulaştı?

    ***

    Önce hem dünyada hem de Türkiye'de 1923 koşullarına bakalım:

    Dünya savaşından henüz çıkmış ve var gücüyle 2. Dünya Savaşı'na hazırlanılan bir dönem söz konusudur. Bu dönem, Milletler Cemiyeti'nin varlığına karşın emperyalizmin en azgın, en acımasız olduğu dönemdir. Birinci savaşın sonunda otoriter monarşiler ve hanedanlıklar sona ermiştir. Dünya üzerinde azgelişmiş olup da bağımsız kalabilmiş pek az ülke vardır ve bunların ikisi hariç (tampon bölge olan Tayland ve Afganistan), diğerleri ya ikinci savaş öncesi ya da savaş içinde emperyalistlerin çizmeleri altında ezilmiştir. Ayakta kalan tek ülke Türkiye Cumhuriyeti'dir... Üstelik aynı dönem bugünün demokratik ülkelerinin durumuna da bakmak gerekir; italya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933, ispanya 1938 yılında faşizme geçiş yaptı. Fransa ise hızla o yola kayıyordu. Diğer tarafta ise 1917 devrimini yapmış olan Sovyet Rusya, Marksizm deneyimini yaşıyordu. 1919 Versailles Barış Anlaşması yapılırken Alman heyetinde bulunan ünlü toplumbilimci Max Weber 'in şu tanımı, demokrasiye hangi gözle bakıldığını anlatmak açısından çarpıcıdır:

    - Demokraside halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder, "Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin" der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar!..

    Gelelim Türkiye'nin koşullarına; 1923'te nüfusun yaklaşık yüzde 90'ı, yoksulluk sınırı altında yaşayan, örgütsüz, dağınık köylülerdi. Söz konusu olan, 11 milyonluk bir ümmet toplumuydu. Ulaşım yok denecek kadar az, pazar ilişkileri ise neredeyse sıfırdı. Otomobil, kamyon gibi araçlar Anadolu'da bilinmiyordu. Toplumun ancak yüzde 5'i okuryazardı.

    ileriki yıllarda (ve tabii bugün) Mustafa Kemal ve Kemalist dönemi, önce "sosyalizmi getirmediği" için, daha sonra da demokrasiyi uygulamadığı için eleştiren birtakım aydınlar, "Niçin referanduma gitmedi" diye sormayı da ihmal etmezler!.. Referandumla devrim yapıldığını (!) tarihin kaydetmemesi bir yana, insaf ve vicdan sahibi hiçbir aydın, böylesine bir istemi ileri süremez... Demokrasinin koşullarına kısaca bir göz atalım:

    - Eğitim, sanayileşme, kentleşme, kişi başına düşen milli gelirin yoksulluğu geride bırakması, örgütlü toplum, yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı...

    Aslında bunların tümünün olması bile demokrasinin kendiliğinden oluşacağı anlamına gelmez. Bir de öznel koşul vardır: Demokratik kültür!. Yaşam biçimine dönüşecek bir demokratik ortam ancak zamanla oluşur. O zamanın Anadolu'sunda saydıklarımın biri bile yoktu!. Yukarıda saydıklarıma eklemeliyim; kişi başına milli gelir 70 dolardı. Telefon, o da manyetolu olarak yalnızca devlet kurumlarında mevcuttu...

    Peki, Mustafa Kemal ne yaptı, hangi yolu seçti ve nereye ulaştı?

    türk devrimi 2:

    1923'te dünyanın ve Türkiye'nin içinde bulunduğu koşulları anlatmıştım. Demokrasinin hemen her türlü koşuluna sahip ülkelerde bile faşizmin yükseldiği bir dünyada, bu koşulların hiçbirine sahip olmayan Türkiye'de Mustafa Kemal nasıl bir yönetim düşünüyordu?..

    O günün dünyasında durum şuydu: Bir yanda dünyanın büyük bölümünü sömürgeleştirmiş ve bu sayede gelişmiş emperyalist ülkeler, diğer yanda yoksul sömürge ve yarı sömürge ülkeler... Ve bir de kendi özgün modelini oluşturan Sovyetler Birliği. Batı örnek alınabilir miydi?.. Hayır! Çünkü sosyal yapı Batı'nın kapitalist düzeyine taban tabana zıttı. Sermaye birikimi oluşmamış, sanayisi olmayan, işçi ve işveren sınıfları bulunmayan Türkiye'nin liberal kapitalizm ile kalkınması da mümkün değildi. Sosyalist kalkınma modeli de yine sanayi ve işçi sınıfı bulunmaması nedeniyle olabilir görünmüyordu. Kısacası, o zamanın bilinen tüm yolları, Türk toplumunun tarihsel, sınıfsal ve sosyal gerçeklerine uymuyordu..

    Peki, Mustafa Kemal ne yaptı?

    ***

    Kurtuluş Savaşı'nda ne yaptıysa onu yaptı!..

    Antiemperyalist ve bağımsız çizgiden hiçbir ödün vermeden, halka ve ülke kaynaklarına dayanarak yeni bir yol bulmak... Bu yol, özgün bir örnek olarak ortaya çıktı:

    - Özel girişimciliğe yer veren, ancak kapitalist olmayan, devletçiliği öne çıkaran, ancak sosyalist olmayan bir ekonomik kalkınma modeli. Yani karma ekonomi!..

    işte bu yeni yol, ülkenin silkinip kendine gelmesini ve 1929 Büyük Bunalımı'na rağmen kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomik kalkınmayı başarmasını sağladı. 1929-39 arasında tüm dünyada sanayi üretim artışı yüzde 19 iken Türkiye'de yüzde 96 olmuştu.

    Gelelim devrimci kararlılığa ve Aydınlanma Devrimi'ne... Kemalist Devrim her şeyden önce bir kültür devrimidir. Amaç, çağın gereklerine uygun "yeni insanı" yaratmaktır. Batı'da koşullar, 400-500 yıllık bir süreçte yeni insanı yaratmış ve o insan da evrimi (devrimlerin de yardımıyla) gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin ise ne böyle bir zamanı ne de lüksü vardı.. devrimin kendisi yeni insanı yaratmak zorundaydı.

    Türk Devrimi, yüzlerce yıllık bir süreci 15 yıla sığdırarak "olanaksız" denileni gerçekleştirmiş, ümmetten çağdaş, bağımsız ve özgür bir ulus yaratmayı başarmıştır. Arka arkaya yapılan devrimler bunun kanıtıdır. Bu kısacık sürecin adı "Kuruluş Dönemi" dir ve tarihe Türkiye Cumhuriyeti'nin yüzünü ağartacak ilerici bir dönem olarak kazınmıştır...

    Peki, bu dönem otoriter miydi? Evet, otoriterdi!.. Ama içinde demokratik unsurları olabildiğince taşıyarak!.. Ve asla zamandaşı Avrupa ülkeleri gibi totaliter (faşist) olmadı. Ayrıca o devrimler, sorarak, referandum yaparak gerçekleştirilemezdi!.. Kadının eşitliği erkeklere sorularak sağlanamazdı!.. Devrimci yönetimin otorite ve baskısı özellikle dinci gericiliği hedef almıştı ve sonuna dek doğruydu...

    ***

    Siz hiç, demokrasi istemi dahi bulunmayan bir toplumda halka "özgürlük ve demokrasiyi" öğretmek için Medeni Bilgiler kitabı yazan bir diktatör gördünüz mü? Hiç düşündünüz mü; 20. yüzyılın büyük devrimcilerinden bazılarının heykelleri yerlerde sürüklenirken, bazılarının isimleri neredeyse tarihten silinirken Atatürk neden hâlâ halkının büyük çoğunluğunun sevgi ve saygısına sahip?.. Hollandalı profesörün hayretle sorduğu gibi, "Sovyetler yıkıldı, Yugoslavya parçalandı, Türkiye niçin hâlâ ayakta?!"

    Yanıt açık; Atatürk, bir ortaçağ toplumundan yola çıktı. Yaşadığı 15 yıl gibi kısacık süreye ırk-din-cinsiyet-sınıf ayrımı olmaksızın tüm yurttaşlar arasında "hukuksal eşitliği" sığdırmayı başardı da ondan... Sevgili Ahmet Taner Kışlalı 'nın anlatımıyla, Atatürk dönemi, kendi koşulları içinde olabilecek en demokratik ve ilerici yönetimdi. Ve bu açıdan Türkiye'nin bugünkü yönetiminden daha demokratikti!..

    --spoiler--
    http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101613
    --spoiler--

    --spoiler--
    http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101660
    --spoiler--
    1 ...
  29. 91.
  30. türk devrimi 3:

    Bu, küçük bir ders niteliğindeki dizinin son bölümüne gayet sade, bu nedenle de işbirlikçi aydınların rahatlıkla anlayabileceğini umut ettiğim iki tanımla başlayalım; ilk soru şu: Mustafa Kemal kimdir?

    - Tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve en kapsamlı kültür devriminin başmimarıdır.

    Yerli, yabancı, eski, yeni, tanınmış, saygın tüm tarih ve siyaset bilimcilerin üzerinde birleştiği ortak görüş bu... Peki, Kemalizm (ya da Atatürkçülük) nedir?.

    - Kemalizm, ilerici bir ideolojidir. Ne geçmişin bekçiliğidir, ne de kalıplaşmış bir inanç sistemi.. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir. Kısacası Kemalizm, sürekli devrimciliktir...

    Bakın, Kemalizmi demokrasi geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda "en uygun ideoloji" olduğunu vurgulayan dünyaca ünlü siyaset bilimci Prof. Maurice Duverger ne diyor:

    - Kemalist tek partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip olmasıydı. Kemalizm tek parti rejimi olmakla birlikte asla faşizm ya da totaliterlik iddiasında bulunmadı, demokrasiyi hedeflediğini resmen hep tekrarladı... CHP hiçbir şekilde ne ideolojisi ne de yapısıyla bir faşist partiye benzemiyordu, daha çok Fransa'nın Radikal Sosyalist Partisi'ni andırıyordu...

    Ergun Özbudun ise şöyle yazıyor: "Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun.."

    ***

    Örnek çok, yüzlerce, binlerce... Çok çarpıcı bir örnekle devam edelim; Almanya'da Nazi rejiminden kaçan 142 Yahudi ya da solcu öğretim üyesi, Batı'nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken niçin Türkiye'ye gelmeyi tercih etti? Birçoğu dünya çapında seçkin bilim adamları olan bu kişiler niçin güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet ettiler? Bu bilim adamlarının gelişmiş bir diktatörlükten geri kalmış bir diktatörlüğe kaçması düşünülebilir miydi?.. Geçiniz!..

    Kanadalı ünlü ekonomist Prof. Michel Chossudovsky , birkaç yıl önce IMF ve Dünya Bankası marifetiyle emperyalizmin sömürgeleştirdiği gelişmekte olan ülkelere çıkış yolu olarak, "ulusal sanayinin koruma altına alınmasını, yerli üretimin teşvik edilmesini" öneriyordu. Polonyalı ünlü lider Walesa , "Sosyalizm ve kapitalizmi birlikte uygulamalı. ikisinden de yararlanarak şimdiye dek kimsenin bulamadığı yeni bir yol bulunmalı" diyordu. Halbuki, hem Kanadalı ekonomistin, hem de Walesa'nın önerileri, 1930'larda uygulanan Kemalizmin ta kendisiydi!.. Çin'in bugün uyguladığı ekonomik program ise Kemalist Kalkınma Modeli ile şaşırtıcı benzerlikler taşıyor... En önemli nokta ise; Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Devrimi'ni halk benimsemiş ve katılmıştı. Halkın benimsemediği bir devrim hiçbir yasayla ya da zorlamayla ayakta duramaz!..

    1950'den bu yana Türkiye, karşıdevrimin saflarında yer alanlar tarafından yönetiliyor. 12 Eylül ise karşıdevrimin zirveye ulaştığı dönemdir. Atatürk'ün putlaştırıldığı ama Kemalist devrimin kuyusunun kazıldığı bu dönemde resmi ideoloji olarak seçilen "Türk-islam sentezi" ile devlet ırkçılara ve dincilere peşkeş çekilmiş ve ne yazık ki içinde yaşadığımız sürece ulaşılmıştır:

    - Karanlığın kuşatmasında, aydınlığa hasret, köleliğin eşiğinde bir Türkiye!..

    Bilinmelidir ki, son 50 yılın günahlarında, ihanetlerinde Kemalistlerin hiçbir sorumluluğu yoktur ve ülkeyi aydınlığa ulaştıracak olan yine onlardır...

    Bu köşede yer alan birkaç örneğin bile Mustafa Kemal dönemine "gerici" etiketi yapıştırmaya çalışmanın yalnızca bilimsel değil, ahlaksal olarak da zavallı bir tutum olduğunu olanca açıklığıyla ortaya koyduğunu sanıyorum Prof. Atilla Yayla 'nın Avrupa fonlarından iki adet "ifade özgürlüğü projesi" için 450 bin Avro almasıyla ilgili yaptığı "ama başkaları da alıyor" şeklindeki savunmasını da okuyucunun takdirine bırakıyorum... Yine sevgili Kışlalı 'dan esinlenerek bitirmek istiyorum:

    - Ölümünün 68. yıldönümünde, sağdan, sol(!)dan en aşağılık saldırılara hedef olan bir "diktatörü" (!) en içten saygı ve sevgilerimle selamlıyorum...

    türk devrimi 4:

    Başlığı görünce şaşırdınız değil mi?..

    Geçen hafta, "Türk Devrimi III" başlıklı yazıyla Prof. Atilla Yayla ve o kafadakilere verdiğimiz yanıtı bitirmiş, tarihe havale etmiştik... Üstelik, Türkiye üzerine oynanan aşağılık oyunlarda yeni bir aşamaya da sıçrandı. Bizim neredeyse bir yıl önce yazdığımız "Barzanileştirme" operasyonu, "Kerkük'e müdahale, Diyarbakır'a müdahale demektir" cüretkârlığına da ulaştı, "sen hâlâ nerelerdesin" diyenler çıkabilir...

    Öncelikle, geçmişi iyi bilmek, bugün içinde bulunduğumuz karanlığı ve çıkış yolunu göstermesi açısından çok önemli... Daha da önemlisi, benim gözden kaçırdığım ama sevgili Vural Savaş 'ın titiz araştırmacılığı sayesinde yakaladığım yaşamsal önemdeki bölümü eklemezsem, "Türk Devrimi" dizisinin eksik kalacağına inanıyorum...

    Atatürk dönemi "gericiydi" diyen işbirlikçiye tokat gibi yanıt, aslında 1934 yılında, daha o tarihten 10 yıl önce Anadolu'yu işgal etmiş bir düşman tarafından verilmişti:

    - Yunanistan Başbakanı Venizelos tarafından!...

    ***

    Venizelos, Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermişti... Venizelos'un 12 Ocak 1934'te Nobel Komitesi Başkanı'na yazdığı mektup, Mustafa Kemal'in ve henüz 10 yılını doldurmuş olan Türkiye Cumhuriyeti'nin akıl almaz başarısını anlatan binlerce kitap ve makalenin kısacık bir özeti gibiydi...

    Yunan Başbakanı, mektubunun girişinde, Yakındoğu ve Orta Avrupa'nın büyük bir kısmının (Balkanlar) asırlardır çektiği acıları aktardıktan sonra şöyle devam ediyordu:

    - Mustafa Kemal Paşa'nın düşmanlarına karşı yaptığı milli harekâtın galibiyetle sonuçlanmasının ardından 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması bu istikrarsız duruma son verdi. Bir milletin hayatında bu kadar kısa süre içinde böylesine köklü bir değişim nadir görülmüştür... Büyük devrimci Mustafa Kemal Paşa'nın başlattığı hızla, sultanlar rejimi yıkılmış ve gerçekten laik bir devlet kurulmuştur. Millet tümü ile çağdaş uygarlıkların önünde yer almak için, şevk ile ilerleme yolunda bir atılım yapmıştır. Barışı takviye hareketi, yeni ve seçkin Türk devletine bugünkü görüntüsünü veren tüm iç reform hareketleriyle birlikte yürütülmüştür... Anadolu faciasının hemen akabinde kendini yenileyen Türkiye'ye, bir anlaşma fırsatı görerek elimizi uzattık. O, bu uzanan eli samimiyetle kabul etti... Barışın borçlu olduğu bu kıymetli katkının sahibi kişi, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'dır. Bu nedenle Yunan Hükümet Başkanı sıfatı ile ben, Mustafa Kemal Paşa'yı Yüksek Nobel Barış Ödülü için aday göstermekle şeref kazanırım..."

    Yaa, işte böyle!.. daha on yıl önce işgal ettiği, boğazlaştığı bir ülkenin liderini Nobel'e aday gösteren bir başbakan, inanılmaz değil mi?.. Bir de dünyaca ünlü ingiliz gazetesi The Times'da, 1938 yılında çıkan başyazıya bir göz atalım:

    - Avrupa'nın hasta adamını birkaç yılda ilerici modern bir ülkeye ve Balkan Yarımadası'nda, Doğu Akdeniz'de ve Batı Asya'da bir barış ve istikrar abidesine dönüştüren ihtilal (Anadolu ihtilali) gibi sürpriz değişimlere tarihte çok az rastlanmıştır.

    Başyazı, Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye'nin emperyalist güçler tarafından nasıl paylaşılmak üzere olduğunu, nasıl sömürgeleştirildiğini anlattıktan sonra şöyle sürüyor:

    - Bugün Türkiye herkesin saygısını kazanmıştır. Artık hiçbir yabancı Türkiye'nin içişlerine karışmayı aklının ucuna bile getirmiyor. Komşular, bırakın Türkiye'ye kötülük yapmayı, onunla iyi geçinmek ve işbirliği yapmak istiyorlar. Yabancı finans çevreleri; yeni Türkiye'nin, herhangi bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda olduğu takdirde görüşülebileceğini artık öğrenmiş bulunuyorlar...

    Başka söze gerek var mı?.. Aslında bir o günlere, bir de bugünlere bakıp karşılaştırmak yeterli ama başbakan yanağı okşayanların, bağlandığı efendinin direktiflerini uygulayan uşak ruhlu sözde aydınların itiraf etmesini beklemek de düpedüz saflık olur!.. O nedenle son sözümüz şudur:

    - Bu ülke sahipsiz değildir, "her ahval ve şerait altında dahi" bulunur kurtaracak bahtı kara maderini...

    (bkz: olay bitmiştir)

    --spoiler--
    http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101696
    --spoiler--

    --spoiler--
    http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101737
    --spoiler--
    1 ...
  31. 92.
  32. Hatırlarsak kıymetli akademisyen Atilla Yayla, tek parti döneminin yanlışlarını eleştrdiği diye ultra ulusalcı militan laikler tarafından linç edilmek istenmişti.Ancak Yayla'ya karşı karalama kampanyası geri tepti, sayın Yayla fikirlerini demokratik biçimde belirli bir temele ve sisteme dayandırarak belirti. Ancak ona karşı iftira ve linç kampanyası yürüten sözde aydınlar -ki bu aydın zümresi her fırsatta düşünce özgürlüğü yok diye bizi batıya şikayet etmektedir- kendi içlerindeki çelişkiyi çözemediler.

    Bir şeyi anlamay başlayalım.Artık bu ülke statükocu zihniyetlerce ve onların resmi ideolojisini savunan sözde aydınlar tarafından güdülemeyecek..Artık aydınlanma ve bilinçlenme dönemindeyiz...halkın temayüllerini değiştirmek yerine toplum mühendisliğine soyunmak yerine toplumu aydınlatan bireylerin fikir özgürlükleri artık çiğnenemeyicek!
    0 ...
  33. 93.
  34. önce hakkını, yiğit ya da değilse de vermeli: adam hem doktor hem profesör. bu titr iki mana içeriyor: 1-dr.= akademisyen olmanın ön koşulu, kafa çatlatır tez konusu. 2-prof.= üst düzey uzman, akademisyen. süper izah ettim aferin bana, kendime yeşilinden bir çay söyleyeyim. (ne o lan? nickim benn'dir diye herkesi her kesimi muhalefet bazlı aşağılayacağımı mı sandın zihinsel yetersiz?)

    profesör doktor atilla yayla bir zümrenin "git şunu bunu bu adam'ı" kaşı dediklerinden biri olabilir, mevzuu uzaktan kumanda edilebilen sosyal bilimler uzmanı kişinin manipulasyon hareket merkezli oluşu değil, söylemlerinin kabul ya da red meselesidir. kendisi eminim şunu gayet iyi bilmektedir: aynı içeriğe sahip olan iki uyarı tabelasını ele alalım; önce ilki, "içeriye girmek yasaktır" buradaki "tır" eki izafi bir "lakin, ama, fakat"ı da zihinde hoplatmaktadır. yani, yasaktır ama, bazı hallerde bu yasak inisiyatif kulanılarak tolere edilebilir. ikincisi, "içeriye girmek kesinlikle yasak" bu uyarı labirentten çıkış noktasına işaret etmez, gayet açıktır, girift cevaplar vermez, kelime ucu kapalı ünlemli bir emir cümlesidir.

    atilla hoca ikinci kısım yasak uyarısından tolerasyon umut etmeyerek içeri dalan kişidir. cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi bu ve benzer üst düzey fikir/eylem adamlarının çıkıp düşüncelerini beyan etmesini; deterministik bir saplantı ile bir yerlere bağlayıp kelebek kanat sesleri eşliğinde butterfly effect misalinden kuvvetle teorisyenliğe girişenler sonuç noktasında ifade edilenlere karşı cevapsız kalmaları hasebiyle kaale alınmazlar. hocanın söyledikleri doğrudur, basit doğrulardır; o heykellerin, büstlerin, resimlerin, fotoğrafların masrafı ile eğitime destek verin de diyebilirdi belki, atilla hoca'dan da önce o bahsi geçen görsel temaların sahibi kişi.

    pembe gözlükleri takıp kraldan çok kralcı olmak çağcıl hasletlerden biridir, fikirlerini müfredattan öğrendiğin birinin savunmasını, bir müteffekir karşısında tabu diyalogları nispetinde sunarsan komik olursun, alay konusu olursun, gerçeklerden fersah fersah uzak olursun.
    2 ...
  35. 94.
  36. medyadaki liberalizm propogandacılarının başta geleni.
    3 ...
  37. 95.
  38. evelallah yeri geldiğinde kendince doğruları söyleyen bir adam. doğruları söylüyor olabilir, lakin arkasındaki yapılanmalar gözden kaçırılmamalıdır. sezar'ın hakkını, sevabıyla günahıyla sezar'a vermek lazımdır. sevabını da günahını da açıklamak, objektif bir yorum yapmak hakkında, en iyisidir. evet, bazı güzel noktalara değinmektedir. şlak diye bir takım "kolpa" özgürlükçülere lafı koymaktadır. lakin fethullahçılardan tutun da amerikalılara kadar birileri vardır arkasında, bu da görmezden gelinemez.
    1 ...
  39. 96.
  40. nur serter i maymuna ceviren profesor.
    (bkz:

    )
    2 ...
  41. 97.
  42. 98.
  43. bugun sonunclanan mahkemesinde atatürk e ''bu adam'' dedi diye 1 yıl 3 ay hapis cezası almıştır.

    --spoiler--
    http://www.ntvmsnbc.com/news/433522.asp
    --spoiler--

    ondan sonra korkuyoruz bir kişiye ''bu adam'' dedi diye hapis cezası veren yargı siyasallaşacak diye. bu yargı siyasallaşsa ne olur siyasallaşmasa ne olur!
    1 ...
  44. 99.
  45. sonuçta ortaya çıkan tabloda adaletle değil ideolojik saplantılarla kararlarını aldıkları bir kez daha ortaya çıkan t.c. mahkemelerince yalnızca düşüncelerini ifade ettiği için hakkında hapis cezası verilen akademisyen.
    4 ...
  46. 100.
  47. düşünceleri nedeniyle çarptırıldığı ceza yüzünden utanılması gereken bir insan.

    profesör olarak görmem, ama sonuçta "düşüncelerini ifade ettiği için" cezalandırılmasını göz ardı edemem.

    geçmiş olsun. batık, batmaya devam ediyor...
    3 ...
© 2025 uludağ sözlük